Antik çağların derinliklerinden gelen bir hikaye, zihinlerimizi dolduruyor: Pandora'nın Kutusu. Efsaneye göre, meraklı Pandora, kendisine verilen yasaklı kutuyu açar ve içinden insanlık için hem iyi hem de kötü her şey fışkırır.

Bu eski mit, bugün, teknolojinin ve tüketimin çağında, bayramların ruhunu nasıl etkilediğini anlamamız için kusursuz bir metafor sunuyor bence. Kutunun açılmasıyla birlikte, hayatımıza giren sonsuz imkanlar ve kolaylıklar, aynı zamanda beklenmedik sonuçlar ve zorluklar da getiriyor. Bu bayram, Pandora'nın kutusunun modern bir yansıması olarak, teknolojinin ve tüketimin getirdiği hazzın ve hüznün, birliğimizi ve kültürel değerlerimizi nasıl etkilediğine tanık oluyoruz.

Bayram sabahı, gözlerimizi 2024 yılının ilk bayramına açıyoruz. Takvim yaprakları, geleneklerin sesi, bizi bir kez daha bayramın müjdeleyicisi olarak karşılıyor. Ancak bu kez, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yüreğimizi saran bir hüzün var. Sokaklar, alışık olduğumuz çocuk kahkahalarının ve neşeli kalabalıkların yerini, derin bir sessizliğe bırakmış. Pandora’nın kutusu açılmıştı artık…

Peki, bu sessizlik içinde nasıl bir bayram yaşıyoruz?

Teknolojinin hızla ilerleyişi, dijital dünyanın büyüsü, toplum olarak bir arada olma hissimizi yavaş yavaş eritiyor. Aile bireyleri, eskiden yüz yüze paylaşılan anılar ve sohbetler yerine, ekranlar aracılığıyla birbirleriyle “bağlantıda” olmayı tercih ediyor. Yemek masaları, bir zamanlar sohbetlerin ve kahkahaların eksik olmadığı bir buluşma noktasıyken, şimdi her birimizin kendi dijital dünyasına daldığı bir sessizlik alanına dönüşmüş. Dahası, kimsenin kimseye tahammülü kalmadığı ortamlarda “bitse de gitsek”  iç sesi ile zaman geçiriyoruz.

Tüketim odaklı bir toplum olmanın getirdiği zorunluluklar, bayramların özündeki paylaşma ve dayanışma duygusunu gölgede bırakıyor. Bayramlar, bir zamanlar ihtiyaç sahiplerine yardım etme ve toplumun daha az şanslı bireyleriyle dayanışma gösterme fırsatıyken, şimdi daha çok hediyeleşme ve gösterişin ön plana çıktığı bir tüketim çılgınlığına dönüşmüş durumda. Toplumsal eşitsizliklere gebe bırakılan insanlığımız,  yalnızlık zeminine iniyor…

Küresel çapta yaşanan çevresel ve ekonomik krizlerin getirdiği belirsizlik, birlik ve beraberlik duygularımızı sınarken, geleceğe dair endişelerimizi artırıyor. Bayramların getirdiği geçici mutluluklar, bu büyük sorunların gölgesinde ne yazık ki solgun kalıyor. Bitti mi? Hayır. Kültür emperyalizmi meselesi de cabası. Globalleşen dünyada, kültürel değerlerimiz ve geleneklerimiz, batılı yaşam tarzları ve tüketim alışkanlıkları tarafından altı boşaltılan imgelere dönüşüyor.  Örneğin, son minvalde yaşadığımız bayramların kutlama şekillerine bakın! Giderek daha otonom, cansız ve kimliksiz bir tatil değil mi bu? Bu durum, yerel ve ulusal kimliğimizin parçalarını kaybetmemize, ve kültürel homojenleşmeye yol açıyor. Yerel geleneklerimiz, ulusal bayramlarımız ve kültürel ritüellerimiz, küresel markaların reklam kampanyaları ve tüketim alışkanlıkları tarafından şekillendirilmeye başlandığından bu yana bizim bize olan sabrımız, samimiyetimiz ve şeffaflığımız geçmiş bayramlarda çektirdiğimiz fotoğraflarda kaldı…

Belki de çözüm, bayramların ruhuna geri dönmekte yatar. Belki de çözüm bayramı, karnavala dönüştürmektedir. Belki de başka bir şeydir çözüm…

Aslında çözüm;  nefes aldığımızı hatırlamaktan geçiyor. Teknolojiyi, tüketimi ve kültürel erozyonu bir kenara bırakıp, gerçek anlamda bir araya gelerek, paylaşmanın, birlikte olmanın ve kendi kültürel değerlerimizi korumanın değerini yeniden keşfetmektir. Sokaklarımızı tekrar çocuk kahkahalarıyla, evlerimizi sohbetlerle doldurmak. Ve belki de en önemlisi, bizi bir arada tutan değerleri hatırlayarak, daha anlamlı ve duygulu  bir bayram yaşamak için adımlar atmak…