Atalarımızdan bu güzel vatanla birlikte maalesef bazı olumsuz özellikleri de miras aldık. İşte bunlardan bir tanesi “memur olma isteği” ve hastalığıdır. Öyle ki çok güzel sanatı olan bir kişiye dahi kız vermek yerine “sigortalı” diye memurlara kızını veren insanımız çoktur.

Atalarımızdan bu güzel vatanla birlikte maalesef bazı olumsuz özellikleri de miras aldık. İşte bunlardan bir tanesi 'memur olma isteği' ve hastalığıdır. Öyle ki çok güzel sanatı olan bir kişiye dahi kız vermek yerine 'sigortalı' diye memurlara kızını veren insanımız çoktur.

Halbuki tabii ve fıtri para kazanma yolu sanat, ziraat ve ticarettir. Memurluk ise para kazanmak, geçimini sağlamak için yapılmaz. Vatana hizmet için yapılır. Örnek verecek olursak bir öğretmen nasıl çok para kazanırım derdinde olmamalıdır. Öğrencilerime 'nasıl güzel ders anlatırım' veya ' vatana, millete hayırlı bir vatandaş olması için neler yapabilirim' gibi konuları kendine hedef almalıdır.

Öğretmen örneğini, askerlik dahil bütün memur meslekleri için genişletebiliriz. Zaten çok para kazanıp halktan kopuk bir şekilde yaşayan kişilere memur denmez. Bunlar halkın ensesinde boza pişirip yetimin malını gasp etmekten utanmayan bir çeşit hırsızlardır. Sonradan zengin olmuş memurlara iyi gözle bakılmamasının nedenlerini iyi düşünmek gerekir.

İşte geçimini temin etmek için devlet kapısını zorlamak; kabiliyetli ve yetenekli insanlara yakışmaz. Bu işler, asalak ve başkasının sırtından geçinmeyi alışkanlık haline getirmiş insanlara yakışan bir davranış şeklidir.

İşte memurluk yerine güzel bir sanat öğrenmek örneğin doktor, mühendis, avukat gibi mesleklerde kendini yetiştirerek zengin olmak mümkündür. Zaten sanat sahibi olmak için okumak şart da değildir. Çok güzel işçiliği olan bir marangoz veya bir dekoratör okullara gitmeden de mesleğinin zirvesine çıkıp başarılı bir iş adamı olabilir.

Eğer babadan kalma toprağı varsa ve tarımla uğraşmaktan zevk alıyorsa yapılacak işlerden bir tanesi ise ziraattır. Allah'ın insanlara rızık olarak verdiği binlerce ürünü yetiştirmek veya insanlara etinden tüyüne kadar her yönü ile hizmet eden hayvancılığa soyunmak çok güzel bir iştir.

Eğer Osmanlı devleti yıkılıp gitti ise bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi memurluk ve askerlik mesleğini önemseyen Müslümanların bu yanlış anlayışıdır. Gayrimüslimler sanat, ziraat ve ticarette gelişerek Osmanlı içerisinde hem zengin olmuş hem de nüfuslarını arttırmışlardır. Devlet güçsüz düştüğü anda da isyan etmiş efendileri olan Müslümanlara ihanet ederek bağımsız devletler kurmuşlardır. Balkanları, Hıristiyan ve Yahudi azınlığı unutmamak gerekir…

Kalkınmak için en güzel meslek ise ticarettir. Hatta 'rızkın onda dokuzu ticaretten gelir' mealinde hadisler vardır. Eğer birisi zengin olmak istiyor ise ticaretle uğraşmalı yeterli sermayesi yok ise bunu elde edene kadar tasarruf yaparak para biriktirmelidir. Unutmamak gerekir ki zekatı verilen ve helal yolla kazanılmış para kutsal ve bereketlidir. Hayırlı ve güzel bir iş örneğin; ticaret yapmak için sermaye biriktirmek günah değildir. Bunu yanlış ifade eden kişileri aşağıda yer verdiğim ayet ve hadislerle çok kolayca ikna edebilirsiniz.

İşte geçim yani maişet için geçerli ve tabii yol 'san'attır, ziraattır, ticarettir'. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat isimli eserinde bu konuya açıklık getirmiştir. Devlet kapısında dilencilik manasında alışılagelmiş memuriyet mesleğinin ülkemizin gelişip kalkınmasında ne derece olumsuz etkisi olduğunu örnekleriyle ifade etmiştir.

'Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp, belamızı bulduk… Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir (aciz dilenci) . Fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder. İşte memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zayi' ettik. Eğer öyle gitse idi, biz de elden giderdik'.

En önemli düşmanlarımızı; cehalet, zaruret ve ihtilaf olarak belirleyen Bediüzzaman, bunlara karşı çareleri de göstermiştir. Cehalete karşı eğitimi; zaruret denilen fakirliğe ve geri kalmışlığa da her zamanın geçerli ve temel meslekleri olan 'ziraat, ticaret ve sanatı' tavsiye eder. Memuriyeti ve idareciliği temel meslek olarak görmeyen Bediüzzaman, memuriyet ve idareciliğin geçim kaygısı ile değil, millete hizmet etmek amacını taşıması gerektiğine dikkat çeker.

Bir ülkenin kalkınması müstahsillerin çoğalması ve müstehliklerin az olmasına bağlıdır. Bir ülkede üreticiler azalır, tüketiciler çoğalırsa o ülke fakir düşer. Memurlar ve idareciler tüketici sınıfını teşkil ederler. Toplum hayatının devamı ve ihtiyaçlarının giderilmesi ancak sanat, ticaret ve ziraat alanındaki üretime bağlıdır. Şayet ihtiyaçtan fazla üretim olursa o zaman ülke halkı fazlasını dış ülkelere ihraç ederek ülke kalkınmasına ve zenginliğine hizmet etmiş olurlar. İsrafa alışan idareci ve memurların çok olduğu, tüketimin arttığı, üretimin azaldığı, herkesin gözünü devlet kapısına diktiği bir ülke daima fakir düşer.

Ülkenin kalkınmışlığı ve geri kalmışlığı da yine ülke idaresinin hürriyetçi olup olmaması, insani değerlere sahip çıkıp çıkmaması ile doğru orantılıdır. Bilhassa ırkçılığı devlet politikası haline getirmiş ve devletçiliği ilke olarak benimsemiş bir 'ulus devletin' ülkede yaşayan farklı ırk ve kökenden gelmiş, farklı dil ve kültüre sahip insanları şevk ve gayrete getirerek ülke kalkınmasına katması zordur. Böyle bir devlet tabiatı icabı monopoldür; yani tekelcidir. Tekelcilik ise kendisinden başkasına hayat hakkı tanımaz. Ekonomik monopolcülük de 'serbest girişimi' önler.

Hürriyetçi ve insani değerlere değil de ulusçu değerlere önem veren ve bunu halkının zihniyetine yerleştiren bir devlet yapısında halk devlete bağımlı hale gelir. Her şeyi devletten beklemeye başlar. Bu sakat anlayışa göre devlet; her şeyi yapabilir. Ekonomiyi büyütür, insanları eğitir, besler, iş sahibi yapar, ticaret yapar, korur. Fakirliği ortadan kaldırır. Hatta devlet vatandaşlarının düşüncelerine ve inançlarına müdahale eder ve nasıl yaşamaları gerektiğine dahi karar verir. İşte bu zihniyetin vardığı son nokta geri kalmışlık ve fakirliktir.

Bediüzzaman, kendisine sorulan 'Eskiden Müslümanlar zengin, ecnebiler fakirdi; şimdi ise durum tersine döndü. Sebebi nedir?' sualine verdiği cevabında özetle şunları söyler:

Her şeyden önce 'Leyselil insane illa ma'sa' yani 'Kişiye çalıştığının karşılığı vardır' ayetinden kaynaklanan çalışma meylinin ve 'Çalışan ve helal kazanan Allah'ın sevgili kuludur' hadisinden kaynaklanan çalışma şevkinin bazı yanlış telkinler ile kırıldığını söyler.

Bazı kişiler tarafından iddia edilen 'çalışmanın boş olduğuna' dair sözler; tasavvuftaki 'bir lokma bir hırka' usulü kendini dergaha adamış tarikat mensupları içindir. Bunu toplumun tüm kesimlerine mal etmek çalışmaya olan şevki kırmakta insanı tembelleştirmektedir. Eğer bir insan diğer insanların huzur ve mutluluk içinde yaşaması için çalışıyorsa yaptığı bu işten ibadet sevabı alabilir. Yeter ki farz namazını kılsın. Dünya işleri de ibadet gibi kendine sevap kazandırabilir.

'İ'lay-ı Kelimetullah' denilen yani Allah'ın adını ve şanını yüceltme vesilesi; bu zamanda maddeten terakki ile yani zenginlikle olacaktır. Hazreti Muhammed'in (asm) 'Dünya ahiretin tarlasıdır' hadisinden; çalışmanın önemli olduğunu anlamak mümkündür. Sonsuz olan ahiret yurdunda mutlu olmak için Allah rızasını kazanmak ve dünyaya da çalışmak gereklidir. Ayrıca 'İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır' hadisiyle de insanlara faydalı olmanın dinin emri olduğunu asla unutmamak gereklidir.

Kalkınmanın maddi ve manevi iki temel sebebi vardır. Bunlardan bir tanesi aynı petrol, maden benzeri yeraltı, yer üstü kaynakları gibi belki de çok daha önemlisi; insan kaynağıdır. Bu kaynakların yerinde ve bilgiye dayalı olarak kullanılması kalkınmanın ve gelişmenin temelini teşkil eder. Manevi sebep ise 'Nokta-i istinat' denilen 'Kuvve-i Maneviyedir'. İnsan çok iyi bir dayanma noktası bulursa en ağır ve büyük işlere karşı mücadeleye dahi kendinde kuvvet bulur.

İşte insanlar, gerek vatan ve millet sevgisinden aldığı güçle büyük bir ümitle yola çıkarsa yapamayacağı iş aşamayacağı engel yoktur. 'İnsanları canlandıran emeldir; öldüren yeistir.' 'Bana bir dayanak noktası verin, Dünya'yı yerinden oynatayım' diyen Arşimed gibi geleceğe ümitle bakan bir insanın; nokta-i istinat bulduğu takdirde küre-i arz gibi büyük işleri çevirebileceğinden kuşku duymamak gereklidir.

Bilhassa 'din duygusunun daha fazla hakim olduğu Asya'da geri kalmışlığa, cehalete ve her çeşit bölünmüşlüğe karşı kurtuluş çaresi, dindir. Çünkü din 'sevgi ile birlik beraberliği, Allah'ı tanımakla yani marifet ile fikir birliğini, uhuvvet ve kardeşlik duygusu da yardımlaşmayı gerekli kılmaktadır. Sevgi, birlik, beraberlik, ilim, fikirlerin beraberliği ve uyumu, kardeşlik, yardımlaşma; sonuş olarak başarılı kalkınma politikalarını getirecektir. Aksi takdirde yapılan birçok yatırımlar ve kaynaklar israf olup gider.

Kalkınma için yapılacak çalışmalarda samimiyetin ölçüsü 'sevgi, hürmet ve merhamettir.' Zira 'Hamiyet, muhabbet, hürmet ve merhametin zaruri bir neticesidir. Onsuz olmaz ve illa yalandır, sahtekarlıktır.'

Devletin kalkınmadaki en önemli görevi gerek yeraltı ve yerüstü, gerekse insan kaynaklarının kullanımında planlama, güven oluşturma ve yardımlaşmayı kolaylaştırmayı sağlamasıdır. Yoksa bizzat üretime soyunan bir devletten hayır gelmez. Devlet kendi üstüne düşen asli vazifeleri yapmalı zenginleşmek isteyen vatandaşların önüne geçerek engel olmamalıdır. İnsanları zengin olan bir devlet, zaten zengin devlet demektir.

Bu hususlar da yine dinin kutsal emirleriyle yani takva ve dini salabet ile olur. İnancı sarsılmış ve ahlakı bozulmuş bir toplumu idare etmek çok zordur. Türkiye gibi bir ülkede güveni sağlamak ve yardımlaşma unsurlarını harekete geçirmek; ancak din ile olur. Asayiş ve güven oluşturulduktan sonra kalkınma politikaları rahatlıkla uygulanabilir.

Teşebbüs-ü şahsi yani girişimcilik; bir ülkenin kalkınması için en önemli unsurlardan bir tanesidir. 'İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır' ayeti girişimciliği öngörmektedir. Doğu insanının dindarlığına uygun olan hürriyete sahip çıkmak ve girişimci olmak bu vatanda en çok teşvik görmesi gereken işlerin başında gelmektedir.

Hür bir zeminde yola çıkan bir müteşebbis elbette başarılı olacaktır. Bunun için emniyetin tesisi şarttır. Geleceğine güvenle bakamayan bir müteşebbisin harekete geçmesi beklenemez. Devletin ırkçılığa ve farklılıkları inkara dayanan politikaları olduğu takdirde kalkınma değil terör ortaya çıkmaktadır. 'Ağam bilir' umursamazlığı yerine insanların hürriyet içinde girişimci olması zenginliğin en önemli sebepleri arasındadır.

Bu hamur çok su götürür. Şimdilik bu kadarı yeter diye düşünüyorum. Eğer faiz yazılarımda olduğu gibi okuyucularımdan çok fazla yorum ve tepki gelirse elbette konuya devam etmeye çalışırız, vesselam…