FARKLI dünyaların insanıydılar.

Bu sadece maddi varlık bakımından değildi. Aralarındaki farklılık neredeyse iki dünya arasındaki fark gibiydi.

Sevinçleri farklıydı.

Onları coşturan, kanatlandıran, yükseklere çıkaran, geceleri yıldızlara kement attıran, ayın her hâliyle tadına doyumsuz sohbetler ettiren hususlar farklıydı.

Ödüllendirilmeleri yine aynı şekilde başkalık gösteriyordu.

Birinin önüne dünyaları eksiksiz koysanız o kendisinin daha fazlasına layık olduğunu düşünür sürekli memnuniyetsizlik izhar eder ve daima daha fazlasını talep ederdi.

Memnun etmek imkansızdı. Tatminsizlik duygusunun dibi görülüp bilinmeyen kuyularındaydı.

En acınılacak haldeydi ama herkes ona gıpta ile bakar hatta yer yer kıskanır ve yerinde olmayı düşledikleri uykulara yatarlardı.

Ya diğeri öğle miydi?

Şükran duygularıyla doluydu. Kimseyi teşekkürsüz bırakmazdı. Aza kanaat eder var olanın kıymetini bilirdi. Onu mutlu etmek hiç zor değildi. Riyaya girmeye ve çok masraf etmeye hiç hacet yoktu.

Kalbinin ekmeği olarak üstün bir samimiyetle koparılıp kendisine sunulan bir papatya onun nazarında dünyalara değerdi.

Değil mi ki, yâr bildiğinden gelmişti, öyle olmalıydı.

Değil mi ki, gönül sofrasının en nadide nimeti olarak oradan alınıp sunulmuştu, bunun pahası biçilemezdi.

O papatyanın yapraklarına alıcı gözle bakar, aşkla dokunup okşar, sever ve onlarla sonu gelmeyen derin muhabbetlere dalar kalbinin en ince kıvrımlarındaki tüm ayrıntıları onların duygu hafızasına müthiş bir güven ve iç huzuru huzuruyla emanet ederdi.

Bunu yaptıkça da kendini var hissederdi.

Kendisi, kendisinden taşardı.

BU durum diğer tüm duygular için geçerliydi.

Hüzün sebepleri farklıydı. Kederlenme nedenleri ve bunu dışa vurma biçimleri ayrıydı.

İyilik anlayışları, mutlu olma tarzları, insan ilişkileri, isteme, talep etme anlayışları…

Kendini ifade etme, meramını dile getirme, ihtiyacını beyan etme gibi hayatın merkezine oturan ve bizi belirleyen ne varsa hepsi birbirinden bambaşkaydı.

Örneğin biri sevdiğine “Sana ihtiyacım var” diyebilmeyi hem kendisine hem de muhatabına yapılmış en yüce bir dürüstlük ve tamamlanma duası olduğunu düşünürken diğeri tam tersi zıt bir fikirdeydi.

O, ortalığı velveleye vererek, sarsarak, kırıp dökerek, yakıp yıkarak, bağırıp çağırarak, memnuniyetsizliklerini bire bin katıp köpürterek ve aynı zamanda yetmezmiş gibi bunları zehirleyici ve aşağılayıcı bir lisanı diğerlerinin bonusu yaparak verirdi.

Bir nevi kuzey güney kutbu gibiydiler.

ZAMAN bir nehir gibi akıp geçti.

Günler akşama erdi, geceler sabaha uyandı.

Yaş ise kemâle doğru yol aldı.

Derken bu iki ayrı dünya bir vesileyle bir ıhlamur ağacının altında karşılaştı, tanış oldu.

Öyle böyle bir tanış olmak değildi bu.

Kalpleri değdi birbirine… Birbirinin yüreklerinde aşıdılar yanan aşk kandillerinin ışığıyla…

ŞÜKÜR ehli olan hiç tereddüt etmedi.

Kalbinde olanı dilinden esirgemeyi ayıp gördü, zül saydı.

Ayrıca da bu yanlış davranış hem kendine hem muhatabına hem de ikisinin tek vurmaya başlayan kalplerine ilk hıyaneti olurdu.

Sonrası ise bilinmezdi ama genellikle dünyanın akışında görülüp tanık olunan devam ettiği idi.

İşte bu sebeplerle en minik bir tereddüt dalgası yaşamadan itiraf etti:

“Kendimi yanında var hissettim.”

Diğeri sarsıldı, sendeledi. Ayakta olsa kesin düşerdi. O derece başı dönmeye başladı.

Ne diyecekti? Aslında demesi gereken belliydi ama nasıl diyecekti?

Şimdiye kadar en küçük bir iyi duygusunu dışa vurmayıp saklamış buna rağmen olumsuzların kapağını barajın birikmiş sularını bırakır gibi bırakmış bir insan olarak şimdi ne yapacaktı?

Eli ayağı birbirine karıştı ama artık bu defa kaçamazdı. Kaçmamalıydı.

İnsan olmalıydı. Bu ise duygusuna sahip çıkmakla ancak mümkün olabilirdi.

Gözünü gözüne mıhladı ve muhteşem bir lisan selasetiyle ve iftiharla hayatının en büyük itirafını yaptı:

“Kendimi ilk defa bu kadar senin yanında var hissettim. Öncekiler yokluğun tantanasıydı.”

Zaman durmuştu. Mekân sessizliğe bürünmüştü.

Her ikisi de birbirinin varlığına şehadet etmiş ve bunu cesurca ikrar etmişti.

Ya Selam!