Size Çeçenistan'la ilgili bir sürgünün 70 yıl sonra yaşanmış hatırasını anlatmak istiyorum...

Size Çeçenistan'la ilgili bir sürgünün 70 yıl sonra yaşanmış hatırasını anlatmak istiyorum...

2014 yılı, rüzgarın yağan soğuk yağmur damlalarını buzdan kurşun gibi adamın yüzüne çarptığı sıradan bir Mart günüydü. İstanbul'dan beraber yola çıktığımız 4 arkadaşla Çeçenistan'ın başkenti Grozny'da Hacı Ahmet Camii'nin karşısındaki caddede park etmiş, yorgun ve bitkin halde bizi alacak kişileri bekliyorduk. Dışarısı hem soğuk hem de yağmurlu olduğu için arkadaşlar araçta beklemeyi tercih etmişlerdi. Motor çalıştıkça klimanın verdiği sıcak hava camlarda buğulanmış, yanımızdan geçen insanlar, araçlar, köşedeki ağaç bile renkleri karışmış sulu boya çizimi bir tablo gibi gözüküyordu. Arabanın kaportasına çarpan yağmur damlalarının ritmi telefonda çalan Ali Dimaev'in Nohçiyçö'sü ile bir ahenk oluşturmuş, adeta bir ninni gibi hepimizi üzüntülü eski günlere götürmüştü. Yorgunluk ve üzüntümüz Çeçenya'daki savaşın hafızalarda bıraktığı anılarla birleşerek bizi uykuya gömmek üzereydi.

Nitekim uçağımız İstanbul'dan gece saat 1:30'da havalanıp sabah saat 5:30'da Moskova'ya inmiş, iç hatlar transit yolcu bölümünde 5 saat süren uzun bir bekleme sonrası tekrar Rus hava yollarıyla Grozny'ye 300 km mesafede kalan Mineralnie Vody'ye uçmuştuk. Ordan Grozny'ye kadar ise 4 saat boyunca uyumadan devam etmiştik. Gerçi istesek de uyuyamazdık. Meğer ki insan bir, ilk kez gördüğü yerlerden geçerken, bir de yıllar sonra tekrar aynı yerlerden geçerken uykusuzluğuna rağmen uyuyamıyormuş. Yol boyunca gördüğü her ağaç, her durak, her kasaba, dağlar, dereler insanın unuttum dediği yüzlerce anısını tozlu sayfaların arasından teker teker çıkartıp gözleri önüne seriyormuş. Gözüken her şey, hatta camı açıp ciğerlerimize çektiğimiz o kokulu hava hafızamızda ilişip kalan kah endişesiz ve mutlu günleri, kah da artık yanımızda olmayan kaybettiğimiz güzel insanları, mahalle, okul arkadaşlarının, öğretmenlerin, omuz omuza beraber mücadele verdiğimiz arkadaşların seslerini hatırlatıyordu. Ve sen tüm bunları hatırlıyor iken eski günlerin özlemiyle yanağını yakarak süzülen tuzlu göz yaşlarını arkadaşlarına göstermemek için direniyorsun. Sesinin titrediğini belli etmemek için anlatılan fıkralara dahi gülemiyorsun. Öyle inanıyorum ki doğup büyüdüğü, ya da çocukluğunun, gençliğinin geçtiği yerlere yıllar sonra tekrar gelenler bu duyguyu çok iyi bilirler.

Neyse ki kendimi nostaljiye fazla kaptırmamam lazımdı. Zaten aramızda Çeçence konuşan bir tek ben vardım ve bizi karşılayacak kişilerle diyaloğumuzun verimli olabilmesi için nostaljiden çok enerjik bir atmosfere ihtiyacımız olacaktı. Uykuya ve üzüntüye teslim olmamak adına biraz dışarıda yürümeye karar verdim. Araçtan indim ve kaldırımda yürümeye devam ettim. Derken sert esen rüzgar karşıdan gelen yaşlı bir ninenin elindeki poşetini kaparak bana doğru sürükledi. Ninenin yaşlı olduğunu ve yetişemeyeceğini düşünerek öne doğru koştum, poşeti yerden alıp kendisine verdim. Nine Çeçence ''Del Rez (Allah Razı olsun)...'' ile başlayan okkalı bir dua yapınca ben de karşılığında sadece Rusça ''Spasibo, Ne za şto, eto mne bolşoy çest (Sağolun, bir şey değil, asıl bana şereftir yardım etmek'' diye karşılık verdim.

Malum sebeplerden sokakta tanımadığım kişilerle Çeçence konuşmaya korkuyordum. Zira daha önce Çeçenistan'a dönen arkadaşlarımın başına nelerin geldiğini de biliyordum. Yaşlı nine ben Rusça karşılık verince bu kez yine şaşırarak (Çeçenistan'da Çeçenlerin dışında başka milletler özellikle Ruslar yok derecesinde azlar ve Rusça konuşan fakat Rusa benzemeyen biri olarak da kimliyim kadının ilgisini çekmişti) Çeçence ''Ho Nohço vats? Ho mil vuy, miçara vuy? (Çeçen değil misin? Kimsin, nerelisin sen?)'' sordu. Yıllar sonra bir ninenin bal gibi tatlı Çeçence sorması karşısında kendimi unutmuştum adeta. Bu kez gayri ihtiyari, soruyu Rusça değil Çeçence ''Vats, Turk vu so. İstambulera vu so, nani. (Değilim, Çeçen değilim, Türküm. İstanbuldanım, anacığım) cevapladım.

Kadın İstanbul'u, Türk'ü duyar duymaz Allah diye öyle bir feryad ederek diz çöktü ki yere, ne olduğunu anlayamadım. Karşımda yağmura, çamura aldırmadan yere diz çökmüş bir bayan vardı ve göz yaşı içinde dizlerime kapanmış, yalvarıyordu. Duyduklarım beni de ağlatıyordu. Gözlerim dolmuş kulaklarım çıngıraklı uğultu içinde duyamaz olmuştu. O yaşta bir kadının önümde diz çökmesini mi anlamaya çalışayım, söylediklerinin ruhumda kopardığı fırtınayı dindirmeye mi çalışayım bilemiyordum. Mantığım, aklım, duygularım darma duman olmuştu.

Yaşlı nine iki gözü iki çeşme, dizlerimi bir daha bırakmayacakmış gibi sarılmış yalvarıyordu. ''Allah aşkına, Muhammet aşkına n'olur benim eve gidelim. Çok yakındır buraya. Demek sen Halifenin toprağından geliyorsun ha? Demek sen İstanbuldan geliyorsun ha? Nolur ayağını benim avluya bas evim yuvam bereketlensin. O mübarek topraklardan geliyorsun, n'olur oğlum, aciz yaşlı bir kadınım kırma beni. Allahım, sen büyüksün, Allahım bana bu günleri gösterdin, Rabbim sen büyüksün...'' diye hüngür hüngür ağlıyordu.

Etrafta insanlar şaşkın şaşkın bize bakıyorlardı. Hem utanıyor hem de endişeliydim. Zaten Çeçenistan gibi büyüklere saygının hakim olduğu bir ülkede böyle bir durumdan zararsız çıkmak imkansızdı. Fazla insan toplanmadan duruma son vermek gerekiyordu. Tamam tamam, deyip sarılarak kaldırdım nineyi. ''Söz gideceğim, kalkın lütfen çok utanıyorum, böyle yapmayın, Vallahi sana misafir olacağım anacığım. Ağlama, vallahi kalkın ayağa, size gidelim'' diye anca ikna etsem de yaşlı kadıncağız bir çocuk gibi hala ağlamaya devam ediyordu.

Garip hisler yaşıyordum, hayatım boyunca kimseyi kendime yalvartmamıştım ve kadının dizlerime sarılıp ağlamasına sebep olduğum için kendimi affedemiyordum. Bizi karşılayacak arkadaşlara telefon açıp ne zaman geleceklerini, nerede kaldıklarını sordum. Hasavyurt'tan süratla geldiklerini, yolda olduklarını, aşağı yukarı 45-50 dakikalık bir mesafede olduklarını söylediler. Onlar gelene kadar yaşlı kadının evine gidip gele bileceğimizi düşündüm. Kadına durumu anlattım, telefonda arkadaşlara bizi alabilecekleri yeni yeri, yani kadının evini nine kendisi bizzat tarif etti. Hulasa kadının evine geldik.

Büyük, ters ''U'' şekilli, kırmızı tuğladan mamul geleneksel Çeçen evine gelmiştik. Yaşlı kadın avluya girer girmez bir çocuk edasıyla koşarak Murat, Ayzamat, Patimat hoşolğ vieni, hoşolğ! Murat, Ayzamattttt'' diye haber saldı. Çevrmesem bile eminim gözlerinizde canlanmıştır anlattıklarım. Kadının ne dediklerinin hepsini burada yazmadıklarımla beraber, kalbinizle ruhunuzla anlamışsınızdır. ''Misafirler geldi, misafirler! Murat, Azimet, Fatıma neredesiniz, çıkın çıkın bakın kimler geldi, halifenin adamları geldi, heyyyy çıkın, dışarı çıkın, geldiler...'' diye bir kuş gibi uçuyordu kadıncağız mutluluktan.

Kısa bir süre içinde evin en özel odasında, masanın yukarı başında oturmuş çayımızı içerken insanların gözlerinde tarifi imkansız bir parıltıyla bize nasıl sevgi saygıyla baktıklarına şahit oluyorduk. Hepsi nefesini içine çekmiş, sanki konuşursak tek kelimemizi kaçıracaklar korkusuyla bizim ne söyleyeceğimizi bekliyorlardı. İstanbul'dan hayırlı bir iş için geldiğimizi, bir iki gün belli yerleri ziyaret edip döneceğimizi söyledim. Bizi getiren nine izin alarak bir şeyler anlatmak istediğini söyledi. Daha önce kimseye anlatmadığı, duyunca bizimle beraber her kesin ağladığı şeyler anlattı.

- Benim adım Ayşat (Ayşe) oğlum. Yaşım çok ama benden daha büyüklerim de vardır. Size kayın babamın bana söylediği bir şeyi anlatmak istiyorum. Ruslar 1944'te bizi sürgün ederken ben yeni gelin gelmiştim, 16 yaşındaydım. Şu Muratın babasına hamileydim o zaman. O gün evi temizlemiş, çamaşırları yıkamış, su getirmek için testiyi alıp köyün aşağısındaki çeşmeye gitmiştim. Eve döndüğümde kimse yoktu. Sanki yer yarılmış her kesi içine almıştı. Heyecan ve endişeyle testiyi yere koymayı unutmuş, evimizin arkasındaki yola çıkmıştım aramak için. Yola çıktığımda bir Rus askeri uzaktan ateş ederek testiyi kırdığında çok korkmuştum. Kaçıp saklanmaya çalışsam da o Rus beni bulup dipçikle vura vura toplanma yerine götürdü. Bizim ailedekileri daha önce götürdükleri için tanıdık 3-5 komşu dışında kimse kalmamıştı. Askeri araçların arkasına bindirip bizi tren istasyonuna getirdiler. Vagonlara bindirirken 2 vagon geride birisinin Ayşat, Ayşat seslendiğini duydum. Baktığımda kayınbabamı gördüm, yalvardım beni de onlarla aynı vagona bindirsinler diye. Aralarında bir asker bana acıdı, kayın babamı bindirdikleri vagona binmeme müsade etti. Kayın babamın yüz kan içindeydi. Dipçikle vurmuş kaşını patlatmışlardı. Önlüğümü yırtıp ağlaya ağlaya yarasını sardığımda ''Korkma kızım, Allahın haberi olmayan bir şey değil bunlar, Allahın olmadığı bir yere de gitmiyoruz. Allah görüyor ve biliyor. Sakın korkma, Allaha sığın'' demişti. Ama nereye gidiyoruz, bizi nereye götürüyorlar, ailemizin diğer bireyleri nerede? sorduğumda bana ''Buluruz elbet, ancak dinle sana bir takım önemli sırlar vereceğim. Bunları asla kimseye söyleme ve unutma, kızım!'' demişti.

''Bak kızım, bunlar bizim başımıza gelecekti. Üstazım Kunta Hacı bunların olacağını daha önceden haber vermişti. Ama korkma kızım, sonunda çok güzel şeyler olacak. Halifenin askerleri gelip bizi kurtaracak. Fakat o mübarek orduyu ve askerleri bizlerden çok az sayıda müstesna bahtlı kişiler görecektir. Kızım sana tavsiyem, eğer sen de o mübarek orduyu görmek istiyorsan, o güzel günleri görmek istiyorsan iki elin kan da olsa, yağın taşıp evin yansa bile zikir ve namazlarını terketme. Zikir ve namazlarını terketmediğin sürece bir gün o mübarek ordunun gelişini göreceksin, emin ol!'' dedi. Oğlum, kayın babam fazla yaşamadı, daha sürgünün 4. günü yolda soğuktan donarak öldü. Çok kişi öldü bizden. Hem dondurucu soğuk hem de açlıktan çok insan öldü. Çok zulüm gördük biz. Ama inan oğlum, kayın babamın söylediğini hiç eksik etmedim. Bu yaşıma kadar bir vakit namazımı kaçırmadım, zikrimi bırakmadım, eksiksiz yaptım. Dün gece, rüyama geldi rahmetli kayın babam. Ne yatıyorsun kızım, dedi. Kalk, uyan! Halifenin ordusunun ilk askerleri geldiler. Kalk karşıla, kızım dedi. Oğlum ben yaşlı (86 yaşında) bir kadınım, pek dışarı çıkmam heleki böyle soğukta yağmurda. Evlatlarım da yalnız çıkmama izin vermezler. Ama bu sabah gördüğüm rüya üzerine kimseye anlatmadan hazırlanıp dışarı çıkarken hiç birisi beni farketmedi. Sormadılar nereye çıkıyorsun. Bunu görünce rüyamın gerçek olduğuna daha da inandım. Nereye gideceğimi bilmiyordum, ama aklımı da kalbimi de ayaklarıma bağladım, oğlum. Yürürken siz çıktınız karşıma. Evladım, ağladığıma bakmayın, Vallahi çok mutluyum ondan ağlıyorum. Gördüm ya ben sizi, siz İstanbul'dan geliyorsunuz, halifenin askerleri sizsiniz. Ben bana söyleneni yaptım, Rabbim de beni mükafatlandırdı işte. Çünkü ben asla ne açlıkta, ne saldırı savaş anında, ne evim yanarken, ne küçük çocuklarım açlıktan, hastalıktan ağlarken terketmedim bana verilen emaneti. Vallahi terketmedim, billahi terketmedim...

Ben kadının söylediklerini cümle cümle çevirirken, boğazım düğüm düğüm olmuştu. Etrafta herkes ağlıyordu. Yanlış anlamayın, kendimi müjdelenen ordunun askeri olduğumu düşündüğüm için değil. Hatta hiç alaka bile bulmuyordum kendimle müjdelenen ordu arasında. Beni ağlatan, o yaşlı kadının itikadı uğuruna verdiği mücadeleydi. Emanetine sahip çıkışıydı. Halifenin ve hilafetin varlığından kimsenin haber duymadığı Türkiye için, Halifenin toprağı İstanbul için verilen değerdi beni ağlatan. Herkesin rahatlıkla sokaklarına tükürüp, sakızını, çöpünü bıraktığı bir şehrin topraklarına sıradan olağanlıkla değer vermeden bastığım adımlarımı bereketlensin diye avlusuna basmam için yalvarıştı beni ağlatan. Bir neslin, bir milletin kendisine verilen değerden habersiz, uzaklarda laubali yaşamasıydı beni ağlatan.

Kim olduğunuzu, size verilen değeri ve size olan beklentileri bir sürgünün, bir katliamın bile yıkamadığı, kalplerden söküp atamadığı millet olmanın, millete, topluluğa birey, orduya asker olmanın değerini hiç bu kadar canlı canlı yaşamış mıydınız? Galiba umduğu, beklediği, geleceğine şüphe etmediği bir orduyu gören Ayşat nine gibi, bu değeri yerinde canlı canlı yaşamak da benim şansımdı.

O gün derûni duygularla helalleşip ayrılmıştık Ayşat nineden. Torunu Murata, gelini Ayzamata, çok sevdiği torun torunu Patimata gıpta etmiştik böyle bir arslan yürekli çelikten sağlam bir nineye sahip oldukları için. 4 gün daha kalıp sonra İstanbula dönmüştük. Dönünce yaşadıklarımızı kendi ailemdekilere anlatırken tekrar özlemiştik Ayşat nineyi. Arayıp hem tekrar teşekkür etmek hem de halini hatırını sormak geçmişti içimizden. Torunu Muratı aramıştım. Fakat telefonda duyduklarım karşısında yıkılmıştım. Biz onlardan ayrıldığımız günün akşamı Ayşat nine gelinine gendisine banyo yaptırmasını, sonra da hiç giyinmeyip kefenliğimdir diye sakladığı beyaz kıyafetlerini giyindirmesini rica etmiş. Dur daha 2 ay sonra yeni br torun torununun doğacak, ona isim vereceksin demişlerse de dinlememiş, ''Hayır kızım ben müjdemi aldım, artık vakit tamam demiş'' ısrarla o kıyafetini giyindirmelerini istemiş. Ve o gece, sabah olmadan da Hakkın rahmetine kavuşmuş dediler.

Bir efsane, Rus zulmüne canlı bir direniş destanı, bir umut yıldızı akıp geçmişti hayatımdan. Kendi değerimizi bilmek adına, ricamdır okuyan herkese. Uyan ve kendine gel, damarlarında akan kanın hücrelerinde saklı o asil ve değerli kimliğine dön ey Türk! Sen beklenen birisin! Sen yolları gözlenensin! Ömürde bir kerecik görülen süzüp giden bir yıldız misali, seni görebilmek adına Rabbine olan kulluk görevine 70 yıl aravermeksizin devam edilen birisin! Sana verilen bu değer yer yüzünde başka hangi millete verildi ki? Al bayrağını eline, akıncı gibi, yetiş beklendiğin her yere!