Mart başında yaşayan en önemli hikâyecilerimizden Şerif Aydemir Usta için İlesam, Telif Hakları Derneği ve Türk Edebiyatı Vakfı iş birliği ile bir vefa programı düzenlendi. Cafer Vayni’nin yönettiği yoğun bir katılımla karşılık bulan bu etkinliğin panel konuşmacıları Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Mahmut Bıyıklı, Ercan Köksal ve Funda Özsoy Erdoğan idi. Önemli tespitlerde bulunuldu. İştirak edenlerin söz alıp hatıralarını paylaştığı bu faaliyette benim içimi en çok titreten oğlu M. Fatih Aydemir’in aile adına yaptığı konuşma oldu.  

Bunun sebebi belki de merhum babam ile kurduğum ilişki biçimini hatırlatmış olması veya Şerif Aydemir’in kültür mirasını aktardığım yerlerde kendisini “Şerif Baba” olarak anmış olmamdı. Bilemiyorum.

Okurlar metin üzerinden ilişki kurarlar yazar ile. Dostlar muhabbet.

Peki, bir evlat herkesin iyilik ve dostluk üzere kendisinden bahsettiği babasını nasıl görmüş, gönlüne ne şekilde nakşetmişti, işte bunu merak ettik.

Oğul M.Fatih Aydemir’in gözünden baba Şerif Aydemir’in nasıl bilinip görüldüğü hususunda minik bir kesiti paylaşıyoruz sizlerle...

Babanız Şerif Aydemir için Türk Edebiyatı Vakfında yapılan “Ustalara Vefa” programının ilkinde tüm aileyi temsilen yaptığınız konuşmaya neden Fethi Gemuhluoğlu ile başlamayı tercih ettiniz?

-Fethi Gemuhluoğlu’nun ismi bizim evimizde çok zikredilir. Yine kendi ifadesiyle “İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor.” deyişindeki evlatları sayıyoruz kendimizi ve de aynı toprağın insanı olmanın getirdiği kısmeti bir şeref madalyası gibi daima göğsümüzde taşıyoruz. Merhumun çok bilinip sevilen “Dostluk Üzerine” yaptığı konuşmayı dönüp dönüp okurum. Öyle olunca o konuşmadan heybeme aldığım, kalbime nakşettiğim Peygamber Efendimizin hadisi şerifine de uygun olan “Önce selâm, sonra kelâm” diyerek başladım. Ardından Türk Edebiyatı Vakfı’nın kurucusu merhum Ahmet Kabaklı Hocayı anmadan geçmek ne mümkün. Mikro milliyetçilik sevdasında değilim lakin bu mümtaz şahsiyetlerin hemşerisi olma nasibine de bir muştu gibi sarılmadan edemedim. Hem bu durum hem de Şerif Aydemir’in evladı olarak kendimi ev sahibi saydım ve Aydemir ailesi adına; “Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Hayırla geldiniz, hayırlar getirdiniz” diyerek giriş yaptım.

Bu tarz konuşmalar hem heyecan veriyor hem de sorumluluk yüklüyor olmalı değil mi?

-Evet. Efendim, Allah konuşanın diline, dinleyenin hacetine göre hikmet bahşedermiş. Benim de niyazım dilime Rabbimin o hikmeti bahşetmesi yolundaydı.

Dua önemli sanırım…

-Elbette. Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimize hitaben “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” âyetini nasıl unutabiliriz. Tam da bu sebeple dua olmasa; ömrünü sanata, edebiyata, kelamı kibara adamış bu denli kıymetli misafirin huzuruna ayağım takılır, dilim dolanır diye kırk yamalı endişe hırkam üstümdeyken nasıl gidebilirdim! Bu güzîde meclisin yürüttüğü muhabbet trenine, haylaz çocuklar misali son demirinden yakalayarak atlayabilirsem ne âlâ diye düşündüm. 30 yıldan fazladır medya dünyasında çıraklıktan birim yöneticiliğe varan teknik bir mesleğin erbabı olabilmek adına çalıştım, çalışıyorum. Edebiyat, sanat alemine uzaktan bakan biri olarak onların yanında esamesi okunmayacak konuşmamı hoşgörülerine sığınarak yapmaya çalıştım.

Babanızdan bahsederken “Şerif Aydemir, Şerif Bey” dememeye özen gösterdiniz, imtina ettiniz, bile isteye kaçındınız gibi. Bunun özel bir sebebi var mı?

-Evet var aslında. 1997 yılında Vehbi Koç’un ölümünün 1.yıl dönümünde çalıştığım kurum Kanal D canlı yayınlanan özel bir anma programı yapmıştı. Yaklaşık 30-35 kişilik bir davetli topluluğu Güneri Cıvaoğlu’nun sunumuyla Vehbi Bey’i kendi pencerelerinden anlattı. Sıra oğlu Rahmi Koç’a geldiğinde babasını “Vehbi Koç, Vehbi Bey” diyerek diğer misafirlerden farksız bir tanımlamayla anlattı. Bilemiyorum belki de doğrusu buydu ancak bir evladın babasından bahsederken dünyanın en güzel kelimelerinden biri olan babayı hiç kullanmadan sadece adıyla anlatması bana çok uzak, bir o kadar soğuk ve kimsesiz bir ifade olarak gelmişti. Kendi dünyamda kusurlu gördüğüm bu tutuma ben de yakalanmak istemedim. 

Adıyla babanızdan bahsetmeyi neden kusur olarak görüyorsunuz? Öyle anlatsaydınız içinizde ukde mi kalırdı?

- Her zor durumda koştuğum kapı, her fırtınada sığındığım liman, kimselere diyemediğimi söylediğim sırdaşıma, sevgili ejderhama benden babamı anlatmamı bekleyenlerin huzurunda sadece Şerif Aydemir, Şerif Bey diye hitap edersem haksızlık etmiş olurdum. O sebeple her evladın seslendiği gibi daha çok BABA/BABAM diyerek anlattım ve hep böyle anlatacağım. Doğrusu bu çünkü. Samimiyet saygının sınırlarına varıp taciz ateşinde bulunmuyorsa çok daha içten ve muhabbete kapı aralayan bir durum diye düşünürüm. 

Baba bir nevi insanın yetişkinlik dönemlerinin sığınağı değil mi?

-Kesinlikle öyle. Evlatlarını hiç yüksünmeden aylarca taşıyan annelere olan yakınlığımızı anlamlandırmak sanki daha kolay gibi ama ya bir bebek-çocuk neden diğer herkesten ayrı görür, nasıl ayırır, ne der de başköşesine oturtur babasını… Teslim olmamız gereken en yüce varlığın Rabbimizin yüreğimize koyduğu o sevgiye tabi olup yaşımıza başımıza bakmadan gider babanın dizinin dibine oturursun. Himâyesine iltica eder, sığınmak için onun kolu kanadını ararsın ve bilirsin ki “aradığın da seni aramakta”

Şerif Aydemir’i anlatmak kolay değil. Belki evladı olduğunda bu daha da katmerleniyor. Nasıl bir yol izlediniz konuşmanızda?

- Konuşmanın girişinden sonraki kısmında biraz kendimden bahsediyormuş gibi göründüm ama mantık derslerinden anımsayacağınız gibi parçadan bütüne yani tümevarıma odaklandım ve dinleyicileri de buna davet ettim.

 Şimdi biraz daha yekten sorayım girizgahtan sonra. Siz babanızda nasıl tezahür ettiniz ya da o sizde nasıl zuhura geldi?

- Ben de kısaca cevaplayayım o halde. İsmet Özel’in “Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana Ya Rabbi. 

Taşınacak suyu göster, kırılacak odunu” diye bilinen münacatının bendeki tezahürüdür babam. Rabbil âlemin duamın kabul olduğunu babam vesilesiyle bana göstermiştir.

Ne demek bu?

- Şu demek. Hangi suyun sakası olmam gerektiğini ben babama bakıp öğrendim. “Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş” onda gördüm. Muhabbetten hâsıl olan bu âlemde babamın “Taş taşı seviyor da birlikte kubbe örüyorlar. İnsan insanı sevse neler olmaz?” deyişini hazine saydım, sermaye bildim. 

 Babanızdan aldığınız ne güzel armağanlar var…

-Şükürler olsun.  Yılmaz Erdoğan’ın “Yardan düşmüştüm yaralarım yardan armağandı” dediği gibi bu dünyada para etmeyecek ne kadar yara bere içinde kalmış iyi huy, tavır, hal varsa çok şükür babamın bana armağanıdır. “Hiçbir şey bilmiyorsan haddini bil: At nallanırken kurbağa ayağını uzatmaz, evlat” demesi çok mühimdir. Hele ki hudutsuzluk mertebesine varan hadsizliğin bir marifetmiş gibi gözümüze sokulmaya çalışıldığı bu zamanlarda.

Şerif Aydemir yani babanız neye meftundur?

- Kimisi aşk adamı, kimisi aş adamı! diye kitabındaki bir kahramanını vesile kılıp neye meftun olduğunu itiraf etmişti. İşte tam da burada Tirmizî’nin “Sizden biriniz canı ve malı emniyet içinde, vücudu sıhhat ve afiyette, günlük azığı da yanında olduğu halde sabahlarsa, sanki bütün dünya kendisine verilmiş gibidir.” diyor ya işte böyle gördü dünyayı babam. Ne kadar aş yazıldıysa kitaplara sanki o işe memur kılınmış gibi gidip K harfini ekledi ardına. Çünkü “Bu fâni âlem için beklentiye giren kalbime de kırgınım” diyen Cahit Zarifoğlu’nun sözünün gölgesine ben uyandım ki çoktan sığınmıştı. 49 yılı devirmek üzere olan ömrümde ben babamın dünyalık herhangi bir gailenin içinde olduğunu neredeyse hiç görmedim.

Babanızı gizlendiği hikâyelerinde yakaladığınız oldu mu hiç?

-Olmaz mı hiç. Misal ‘Bizim Pencereler Yele Karşı’ hikâyesinde Hüseyin Emi’yi tanımladığı söz, isterse inkâr etsin tamamen kendisidir. Orada “…yanık yüreklidir, bakma sen! İçinin teli incedir” şeklinde tarif eder ki tam da kendisidir. Bir de yeri gelmişken ek bilgi vermiş olayım. Memleketimiz Elâzığ-Ağın’da babamdan bir kuşak daha genç olanların hemen hepsi “Emi” diye seslenir kendisine.

Sanki babanız Şerif Aydemir ile bir gözyaşı akrabalığınız da var…

-Evet. Çok gözyaşımızı birbirimize çaktırmadan silmişizdir Yeşilçam’ın melodramlarını seyrederken. Hep ‘Kırık Bir Aşk Hikâyesine’ takılıp kalırız ‘Vesikalı Yârimiz’ ile ‘Ah Güzel İstanbul’da gezinirken. Günün sonunda yüzümüze bir gülümse otursun diye Sadri Alışık’ın kapısına 

varırız. Turist Ömer’i Afrika’ya göndeririz. Yerliler, Turist Ömer’i film bu ya Tanrı sanırlar ve ilk emir gelir: "Öyleyse bağırın ulan Fenerbahçe çok yaşa diye!" Bunu duyunca keyfimiz gıcırlanır.

Spor hele ki Fenerbahçelilik mühim değil mi?

-Tabii ki. Fenerbahçe tribünlerinde “BABAMDAN MİRAS BU SEVDA!” pankartı daimî olarak durur. Benim için de öyledir. Sağlam Fenerbahçelidir babam. Gençliğinde Fenerbahçesini seyretmek için memleketten İstanbul’a çok gelip gitmişliği var. İstanbul’a yerleştikten sonra ben neredeyse avuç içi kadar küçük çocuktum paçasına sarılıp yalvar yakar maça giderken peşine takılırdım. Yazın sıcağında, kışın ayazında maçta tribün arkadaşlığı yaptık. Şimdi bakıyorum da babam neyi sevdiyse ben de peşinen sevmişim.

Babanız dışarıdan bakıldığında sanki kenarda duruyor. Bu bir tercih mi?

-“Benim hiç gönlümü almadılar. Ben hep kendi kendime bir köşede affettim herkesi.” diyor ya Nilgün Marmara, babam da öyledir.

Kimseyle bir alıp veremediği, derdi yok o zaman, öyle mi?

-Öyledir. Uzun boylu kimseyle derdi olmaz. Kime kini var, kiminle geçinemiyor, hangi fikrin karşısında diye bakınca kendisinin ifadesiyle; “Osmanlı ve Selçukluyla husumeti olanlarla benim dostluğum olmaz” sözü cevap olarak gelip karşıma dikiliyor.

Kırmızı çizgiler net ve kalın gibi duruyor.- Şahsi konularda affedici bir tavrı vardır, küslük bilmez. Ancak dine, dile, devlete, bayrağa, bu kadim coğrafyanın temsil ettiklerine laf uzatanları asla affetmez. Böylelerini sevmemeyi ben ondan öğrendim. Ne deyip seveceğim ki!

Sevdikleri konusunu atlamayalım bu arada…

-Atlamayalım evet. İmam Gazali Hazretleri: Allah, en vurucu âyetlerini kıssaların ardından söyler dediğinden mi bilmem bize hep Yusuf Sûresinin yanı başına götürdü. O sûreyi bir başka sever… Şimdi İl Milli Eğitim Müdürlüğü olan eski İstanbul Adliyesi’ne bir arkadaşı gelmiş. Siyasetin etkisiyle savrulmuş, ok olsa yönünü karavanaya çevirmiş bir arkadaş. Bir taraftan da günlük vecibelerini yerine getirme hususunda babamdan çok daha iyi bir karneye sahip. Babam; “Ahirete gidince ‘Allah’ım ben çok vazifemi eksik bıraktım ancak bunlar gibi de asla yapmadım. Senin sevdiklerini sevdim, sevmediklerine buğz ettim diyeceğim.” diyor.
Aldım yavuklu mektubu gibi koynuma sakladım bu hatırasını. Artık kimleri seveceğimi biliyordum.

Devamındaysa “Bu ülkeyi şahsi menfaatlerini hiçe sayanlar, can gibi canan gibi sevenler yüceltecektir. Al bayrağı görüp, İstiklal marşını duyup gözün yaşarmıyorsa sorun var demektir. İyiler ve kötüler, sevenler ve kin tutanlar diye ayıracağız gayrısıyla anlaşırız, evlat” demişti. İstiklal Marşının ardından Salavat getirip Fatiha okumak bizim evde elzemdir. Kimden öğrendim dersiniz!

Tarihi ve tarih okumayı çok sevdiğini hatırlıyorum Şerif Babanın. Yanılıyor muyum?

-Hayır, yanılmıyorsunuz aynen öyle. Niğbolu Kalesi önünde “Bre Doğan, bre Doğan!” diye gür sesiyle inleyen Yıldırım Beyazıt’ı, Sina çölünde ordunun önünde Peygamber Efendimizin yürüdüğünü görünce atından inen Yavuz Sultan Selim’i, Bağdat Seferine bizim oralardan geçip giden 4.Murad’ın ayak izlerini ve daha nicesini onunla sevdim.

Bir baba evlattan çok bazı sırlarını da fısıldamış gibi size. Başka var mı?

-Var, olmaz mı? “Balkanları Anadolu’nun kayıp Yusuf’u saymayı ve kavuşacağımız güne olan bitimsiz inancı, Tuna’nın okyanusta en çok Fırat’ın suyunu aradığını” bana babam söyledi. İnandım.

Belki başka bir hatıra daha paylaşırsınız bizimle…

-Zevkle. 1988 yılının Haziran ayıydı, 12-13 yaşındayım. Turgut Özal'a Ankara'da ANAP Kongresinde silahlı saldırı yapılmıştı. Televizyondan seyrediyoruz. Özal kürsünün ardında kayboldu. Zaten tıknaz, küçük bir adamdı. Evde derin bir sessizlik. Endişeliyiz. Neyse ki birkaç dakika sonra Özal tekrar kürsüdeki yerini aldı. Daha sonra öğreniyoruz ki eşi ve korumaları salondan ayrılmayı teklif etmişlerdi. Kabul etmemiş. Yeniden konuşmaya devam etti: “Hemen şunu sözlerimin başında belirtmek istiyorum. Allah'ın verdiği ömrü O’nun izninden başka alacak yoktur. Biz de O’na teslim olmuşuzdur.”

Babam: “Senin Allah’ına kurban” demişti. Dünyaya hangi pencereden bakacağımı bulmuştum. Ne vakit Vatan Caddesi’nden geçsek Menderes’e, Özal’a ve 10.Yıl Caddesi’ne dönünce Erbakan Hocaya Fatiha ikram etmeyi ihmal etmez ve bize de hatırlatır.

Babanız sizin kahramanız olmuş…

-Delikanlılığın bir mevsim gibi gelip geçici zamanlara ait bir tanım olmadığını ben babamda gördüm. Öyle olmasa Yaşar Kemal “İnsan evrende gövdesi kadar değil yüreği kadar yer kaplar” der miydi?
Ah benim sevgili ejderham, masalımın kahramanı, köküm, babam…

Bu da ne şimdi, ejderha da nereden çıktı?

Merhum Ahmet Kabaklı Hoca'nın ‘Ejderha Taşı’ hikâyesinden esinlenerek babam için birkaç satır yazmıştım. Rahatsızlığı sebebiyle birkaç zaman hastanede kalmıştı ve birçok geceyi sabaha beraber bağlamıştık. İmtihan mevsimiydi. Ağrılarına inat baba gibi duruyordu. Bu hal üstüne o yazıda kendisini “Sevgili ejderham” diye tanımlamıştım. Ejderhaları edebiyatta, sinemada daha çok bir korku unsuru olarak kullanıyorlar ama o koca gövdelerinin büyük yüzdesini kanaatimce yürekleri kaplıyor.

Babanızı kızdırıyor gibi oradan buradan sıkıştırmayı sever gibi bir hâliniz, tavrınız var. Ya da vaktiyle ben böyle yaptığım için öyle göründü.

- Saadettin Ökten Hoca, geçen gün bir radyo programında Fethi Gemuhluoğlu ağabeyden duyduğu bir sözü söyledi: “Hâl saridir. Sizin bir haliniz bana, benim bir halim size geçer.” Bu hatırlatmadan sorunuza dönersem evet, ben babama çok bulaşırım. Onu kızdırmak ve de ardından kimselerin yanında demediği özlü sözlerini duymak için böyle yaparım. Gerçi bu da onun sünnetidir. O da rahmetlik dedeme böyle yapardı. Anadolu’da sevginin gösterilme biçiminde bazı arazlar var tabi.

Tekrar röportajımıza sebep olan o günkü etkinliğe dönecek olursak tam olarak ne hissettiniz?

-O mekânda, bir omuz hizasına Ayasofya’yı diğerine Sultanahmet’i alarak söz söylemek büyük yükümlülük. Doğu Roma İmparatorlarından Halide Edip’e, Hazreti Fatih’ten Gönenli Hocaya, aklı kendine yâr olmayanından velisine kadar birçok şahsiyetin konuştuğu o mübarek semtte, bir ayağı kırık sandalye misali noksanları da olsa konuşmak lütuftur. Hem mahcup oldum hem de ziyadesiyle onurlandım. Bir yağmur olan babam ne kadar üstüme yağarsa yağsın, ben serçe kuşuyum gagamın aldığı ancak o kadardı. İnşallah eksiğimizi iştirak edenler tam saymışlardır.

Son olarak neler kaldı söylemek istediğiniz?

-Mutlak hakikatin peşinden ayrılmaz, günün-güncelin yanıltıcı hikâyesine, nefsinin ağına pek takılıp kalmaz. Kavimler göç edip gitse de şahsi birçok kusuru da olsa burçtaki nöbetini bırakmaz, okçular tepesini terk etmez. “Allah sözünden dönmez, O nur tamamlanacaktır sakın bunu unutmayın” der.

ŞERİF AYDEMİR KISA ÖZGEÇMİŞİ

Elazığ-Ağın nüfusuna kayıtlı olan Şerif Aydemir 1950 yılında Kemaliye’de doğdu. Lise öğrenimini Malatya’da tamamladı. Adalet Meslek Yüksek Okulu’nu bitirdi. Türk Edebiyatı, Yeni Asya, Sur, Sanatalemi.net, Bizim Külliye, Ağın Düşün ve Sanat Dergisi, Ağın Haber Gazetesi ve Harput Çırası’nda yazıları ve şiirleri yayımlandı. Ruhuma Saplanan Şehir (hikâye, 2005), Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene (Deneme, hâtırat, 209), Mendilim Sende Kalsın (Hikâye, 2010) Yaşamak Geçti Başımdan (Hatırat, 2023) Karyolanus Faciası (Shakespeare’dan uyarlama roman, 2023) yayımlandı. İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Şerif Aydemir, ESKADER (Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği)’in kurucuları arasında yer aldı ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ağın Haber gazetesinin başyazarlığını ve Yayın Danışmanlığı’nı yürüttü. 2011 yılında 40 yıl idarecilik yaptığı İstanbul Adliyesi’nden emekli oldu.

Editör: Çağrı Fatih CEBECİ