Geçen yıl bir aklı evvel beyaz Türk çakması, yüksek analizler yapmak için Yenikapı’ya gitmiş ve makarna yedikleri için şiş göbekli, et yemedikleri için küçük beyinli olan, az okumuş yeni bir insanlık türü keşfetmişti. Dahası bu kitle neden Yenikapı’ya gidiyor analiz etmeye çabalamıştı. Geçen yıl da Yenikapı’da yer alan birisi olarak bu sene bu yüksek düzey sosyal analizcilere bir iyilik yapacağım ve içeriden bilgi sızdıracağım. Gerçi internetten ulaşılabilecek kariyer ve Cv bilgilerim, eğitim düzeyim ve diplomalarım belki biraz bu yüksek seviye sosyal analizcileri üzebilir ama merak etmesinler, tüm duygu, düşünce, yaşayış ve hissiyatı işle o aşağılamaya teşne oldukları kitlenin ideal örneklemiyim.

Derdim hayat hikâyesi anlatmak değil ama analizcilerimiz belki çocukluğuma da inmek isteyeceklerdir. İnişli çıkışlı bir çocukluğum oldu. Varlık da yoksulluk da gördük. Öyle ki ayakkabı alamadığımız için babam, ablamın beyaz, naylon malzemeden üretilmiş, ponponlu çizmelerinin boyun kısmını keserek, bana ayakkabı yapmıştı. O lastik çizmeden bozma ayakkabıları giyip, okula gittiğim günün okul çıkışında Hüseyin Bold hızıyla eve koşmuştum. Çünkü ayakkabılarım gün boyu çocukların alay konusu olmuştu. Ekonomik olarak çok sıkıntılı günlerdeydik. O dönemde küçük kız kardeşimin anneme avuç içini göstererek, “anne bu kadar da mı evde ekmek yok dediği sahneyi ne zaman anlatsam ağlarım”. Ev sahibi kavramının nasıl bir heyula, nasıl bir kâbus olduğunu o günlerde öğrendim. Olsun tüm bu sıkıntıların anlamlandırabileceğimiz bir sebebi vardı. Babam iflas etmişti ve kimseden para istemeyecek kadar onurluydu. Durumdan vazife çıkartıp tamircide iş bulduğumda, beni işe göndermeyecek kadar onurluydu. Kimseye sıkıntısını belli etmemeyi karakteri haline getirecek kadar onurlu. Bu sebeple yaşadığımız maddi sıkıntılar bizim açımızdan katlanılabilirdi. Ve nihayetinde geçiciydi. Ancak daha büyük kusurlarım vardı. Çarşaf giyen bir annem vardı. Annemim temsili resimleri, kötü örnek olarak devlet kitaplarında basılıydı. Devlet çarşaflı kadın resminin üzerine çarpı işareti koyup afişe ediyordu. Çarşaflı kadının oğlu, devletin okulunda okumuş kime ne? Veli toplantılarına annem velim olamadığı! İçin benden 5 yaş büyük henüz genç kız bile sayılmayacak yaşlarda ablam katılırdı. Küçüktüm. Bize yapılan bu zulmün siyaset olduğunu bilemezdim.

Aklımız az çok ermeye başladığında bir seçim döneminde bir gün babam dedi ki oğlum dedenizin bir vasiyeti var. Benim sülbümden (soyumdan) bir kişi CHP’ye oy verirse, ona hakkım helal olmasın. Çünkü dedem, iki jandarmanın köye gelip, kadınların ehramlarını yırttığını(örtü), Kuran’ları toplatıp yere atıp çiğnediğini görmüş, yaşamış adam. Çünkü dedem, dersim isyanına bastırmak için gönderilen birliklere, katılmış adam. Makineli tüfek kullanıcısı olan dedeme, ateş emri verildiğinde namluyu çadırların üstüne doğrultmuş, boşa sıkmış kurşunları. Operasyonu dürbünle izleyen paşanın yaveri, dedemin yanına gelip, dadaş ne yaptığını gördüm. Bir daha böyle bir şey yaparsan, namlunun arkasında değil, ucunda olursun! ikazına muhatap olmuş adam. Kadınların, bebekli annelerin, taze gelinlerin kurşuna dizdirildiğini görmüş bir adam. O adamın çocuk yaşlarda bize bir nasihati vardı. CHP’ye oy verme! CHP demenin, zulüm demek olduğunu anlayacak kadar büyümüştüm. Yaşanacak Türkiye vaadiyle boşuna çırpınma ey Kılıçdaroğlu! Ben CHP’ye oy vermem, hatta sen de CHP ye oy verme

Bunları anlatınca politik bir ailenin çocuğuyum sanılmasın. Dedem kendi köyünde, okuma yazması bile olmayan, helal lokma kazanmak için, muhannata(hainlere) muhtaç olmayacak kadar varlıklı olmak için, canla başla çalışan bir Anadolu köylüsü. Babam genç yaşta gurbete gelmiş, hep emeğiyle, bileğiyle kazanmış, babası gâvur okulunda okuyacaksın da gâvur mu olacaksın diye okutmadığı için okumayı bile askerde öğrenmiş emekçi bir adam. Annem Kuran okumayı da Latin harflerini de kırkından sonra, kendi gayretiyle öğrenmiş bir Anadolu kadını. Merhametli Anadolu annesi! Annem Menderes ile ilgili konu olduğunda, umumiyetle idamının sene-i devriyesinde, hep ağlardı. Bunun politikayla bir ilgisi yoktu. Annem, radyodan işittiğimiz ölümlü trafik kazalarına da ağlardı. Ben bu durumu anlayamaz sorardım “tanımadığın kişilerin ölümüne niye ağlıyorsun ki!” Sanırım bu sorunun akılla verilen bir cevabı yoktu. Bu sorunun cevabı derinlerde, daha derinlerde bir yerdeydi.

Dedim ya evimizde siyasi değil vicdani bir ortam vardı. O günlerde evde siyasete dair bir gündem hatırlamam. Buna rağmen sağcıydık. Çünkü sağ bizim için İslam demekti. Ama ilginçtir, beş vakit namazlı babam, abdestsiz yere basmayan annem MNP veya MSP ye meyletmemişti. Sonraları bizlerin ilk gençlik yıllarındaki telkinleriyle Refah’a oy vermeye başlamışlardı. Erbakan’ın iyi Müslüman olduğunu elbet bilirlerdi, ama kalben ısınamamışlardı. Lakin Hoca’ya değilse de talebesine, Tayyip Erdoğan’a çok erken ve hızlı ısındılar. Tayyip Erdoğan henüz il başkanı iken, Büyükşehir adayı olmadan önce, henüz kimse tarafından pek tanınmıyorken Bağcılara gelmiş ve bir konuşma yapmış. Ben yoktum o gün ama akşam her ikisinin de heyecanını unutmam. O günden berri ikisi de fanatik Tayyipçi. Hele anamın heyecanını görmelisiniz. Kırk türlü hastalığı olan anamın, yetmiş yaşında Kazlıçeşme ’ye, Yenikapı’ya mitinge giderken nasıl bir küheylana dönüştüğünü mutlaka görmeliydiniz. Benim Tayyip Erdoğan sevgim bu kadar eski ve köklü değil ne yazık ki? Ben Tayyip Erdoğan’ı aklımla sevebilmiş biriyim.

28 Şubat sürecinde tamda gençliğimizin en kudretli çağındaydık. Kafamız, kaslarımız, duygularımız dipdiriydi. Ben zaten devletin cüzzamlı çocuğu olduğumu kabul etmiştim. Devlet anam çarşaflı diye bana cüzzamlı muamelesi yaptı, Lise yıllarında namaza başladım cüzzam lekelerim çoğaldı, üniversite baş örtüsüne özgürlük eylemlerindeydim leke her yanımı sarmaya başladı, 28 şubatta askerdeydim, açıkça namaz kıldığım için, 8 ayda sürgünden, sürgüne gönderildim. Her gün psikolojik taarruzun yapıldığı, saldırının kamudan hayata, hayattan sokağa lanetli bir is dumanı gibi yayıldığında ruhumuz ağır cendereler altında ezildiğinde, etrafımızdaki insanların nasıl adım adım sakaldan, sarıktan, tesettürden, namazdan, kıyafetten, kimlikten taviz verdiklerini gördük ve yaşadık. Hiç unutmam bir gün babam 28 şubat medyasının kuşatma haberlerini dinlerken dayanamamış ve şöyle demişti. “Yeter artık, kendine Müslüman diyen herkes eline silahı alsın, vuruşa vuruşa gidelim. Müslüman gavur birbirinden ayrılsın. Ölürsek ölelim, kalırsak adam gibi yaşayalım” Hiçbir İslamcı arka plana sahip olmayan babam bunları dediğinde gerçekten de o son noktayı ben de bekledim. Dik duracağımız ve yeter diyeceğimiz son noktayı. Ama olmadı. Onun yerine herkes uyum sağlamanın derdine düştü. Sonrası malum.

Ak Parti kurulduğunda orada yer alındığında elde edilebilecek müthiş fırsatlar dünyasını elbette gördüm. Ama bu benim dünyam değildi. Ak Parti üzerinden bireysel ikbal beklentim hiç olmadı. Benim Ak Partiden beklentim 28 Şubat kâbusu sonrası özgürlükler dünyasını genişletmesiydi. Her seçim de oyumu elbette Ak Partiye verdim ama biraz ailemdeki Ak Parti fanatiklerini şakadan kızdırarak. Sandık günü, oyumu Saadete vereceğim, Ak Parti de fazla sekülerleşti deyince annem kızar, sütümü helal etmem der, eşim bak küserim der, bizim ufak oğlan baba oyunu sarı bıyıklıya ver der. Mahalle baskısı o biçim yani. Doğrusu şu ya son dört yıla geldiğimizde Ak Partinin hala dindarlar açısından hayati meseleleri çözemediğini filan terennüm ederdim. Ama sonrasında gösterilen performans ve başarı doğrusu benim değil taleplerimin hayallerimin bile ötesinde oldu. Bu yüzden lamı cimi yok kardeşim, evirmeden kıvırmadan konuşuyorum. Sadece okullarda andımızı kaldırıp, özgür bir neslin önünü açtığı için bile oyumu Tayyip Erdoğan’a veririm. Hem de değil bir iki, bin kusur olsa, bin kere Tayyip Erdoğan’a oy veririm arkadaş. Tesettüre mutlak özgürlük sağladığı, eşit yurttaşlığı tesis ettiği, Kürtlüğü utanmaktan çıkarttığı, Türklüğü gururla ifade edilecek seviyeye çıkarttığı, milleti sefalet çukurundan çıkarttığı, Müslümana kompleksiz ve cesur olmayı öğrettiği için oyumu bin kez daha Erdoğan’a veririm. Tercihini Erdoğan’dan yana kullanmayan ya acı çekmemiş, ya vefasız, ya nankördür arkadaş. Ben bu topluma güvenmiyorum, ben İslamcılara güvenmiyorum, ben Saadetin şaşkaloz ihtiyarlarına ben BBP’nin çapsız mirasyedilerine, ben iyi gün dostu jan janlı Akp simsarlarına güvenmiyorum ama ben Tayyip Erdoğan’a güveniyorum arkadaş. Dünya 5’yen büyüktür dediğinde bunu inanarak söylediğine güveniyorum. Başkanlığı nefsi için değil milleti için istediğine inanıyorum. Bir faniyim, kefenimi giydim öyle yola çıktım, dediğinde samimiyetine inanıyorum. İşte bu sebepler bugün Yenikapı da olacağım. Kalabalığın arasına karışıp samimi Tayyipçilerin içine dalacağım.