“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin...” (Nisâ: 136)

“Ayasofya’daki İtikâdî Tehlike Bağlamında İlâhî Bir İkaz” başlıklı bir önceki yazımızda, dinden taviz verme sonucunu doğurabilecek yahut böyle anlaşılabilecek en küçük bir sessizliğin/ duraksamanın, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şahsında nasıl ilahi bir ikazla neticelendiğini anlatmıştık.

Bu yazımızda ise, Ayasofya’da hakla batılın karıştırılmasına, tevhid mekânında teslis şirkine müsaade edilmesine sessiz kalmanın, hatta bunu normal karşılamanın, özellikle dinî / itikâdî altyapısı olmayan Müslümanlar için arz ettiği tehlikeye; hakiki ve kâmil bir imanın ölçüsünün konduğu Mücadele Suresinin 22. ayeti ışığında dikkat çekmeye çalışacağız.

Bu ayet-i kerimedeki ölçü baz alındığında, noksan ve yanlışlarımız kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Evveliyetle, imanın kemale erdirilmesini emrederek, konu edindiğimiz ayet-i kerimeyi teyit ve takviye eden Nisâ Suresi 136. ayeti mealen hatırlatalım:

“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisâ: 136)

Bu ayette iman edenlere tekrar “iman edin” denmesi son derece manidardır. Burada imanın taklitten tahkike geçirilmesinin önemi vurgulanmaktadır. Demek ki imanını kemale erdirmek her mümine farzdır.

Biz de bu ayet-i kerimeyi kıstas alarak kendimizi bir samimiyet testine tâbi tutabilir; noksanlarımızı tamamlamak için de, işe Mücadele Suresi 22. ayette haber verilen vasıfları kuşanmakla başlayabiliriz.

I- MÜCADELE SURESİ 22. AYETİN İZAHI

1- Meali ve İniş Sebebi

Yazımıza konu olan ayetin daha iyi anlaşılabilmesi için, onun öncesindeki iki ayetin mealiyle başlayalım:

“Allah’a ve Peygamberine düşman olanlar var ya, işte onlar en aşağı kimselerin arasındadırlar.” (Mücadele: 20)

“Allah, ‘Şüphesiz ben ve Peygamberlerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphe yok ki, Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Mücadele: 21)

Bu iki ayetten sonra gelen ve konumuz olan 22. ayet de mealen şöyledir:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kavim ve milletin, Allah ve Peygamberlerine karşı gelip düşmanlık besleyenleri -isterse bunlar onların babaları veya öz oğulları veya kardeşleri ya da hısım ve kabilesi olsunlar- sevip dost edindiğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış, onları kendinden bir ruh (manevi bir destek ve indirdiği inayet) ile desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları cennetlere koyacaktır. Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular. İşte bunlar Hizbullah/ Allah’ın yakınları ve dostlarıdır. Haberiniz olsun ki korktuklarından kurtulup umduklarına erenler, ancak onlardır.”

Bu ayet üzerinde aşağıda daha tafsilatlı duracağız; ancak burada şu kadarını söyleyelim ki, ayette kâmil müminlerin vasfı olarak haber verilen iki keyfiyet, “kalplerine imanın yazılmış olması” ve “Allah tarafından manevi bir destekle destekleniyor olmaları” her mümin için imanda varılması gereken hedefe işaret etmektedir.

2- Bu Ayetlerde Anlatılanlar

Bu ayet-i kerimelerde anlatılanlara genel manada bir bakalım:

20. ayette, Allah ve Peygamberine karşı gelip düşmanlık besleyenlerin en aşağılık kimseler olduğu anlatılmaktadır.

21. ayette, onların Allah ve Peygamberlerine karşı olan düşmanlıklarının asla netice vermeyeceği, Allah ve Peygamberlerinin mutlaka üstün geleceği anlatılmakta, dolayısıyla Allah ve Rasulüyle, başka bir söyleyişle Allah’ın dini olan İslam’la mücadelenin, hüsran ve bedbahtlıkla sonuçlanacağı anlaşılmaktadır.

22. ayette anlatılanları ise şöyle sıralayabiliriz:

- İman / din bağı, soy bağının üstündedir, Allah ve Rasûlüne düşmanlık olduğunda sıla-i rahim bağlarının bir anlamı kalmaz.

İslam, sıla-i rahime, yani yakınlarla ilgi ve dostluk kurmaya çok önem verdiği halde, bu ayette insanın en yakınları (babaları, oğulları, kardeşleri, aşiretleri/ akrabaları) sayılarak, şayet İslam’a, Allah ve Rasûlüne düşmanlık yaparlarsa, bunlara asla sevgi beslenemeyeceği anlatılmaktadır.  Bu hususta merhum Celal Yıldırım’ın Tefsirinde şu ifadeler yer almaktadır:

“İslam dini sıla-i rahim kavramı ile hısımlar arasında sevgi, saygı, yardım ve merhamet düzeyinde kaynaşmayı vacip kılmıştır. Böylece aile hayatına renk katarak, hısımlar arasında kopmaz bağlar oluşturmuştur. Ancak hısımlar arasında din ve inanç farkı bulunmadığı sürece bu böyledir. Farklı din ve farklı inanç ortaya girince, artık aralarında sevgi ve dostluk, akrabalık ve yakınlık bağları kopar… Çünkü Allah, Peygamber ve din sevgisi bütün sevgilerin üstünde bir anlam taşır. Kişinin babası veya kardeşi ya da oğlu küfür üzere olur da, bunda ısrar ederek kin, nefret ve düşmanlığını ortaya koyarsa, artık aralarındaki hısımlık bağları bütünüyle kopar…” [1]

- İmanın kalbe yazılması, onun kalpte kök salması demektir.

Aynı tefsirde bu hususta şu ifadelere yer verilir:

“İman taklitten kurtulup tahkik derecesine yükseltildiği; sağlam şuur ve anlayış, duygu ve düşünce atmosferi içinde zevkine erildiği zaman, insanın benliğini sarar ve akılla birleşip bütün değerlerin üstünde yer alır. Mümin bu çizgiye gelince dini uğruna göze alamayacağı fedakârlık, aşamayacağı engel kalmaz.

Ashab-ı Kiram’ın Allah’a ve Rasûlüne olan imanı böyle bir derecede bulunuyordu. Peygamber mektebinin verdiği yüksek irfan, onların bütün hücrelerine sızmış, ruhlarını doldurup kalp ve kafalarını aydınlatmıştı. Artık dünyevi bütün değerler böyle bir iman cevheri karşısında sönük kalmış, başta canları olmak üzere her şeylerini feda etmekten derin zevk duymuşlardır.

Böylece Allah sevgisi ve O’na kavuşma arzusu gaye-i kusvâ, yani yüce amaç haline gelip kalplerde kökleşmiştir. Yukarıda mealini yazdığımız 22. ayetle böyle bir imana dikkat çekilmektedir.” [2]

- Allah, böyle hakiki müminleri “kendinden bir ruh” ile destekler.

Yine aynı tefsirden okuyalım:

“Şüphesiz kendini imanın bu yüksek irfan derecesine getirmek için çırpınan gerçek müminlerden yana ilahi inayet tecelli eder ve onlara beş büyük lütufta bulunur:

Tahkiki imanı kalplerine nakşedip silinmemecesine işler.

İlahi yardıma mazhar kılıp üstün gelmelerini sağlar.

Ahiret âleminde onları sonsuz saadet yurdunun nimetleriyle hoşnut eder.

Dünyada da ahirette de ilahi rızasına layık görüp, onlara en üstün iltifatını bahşeder.

İlahi dostluk mertebesine eriştirerek onları korktuklarından kurtarıp umduklarına kavuşturur.” [3]

Bir düşünelim: Allah’ın bu kullarına bu kadar büyük lütuf bahşetmesinin sebebi nedir?

Ayette geçtiği üzere, Allah’a ve Rasûlüne düşmanlık besleyenlere asla sevgi göstermemeleridir. İşte bu husus üzerinde ibretle durmak gerekir.

Aynı konuda, yani imanın kalplerine kök saldığı hakiki müminlerin Allah tarafından bir ruh ile desteklenmesi konusunda Ruhu’l Beyan Tefsirinde şu ifadeler yer alır:

“İbn Şeyh der ki: Ayetin manası şudur: İman, Allah’ın düşmanlarına sevgiyle bir arada bulunmaz.[4]

“İşte onların (Allah ve Peygamberine düşmanlık edenler en yakınları bile olsa, onlara sevgi beslemeyenlerin) kalbine Allah imanı yazmış, yani imanı kalplerinde sabit kılmış ‘ve katından bir ruh ile’ ki, bu Kuran’ın nurudur ya da düşmanlara karşı Allah’ın yardımıdır veyahut da kalbin nurudur. İşte bu durumun gerçek yüzünü idrak etmek, ruhani yüce derecelere yükselmeyi istemek, düşük tabiat âleminin seviyesinden kurtulmak içindir. Bütün bunlara, hayata sebep oldukları için ‘ruh’ ismi verilir.  

Sehl (r.a.) der ki: Ruhun hayatı ebedilikledir. Nefsin hayatı da ruhladır. Şu halde ruhun hayatı zikirle mümkündür. Zikrin hayatı da zikredenle olmaktadır. Zikredenin hayatı ise zikrolunan yüce Allah sayesindedir.” [5]

- Bu hakiki müminlere Cenâb-ı Hakk’ın cennet müjdesi vardır.

- Allah onları rıza makamına ulaştırır.

Bu, Allah’ın onlardan razı olması, onların da Allah’tan razı olması anlamına gelir. Hiç şüphesiz ki Allah’ın, kulundan razı olması, bütün cennet nimetlerinin fevkindedir ve Cemalullah’ı müşahedeye sebep olur. Bunların izahlarına şimdilik giremiyoruz.

- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlara sevgi göstermemek, bu kulları Hizbullah, yani Allah’ın yakınları ve dostları mertebesine getirmiştir.

Onlar, umduklarına nail olacaklardır. Felaha erip kurtulanlar da yine onlardır.

“Allah’ın dost ve yakınları olma” sıfatını hâsıl eden keyfiyetin de yine “Allah ve Rasûlüne düşman olanlara sevgi göstermemek” olduğu gerçeğinin altını çizmek isteriz.

Buradan da, İslam akaidinde imanın göstergesi olarak yer alan “Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek” prensibinin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır.

3- Mücadele Suresi 22. Ayet-i Kerimenin Nüzul Sebebi

Bu ayetin biz müminlere verdiği mesajı daha iyi anlayabilmek için, manaya müşahhaslık katan nüzul/ iniş sebebine dikkat çekmek yerinde olacaktır.

Bu konuda Celal Yıldırım Tefsirinde şöyle denmektedir:

“Bedir Savaşında küfür ve azgınlıkta ısrar ve inat edip bütün hınç ve kinleriyle hakkın karşısına çıkan Kureyşlilerin önemli bir kısmı Ashab-ı Kiram’ın yakınlarıydı. Ebu Ubeyde’nin (r.a.) babası Cerrah, Ebubekir Sıddık’ın (r.a.) oğlu Abdurrahman, Mus’ab b. Umeyr’in (r.a.) kardeşi Ubeyd ve Hz. Ömer’in (r.a.) yakın hısımları bunlar arasında bulunuyor ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) aziz vücudunu ortadan kaldırmak istiyorlardı.

İlgili ayetle, en yakınlarına karşı silah çekip Allah yolunda savaşan müminler övülmekte ve kıyamete kadar gelecek olan diğer müminler için misal teşkil ettiklerine dikkat çekilmektedir.” [6]

Burada yeri gelmişken tefsir ilmine dair şu prensibe de dikkat çekmek isteriz:

“Ayetlerin nüzul sebebi özel olsa da, hükümleri geneldir.”

Yani ayet, yukarıda ismi geçen bazı aziz sahabiler için inmiş olsa da, ortaya koyduğu ölçü, bütün müminler için bağlayıcıdır.  Dolayısıyla Allah ve Rasûlüne karşı gelenlere veya İslam prensiplerine muhalefet edenlere, her kim olursa olsunlar sevgi göstermemek, bütün müminlere yüklenen bir mükellefiyettir.

II- HAKİKİ İMAN SAHİPLERİNİN BİDAT VE KÜFÜR KARŞISINDA TAKINMASI GEREKEN TAVIR

Hakiki müminler, sapkınlık anlamına gelen bidat ve dalalet konularında çok hassas davranırlar, hele ki küfür karşısında asla tepkisiz kalmazlar. Bunun sebebini şu hadis-i şerifte bulmak mümkündür:

Enes İbni Mâlik’ten (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kimde şu üç haslet varsa o, imanın tadını tadar:

Allah ve Rasûlünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin, tehlikeli görmek ve bundan kaçınmak.” [7]

Bu hadis-i şerifte haber verilen küfre düşme tehlikesi karşısında takınılması gereken tavır, kâmil iman sahiplerini ciddi manada endişeye sevk eder.

Bidat, genel manada sünnetin aksi, yani Hz. Peygamber’in (s.a.v.) uygulamalarına ters uygulamalar olarak anlaşılır ve bu manada bir bidatin ortaya çıkması, İmam Rabbani’nin dediği gibi, bir sünnetin kaybolması anlamına gelir.

İtikâdî manadaki bidat ise daha farklı bir boyuttur. Akaid kitaplarında “itikaddaki bidatin küfür olduğu” hükmü yer alır. Bu sebeple bidat ve dalalet, ayağını kaydırmak suretiyle kişiyi küfre yaklaştırır; hatta bazen küfre düşürür de kişinin haberi olmaz.

İmam Nesefi Tefsirinde bidatlerle ilgili olarak Sehl b. Abdullah Tusterî’nin şöyle dediği aktarılır:

“Kim imanını düzeltir ve ihlas ile Allah’ı birlerse, şüphesiz ki o, hiçbir bidatçi ile ünsiyet edemez, onunla birlikte oturamaz. Ona karşı bir düşmanlık izhar eder. Kim bidatçi birine yağcılık ederse, Allah (c.c.) ondan sünnet-i seniyyenin tatlılığını çeker alır. Kim dünya ikbalini ya da zenginliğini talep ederek bidatçi birine katılırsa, Allah (c.c.) onu bu ikballe zelil kılar ve onu bu zenginlikle fakirleştirir. Ve kim bidatçi biriyle oturup gülerse, Allah (c.c.) imanının nurunu onun kalbinden söküp atar. Kim de bu dediklerimize inanmazsa, tecrübe etsin.” [8]

Bu sözler bidat ve dalaletin tehlikesine işaret etmektedir. Küfre düşmenin tehlikesi ise bununla mukayese bile edilemez. Çünkü küfür imanı ortadan kaldırarak kişiyi ebedî felakete mahkûm eder.

Görüldüğü gibi Mücadele Suresi 22. ayetin tefsirinde, Allah’ın hüküm ve emirlerine hassasiyet göstermeyenlere karşı tavır almayanlara, tam tersi onlarla dostluk kuranlara yönelik ciddi ikazlar yapılmakta, müminler bu hususta uyarılmaktadır.

Bu ikazlara bir örnek de Ali Sâbûnî Tefsirinden aktaralım:

“Ey muhatap! Allah’a ve ahiret gününe inanan bir topluluğun, Allah ve Rasûlüne düşmanlık eden ve emirlerine aykırı davranan kimseleri sevip dost edindiklerini göremezsin. Çünkü kim Allah’ı severse, O’nun düşmanlarına düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi, bir kalpte hem Allah sevgisi hem de O’nun düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz.

Tefsirciler şöyle der:

Ayetten maksat, suçlu ve kâfirlerle dostluk kurmayı ve onları sevmeyi yasaklamaktır. Fakat ayet yasaklama ve sakındırmayı pekiştirmek için haber şeklinde gelmiştir. Fahreddin Razi şöyle der:

Yani Allah düşmanlarının sevgisiyle iman bir arada bulunmaz. Çünkü bir kimseyi sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Zira bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah düşmanlarının sevgisi yerleşince, orada iman bulunmaz.” [9]

Tefsirlerden daha pek çok delil aktarılabilir; biz bu kadarla iktifa edelim.

Şimdi buraya kadar ortaya konan bilgi ve ölçüleri, konumuz olan Ayasofya meselesiyle ilişkilendirecek olursak şunları söylememiz gerekir:

“Ayasofya’daki İtikâdî Tehlike Bağlamında İlâhî Bir İkaz” başlığı taşıyan geçen haftaki yazımızda da anlatmaya çalıştığımız gibi, Ayasofya’da bidatin sınırlarını fazlasıyla aşan itikâdî ihlaller söz konusudur.

Cami / mescid adı taşıyan bir mekânda üçlü tanrı inancının, yani teslis şirkinin sembollerinin yer alması, o mekânın tevhid atmosferini iptal eder. Tevhidle şirk, imanla küfür bir arada, yan yana, iç içe olamaz.

Ne yazık ki son merhalede Ayasofya’nın üst katında Hıristiyanlık ayini yapıldığı da alenen ortaya çıkmış ve sosyal medyaya yansımıştır.

Kâmil bir imana sahip müminler, buna asla sessiz kalamazlar; böyle bir hak - batıl karmasını kabul etmek, açık bir itikat ihlalidir; kişinin imanının zail olmasına, ebedî hayatın mahvolmasına, yani sonsuz azaba sebep olur. Allah muhafaza eylesin!

Şirkle tevhidin, küfürle imanın yan yana olduğu bir mekânda tevhid ve ihlası muhafaza ederek ibadet etmek mümkün değildir. Bunu bilmek ve anlamak için âlim, müfessir olmaya gerek yoktur.

Onun için Ayasofya’daki bu itikâdî tehlike bir an evvel ortadan kaldırılmalıdır. Bu hususta meşru şartlar içinde gerekli mücadeleyi vermek, her müminin vazifesidir.

Bu halin sadece Ayasofya’da olması bile asla kabul edilebilir bir durum değil iken; bunun Ayasofya özelinde kalmayacağı, eğer önü alınmazsa, zamanla kamuoyunda camilerde/ mescidlerde farklı din mensuplarının da kendi batıl inançlarına göre ayinler yapabileceği şeklinde genel bir kanaat oluşacağı düşünüldüğünde, ortaya çıkan felaketin boyutlarını tahmin etmek asla mümkün olmayacaktır.

Gelecek yazımızda, hakla batılı ayırıp arasındaki keskin sınırı korumakla mükellef olan, kâmil iman sahiplerinin taşıması gereken diğer bazı vasıflara temas edeceğiz.


[1] Celal Yıldırım, Asrın Kuran Tefsiri, Miraç Yayınları, c. 12, s. 424.

[2] A.g.e., s. 425.

[3] A.g.e., s. 425.

[4] Ruhu’l Beyan Tefsiri, Damla Yayınları, 3. Baskı, c. 8, s. 552.

[5] A.g.e., s. 554.

[6] Celal Yıldırım Tefsiri, s. 423.

[7] Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10

[8] Nesefî Tefsiri, Ravza Yayınları, 1. Baskı, c. 10, s. 193.

[9] Ali Sâbûnî Tefsiri (Safvetü’t- Tefâsîr), Ensar Yayınları c. 6, s. 331-332.