“Hak” kavramını anlattığımız yazılarımıza zaruri bir ara vererek bu haftadan itibaren birkaç makaleyle Gazze’de gelinen son durumu ve ABD’nin yeni Başkanı D. Trump’ın Gazzelileri sürgün ederek vatanlarına el koyma yönündeki beyanlarını değerlendireceğiz.
Bilindiği gibi Osmanlının çöküşüyle Filistin bölgesine İngilizler hâkim oldular. İngiliz eliyle, çeşitli hile ve entrikalarla bölgeye Yahudiler yerleştirildi ve İsrail devletinin kurulmasının imkân ve şartları hazırlandı. Bu süreçte İngilizler mazlum Filistin halkına çok büyük zulümler ettiler. Mesela onları topraklarını satmaya mecbur bırakmak için toprak bedelinden fazla vergiler ödemeye zorladılar. Bugün belli bir kesimin dilinden hiç düşürmediği “Filistinlilerin başına bütün bu işler topraklarını sattıkları için geldi.” şeklindeki propagandanın arkasında bu acı gerçek vardır ve bu husus müstakil bir araştırma konusudur.
Nihayet İngilizler bölgeden çekildi ve 1948’de İsrail Devletinin kurulduğu ilan edildi. O gün bugündür de Filistinlilerin maruz kaldığı haksızlık ve zulümler hiç bitmedi.
Şu anda gündemde olan durum ise Hamas’ın (Kassam Tugaylarının) 7 Ekim 2023’te İsrail’e karşı başlattığı harekâtla start aldı. 75 yıla yaklaşan bu zulümde bıçak kemiğe çoktan dayanmıştı. Bu tarih bir kırılma noktası oldu ki değerlendirmesini ilerleyen satırlarda ayrıca yapacağız. Şimdilik ifade etmek istediğimiz, İsrail vahşetinin bu tarihten sonra her geçen gün daha da artarak “terör devleti” tanımlamasına mutabık bir şekilde devam ettiğidir.
Kuran’ın haber verdiğine göre Yahudiler geçmişte iki büyük sürgün yemişler ve defalarca da ilahi azaba uğramışlardır. (Bak. İsrâ: 7) Çok gariptir ki bunlardan hiçbir ders almadan fitne, fesat, nifak ve her türlü bozgunculuğa tam gaz devam etmişler, bu alışkanlıklarından bir türlü vazgeçmemişlerdir.
Son olarak Hitler’in onlara tatbik ettiği büyük zulüm ve işkenceler de Yahudileri yolundan alıkoymamış, kelimenin tam anlamıyla “sığınmacı” olarak geldikleri Filistin’de, Filistin halkının topraklarına el koymaya kalkmışlar; devamında da tarih boyunca emsali görülmemiş bir vahşetle insanlığın yüz karası olmayı sürdürmüşlerdir.
Gelinen son durumda -her ne kadar henüz askerî veya siyasî bir müeyyideye vücut verememiş olsa da- İsrail de, ideolojisi olan Siyonizm de maşeri vicdanda mahkûm olmuş vaziyettedir.
I- İsrail - Filistin Çatışmasının Arka Planı
Hadiseye bir de uluslararası hukuk açısından bakalım.
Yaşananlardan öyle anlaşılmaktadır ki, 2. Dünya Savaşından sonra oluşturulan BM, adeta İsrail’i koruma hedefine göre konumlanmıştır. Zira BM’deki beş daimi üyeden birinin bir kararı veto etmesi, o kararın geçersiz olması için kâfi kabul edilmektedir ve buna bağlı olarak da beş daimi üyeden biri olan ABD, İsrail aleyhine verilen bütün kararları veto etmekte; böylece İsrail’in 76 yıldan bu yana yaptığı zulüm, baskı ve kanunsuzluklara engel olunamamaktadır. Bunun manası tüm insanlığın orman kanunlarına, bir nevi eşkıya hukukuna boyun eğdirilmesidir.
ABD’nin bu tavrının, ABD derin devletine de, ABD ekonomisine de Yahudi lobilerinin ve Yahudi sermayesinin hâkim olmasından, kısacası Siyonizm’den kaynaklandığını dünya âlem bilmektedir.
Keza Yahudileri böyle bir zulüm makinesi olmaya sevk eden sebebin, muharref Tevrat’taki haham uydurması “arz-ı mev’ud” hedefi olduğu da bilinmektedir.
İsrail bölgesinde gaspçıdır. Filistinlilerin vatanlarını ellerinden zorla almayı devlet politikası olarak belirleyip uygulamaktadır. 76 yıl boyunca yaptıkları budur. Bu dönemde ne acıdır ki Filistin topraklarının yüzde doksanı işgal edilmiş durumdadır. Hedefleri Filistinlileri öldürmek ya da sürgüne göndermek suretiyle bu toprakları Müslümanlardan tamamen arındırmaktır.
Ama Filistinlilerin ortadan kaldırılması, İsrail’in hedefine ulaşması anlamına gelmiyor. Yukarıda ifade edildiği gibi hedef arz-ı mev’uddur; yani kendi batıl inançlarına göre, vadedilmiş vatandır.
1800’lü yılların sonunda Theodor Herzl öncülüğünde şekillenen Siyonizm hareketi, arz-ı mev’ud topraklarında bir Yahudi devleti kurma amacını taşımaktaydı. Herzl, 1897 yılında Basel’de gerçekleştirilen Siyonist Kongre’de yaptığı konuşmada Yahudi devletinin doğal sınırlarını “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır, güneyde de Süveyş kanalına…” sözleri ile ifade etmiştir.[1]
Herzl’in danışmanlarından Max Bodenheimer de, kendilerini Filistin’e götüren gemiyle Çanakkale Boğazı’ndan geçerken şunları söylemiştir:
“Bizim düşlerimizin kanatları vardır, sınır tanımazlar. Yehova’nın Eski Ahit’te vaat ettiği Nil’den Fırat’a kadar tüm bölgeler Yahudi kolonizasyonuna açılmalıdır.” [2]
Arz-ı mev’uda dair söylenen sözlerin örneklerini çoğaltmak mümkündür ve hepsinden çıkan ortak sonuç şudur:
İsrail’in bu hedefe ulaşmak için Ortadoğu’da çatışmayacağı, savaşmayacağı, en azından güvenliğini tehdit etmediği ülke yok gibidir. Bir çırpıda sayılabilecek ülkelerin sayısı en az dokuz veya ondur:
“İsrail Topraklarının Tevratsal sınırlarını gösteren farklı haritalar içinde en büyük sınırlara sahip olan versiyonu şu bölgeleri içine alır: Güneyde tüm Sina Yarımadası ve buna ek olarak Kuzey Mısır’ın Kahire’ye kadar uzanan bir parçası; doğuda, Ürdün’ün tamamı ve Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi; Kuveyt’in tümü ve Irak’ın çok büyük bir bölümü; kuzeyde Lübnan’ın ve Suriye’nin tamamı ve buna ek olarak Türkiye’nin Van Gölü’ne kadar uzanan büyük bir parçası ve batıda Kıbrıs. Bu sınırlar hakkında yapılmış çok geniş kapsamlı araştırmalar, devlet desteğiyle, atlaslara, kitaplara ve makalelere dökülmekte ve okullarda bu sınırların propagandası yapılmaktadır.” [3]
Elbette ki bu kadar devletle savaşıp, bunlara boyun eğdirip, böyle bir haritaya ulaşmak akıl ve mantık işi değildir. Ne var ki Siyonizm ideolojisi gözlerini kör ettiği için İsrail bu gerçeği göremiyor. Kafasının bir gün sert bir taşa toslayacağını, arz-ı mev’uda ulaşacağım derken mevcut varlığını da mahvedeceğini kestiremiyor. Ama bizler, özellikle hadis-i şeriflerle gelen bilgilere iman ederek bunun böyle olacağını gayet iyi biliyor ve o günlerin bir an evvel gelmesini can u gönülden bekliyoruz.
İsrail’in “bir avuç” denebilecek nüfusuyla nasıl bu noktaya kadar gelebildiğini anlayabilmek için şu hususun mutlaka bilinmesi gerekir:
İsrail’in arz-ı mev’ud hedefiyle Hıristiyan batının “tek dini Hıristiyanlık olan tek dünya devleti” hedefi arasında bir ihtilaf yoktur. Daha doğrusu bu ihtilaf Hıristiyan dünyasında Yahudi eliyle kurulan Evangelizm mezhebi aracılığıyla aşılmış durumdadır. Buna göre sıranın Hıristiyanların hedefine gelebilmesi için önce Yahudilerin hedeflerine ulaşması gerekmektedir. Dolayısıyla Hıristiyanlar Yahudilere yardım ettiklerinde sıranın kendilerine gelmesini hızlandırmış, bir nevi kendi davalarına hizmet etmiş olmaktadırlar. İşte Yahudi Hıristiyan ittifakının hemen bütün gelişmelerde İslam’ın ve Müslümanların karşısına dikilmesinin sebebini burada aramak gerekir.
Bugün ABD’nin büyük ölçüde Evangelistler tarafından yönetildiğini; bundan daha da önemlisi Wikipedia'ya göre 2016 verileri itibariyle dünyadaki her dört Hristiyan’dan birinin Evengelist olduğunu düşündüğümüzde, bu Haçlı - Siyonist işbirliğinin hangi boyutlara ulaştığını anlamak hiç de zor olmayacaktır.
Aslında bu “Küfür tek millettir” ilkesinin müşahhas bir örneğinden başka bir şey de değildir.
Evet, bugün dünyada teknolojik ve ekonomik gücü elinde bulunduran bu Yahudi - Hıristiyan ittifakı, “tek dişi kalmış canavar” hüviyetiyle, birlik ve beraberlikten mahrum İslam dünyasına musallat olmuş durumdadır.
7 Ekim 2023’te başlayan Gazze olayları bunun son örneğidir. Gazze’nin ateşe verildiği ilk günlerde ABD başta olmak üzere batılı birçok ülkenin devlet başkanının veya üst düzey yetkilisinin İsrail’e giderek desteklerini bildirdiklerini, hatta “emrinize amadeyiz” dercesine tekmil verdiklerini, utanıp sıkılmadan Netanyahu ile kucaklaştıklarını ibretle gördük.
Sonradan bazı batılı ülkelerin tavrında kısmi manada değişiklik olsa da, siyasî, askerî ve ekonomik sahadaki söz konusu bu destek halen devam etmektedir.
Allah’a inanmış, İslam’a teslim olmuş, maddi imkân yönünden fakir ve fakat imandan güç alan dağ gibi yürekler taşıyan yiğit bir topluluğu vatanından söküp atmak için dünya küfrünün nasıl organize olduğunu; hak, adalet, insan hakları vs. gibi değerlerin Gazze ve Gazzeliler söz konusu olduğunda hiçbir mana ifade etmediğini gözlerimizle görmüş bulunuyoruz.
Küfür böylesine yekvücut olmuş iken gönül isterdi ki iki milyarlık İslam toplumu da tek bilek, tek yürek olsun; birbirine kenetlensin ve tek millet olarak hareket etsin. Böylece mazlum Filistinlileri ve ilk kıblemiz, tevhid mekânı Mescid-i Aksâ’yı bu işgalden kurtarsın. Ama olmadı. Daha doğrusu şimdiye kadar olmadı. Şimdiden sonrasını ise ayrıca değerlendireceğiz.
II- 7 Ekim Olayları ve Gazze’de Son Durum
7 Ekim 2023’te Hamas kendi şartlarına göre kapsamlı bir hazırlıkla ilk defa İsrail sınırını geçerek bir karşı harekât başlattı. Bu harekât sırasında bir müzik festivalindeki kimi insanlar öldürüldü, kimileri de Kassam Tugayları tarafından esir alındı. Hamas’ın Aksâ Tufanı adını verdiği bu operasyonun nasıl başladığına ve neyi hedeflediğine dair resmî raporundan ilerleyen satırlarda bahsedeceğiz.
Bu hadise İsrail için 76 yıl boyunca arayıp da bulamadığı bir bahane oldu. Sanki zalim olan, saldırgan olan, gaspçı ve işgalci olan kendisi değilmiş gibi bir mağduriyet rolüne büründü ve dünya kamuoyunu büyük ölçüde arkasına alarak “savunma”, “nefs-i müdafaa” hakkını kullanıyormuş havası verdiği bir sürece girdi.
Şimdi geriye dönüp bakıldığında olayların bu şekilde patlak vermesine dair birçok soru, cevap beklemektedir.
Ülkesini demir kubbeyle koruyan, uçan kuştan haberi olan İsrail; Hamas’ın bu saldırısında nasıl olmuş da gafil avlanmıştır? Nasıl olmuş da İsrail’in istihbaratı bunu önceden duyup haber alamamıştır?
Bu sorulara dair yapılan yorumlardan biri de İsrail’in, işine çok yarayacak bir bahane edinebilmek adına Hamas’ın bu saldırısına göz yumduğudur.
Bunun doğru olup olmadığını bilemeyiz. Ama -şimdi değilse de vakti saati geldiğinde- Hamas’ın bu harekâtının bir taktik hatası olup olmadığı mutlaka tartışılmalıdır. Çünkü cihad bundan sonra da hep sürüp gideceğine göre, bu tip fırsatlar ele geçtiğinde bunları değerlendirmek adına saldırma mantığı mı yoksa savunma mantığı mı tercih edilmeli sorusunun isabetle cevaplanması çok mühimdir.
Biz bu konuya Gazze olaylarının başladığı ilk günlerde yazdığımız ilk yazıda temas etmiş; işin fıkhî yönüne dikkat çekmiştik. O yazımızda da geçtiği üzere, Ömer Nasuhi Bilmen’in Fıkhiye Kamusunda İslam fıkhı açısından düşmana saldırabilmek için üç şart sayılmaktadır. Bunlardan biri de güç dengesinin hesabının yapılmasıdır. Böyle bir harekât düşmanın daha güçlü bir saldırısıyla karşılanacak, bu da Müslümanların imhası anlamına gelecekse; böyle bir saldırıda bulunmanın caiz olmadığı fetvaya bağlanmıştır.
Fetva şöyledir:
“Müslümanlarda cihada kâfi şevket ve kudret bulunmalıdır. Binaenaleyh harp için kâfi derecede kuvvet ve şevket olduğu zannedilmezse muharebeye teşebbüs caiz olmaz. Çünkü bu takdirde kendi nefislerini tehlikeye atmış olurlar.” [4]
Nitekim Gazze’de tam da bu olmuştur.
İsrail Hamas’ın bu saldırısını, güvenliğinin tehdit edildiğini söyleyerek dünya kamuoyunu yanıltmak, müttefiklerinden silah ve para desteği sağlamak için ustaca kullanmıştır.
Hâlbuki Hamas bunun yerine; hazırladığı gücü, zaten her gün kendisine saldıran İsrail’e karşı “savunma” yapmak adına “kendi topraklarında” kullansaydı İsrail’in eline böyle büyük bir koz geçmemiş olacaktı.
Bununla birlikte Hamas, 7 Ekim'den kısa bir süre sonra 17 sayfalık bir rapor hazırlayıp kamuoyuyla paylaşmış, hadiseyi “İsrail işgalinden kurtulmak, Filistinlilerin haklarını geri almak ve dünyadaki tüm halkların yaptığı gibi kurtuluş ve bağımsızlık yolunda bir savunma eylemi” olarak tanımlamış, yalnızca askerî mevzilerin hedef alındığını, sivillerin hedef alınmadığını ifade etmiştir.
Buna göre Hamas’ın hedefi, İsrail ordusunun Gazze Tümeni ve Gazze çevresindeki İsrail yerleşimlerinin yakınında konuşlanmış İsrail askerî tesisleri idi. İsrailli askerleri tutuklayarak İsrail hapishanelerindeki Filistinlilerle esir takasına zorlamak için baskı aracı olarak kullanılmayı amaçlıyorlardı. Yine kendi ifadeleriyle İslâmî değerlere bağlı bir şekilde yalnızca askerleri ve silah tutanları hedef almış, sivillere zarar vermekten kaçınmışlardı.
Dahası Kassam Tugaylarının 7 Ekim’de İsrailli sivilleri hedef aldığı iddialarının tamamen yalan ve uydurma olduğunu; kaynağı İsrail’in resmî söylemi olan bu iddiaların hiçbir bağımsız kaynakça kanıtlanamadığı söylüyorlar; festival hakkında önceden bilgi sahibi olmadıklarını, sivillere ateş açanların İsrail helikopterleri olduğunu, İsrail gazetelerinin de bunu böyle yazdığını ifade ediyorlardı.[5]
Hakikatin, yani Hamas’ın maksat ve gayesinin bu raporda izah edildiği gibi olduğuna inancımız tamdır.
Ancak İsrail’in; Hamas’ın İsrail sınırını geçerek gerçekleştirdiği bu saldırıyı arayıp bulamadığı bir bahane olarak değerlendirdiği de bir vakıadır.
Her şeyden acı olan ise, dünya kamuoyu İsrail’in kendini müdafaa görüntüsü altında yaptığının aslında bir “soykırım” olduğunun farkına vardığında, Gazze’nin çoktan yerle bir edilmiş olmasıdır.
Bütün bunlara rağmen biz bu konuyu tartışmaya açmak niyetinde değiliz. Olan olmuştur. Ama -dediğimiz gibi- bu muhasebe vakti saati geldiğinde mutlaka yapılmalıdır.
İsrail’in Gazze’ye saldırılarına savaş hukuku açısından “savaş” demek mümkün değildir. Bu, “orantısız güç” tabirinin de ifade edemeyeceği bir operasyondur. Bir millet yediden yetmişe bütün fertleri; maddi manevi bütün varlığıyla imha edilmek istenmektedir.
Aylarca gün güneş yüzü görmeden tünellerde yaşayan Kassam tugaylarının yiğitliği ve kendi şartlarında başarısı bütün dünyayı hayrette bırakmıştır.
Ama burada olan Gazze halkına oldu. Yaklaşık elli bin kişi şehit oldu. Tabi ki bunlar hesabı tutulabilenler. Enkaz altında kalan yahut naaşlarını hayvanların parçalayıp yediği şehitlerin sayısını kimse bilemeyecek. Yüz binin üzerinde yaralı var. Gazze’nin yüzde doksanı da yıkılmış vaziyette…
15 aylık bu zulüm ve soykırımın sonunda hiç kimse İsrail’in galip geldiğini söyleyemez. Galip gelen çektikleri bütün acı ve çilelere rağmen Gazzelilerdir, Kassam tugaylarıdır. Onların kahramanca mücadelesi, vatanlarını müdafaa şuurları, bu uğurda her türlü eza ve cefaya katlanmaları bütün takdirlerin üstündedir. Mescid-i Aksâ’ya sahip çıkma adına gösterdikleri bu duruşla Müslümanların yüz akı olmuşlardır. Zaten operasyonun adı da Aksâ Tufanı idi.
Galip gelemeyen İsrail, esir takası yapabilmek için anlaşmaya mecbur kalmış ve Ocak ayı içinde üç safhalı bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır. İsrail’in bu ateşkese riayet edip etmeyeceğini yaşayarak göreceğiz ki tıyneti gereği etmemesi galip ihtimaldir.
Netanyahu’yu ateşkese ikna eden kişinin yeni seçilen ABD başkanı Trump olduğu söylenmektedir. Zaten bunu Netanyahu da itiraf etmiştir.
Peki, Trump’un İsrail’e böyle bir telkinde bulunmasının, İsrail’in de bunu kabul etmesinin sebebi nedir?
Buna dair yapılan yorum şudur:
Trump İsrail’e daha geniş ve hedeflerine katkı yönünden daha kapsamlı hizmet edeceğine dair taahhütte bulunmuştur.
Hâlbuki seçimden önce güya barış yanlısı bir dil kullanıyor, savaşları durduracağını söylüyordu. Seçimden sonra ise Gazzelilerin ya tamamen imha edileceği ya da topraklarından Ürdün ve Mısır gibi ülkelere sürüleceği yönünde bir tavır koymuş ve herkesi şoke etmiştir. Meğer savaşı durdurmaktan kastı buymuş! İsrail’e “Savaşıp yorulmanıza gerek yok, savaşsız halledelim bu işi…” demek istemiş!
Evet, Trump aynen bunu söylüyor. Müslümanları sürüp çıkardıktan sonra Gazze’deki enkazı kaldırıp yerine villalar yapma hayali kuruyor…
Aslında burada şaşılacak bir durum yoktur. Zira yazının başında da belirttiğimiz gibi ABD, devlet politikası olarak İsrail’in güvenliğini son derece önemsemektedir. Başkanlar değişse de, bu devlet politikası değişmemektedir.
Başkanlar içinde İsrail’in en büyük dostu da Trump kabul edilmektedir. Netanyahu bunu ABD seyahatinde dünya kamuoyu önünde basın toplantısında bizzat ifade etmiş, Trump’a şöyle seslenmiştir:
“Sen İsrail’in Beyaz Saray’da sahip olduğu en büyük dostusun!”
Netanyahu’nun bu sözü kuru bir yağ yakma taktiği değildir. Çünkü Trump İsrail’e olan dostluğunu birinci başkanlık döneminde ispatlamış bulunmaktadır.
Kudüs, İsrail’in başkenti olarak o dönemde tanınmış, bunun göstergesi olarak da ABD büyükelçiliği Kudüs’e taşınmıştır.
İsrail’in Suriye’den aldığı Golan Tepelerini İsrail’e veren kararnameyi Trump imzalamıştır.
İsrail’i tanıma ve güvenliğini temin etme adına Suudi Arabistan, BAE, Tunus gibi bazı Körfez ülkeleriyle yapılan ve “Normalleşme” denen süreci başlatan İbrahim Anlaşmaları da yine Trump dönemine tekabül etmektedir.
Bütün bunlardan anlaşılan, Trump’ın kendinden önceki başkanlardan farklı olarak, İsrail’e sadece para ve silah yardımında bulunmadığı; İsrail’in bölgeye hâkim olması için ne gerekiyorsa fazlasıyla yaptığı, yani Yahudi davasını Yahudiler kadar benimsediğidir.
Trump’ın bir kere daha seçilmesiyle ortaya çıkmıştır ki artık ABD, İsrail’e destek veren bir ülke olmanın ötesinde, fiilen savaşın içinde yer alan bir ülke olacaktır.
Terörü “devlet politikası” kabul eden bir ülkenin -İsrail’in- yanında yer almakla, onunla aynı konumda olduğunu kabul ve ilan etmiş olmaktadır.
Bu durumda Hamas sadece İsrail’le değil, aynı zamanda ABD’ye karşı da savaşmaktadır.
Trump’ın Gazzelilerin sürgün edilmesi ve Gazze topraklarının değerlendirilmesiyle ilgili sözlerini gelecek yazımızda ele alacağız.
[1] Yaşar Kutluay, Siyonizm ve Türkiye, Çatı Kitapları, 2005, İstanbul, s. 16.
[2] Mim Kemal Öke, Filistin Sorunu, Ufuk Kitapları, 2002, İzmir, s. 37.
[3] Yahudilik’te ve İslam’da Arz-ı Mev’ud Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Fatih Memiç, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eylül 2010, s. 46 - 47.
[4] Fıkhıye Kamusu c. 3, s. 358.
[5] https://tr.euronews.com/2024/01/22/hamastan-7-ekim-raporu-saldiri-savunma-eylemiydi