HAYAT biraz da yaralanmaktan ibaret. Mutluluk anlarımız var, evet. Mesut demlerimiz mevcut, tamam. Ama çokça yaralanırız. Oklar atılır kalbimize. İçimize kanarız.

HAYAT biraz da yaralanmaktan ibaret.

Mutluluk anlarımız var, evet.

Mesut demlerimiz mevcut, tamam.

Ama çokça yaralanırız.

Oklar atılır kalbimize.

İçimize kanarız.

Kimseler bilmez, bilemez.

Saklarız yaralarımızı.

Hatta çoğu defa kendi öz benliğimizden bile saklarız.

Kutsal bir emanet gibi üstelik.

Bohçalara sardığımız bile vakidir.

Kanayan kalbimizin en bilinmez tenhasına sırlarız.

Ki, çoğu defa bu o bile fark edemez bunu.

Kanayan da kendisi olur kalbimizin, sakladığı da…

İnsan bu.

Ne çok şeye sahip, kadir.

TRAVMA diyorlar buna modern zamanların insanları.

İçsel yaralanma yani.

Bunun üzerinde çalışan ve travmaları onaran uzmanlarımız var.

Eskiden annelerimiz 'Ahretlikleriyle' muhabbet ederek çözümlerlerdi bunu.

Babalarımız ise kendilerini işe, güce vurur yine de kar etmezse bir ahbabıyla halleşirdi.

Yaradan bahsedilmezdi ama.

Anlatılması için üstelemezlerdi edeben.

Bu kişinin kendi inhisarındaydı, nasıl isterse öyle yapardı.

Bilinen şu ki, bu muhabbetler her zaman birbirlerine şifa olurdu.

DAHA eskiler bir kuyunun başına gider, yukarıdan aşağıya seslenir, kelimelerini suya emanet ederlerdi.

Ancak sazlıklarda biten kamışların ney haline gelip neyzenin nefesiyle acılı sızlanmalara sebep olduğu anlaşılınca bundan vazgeçerlerdi.

Kimi de alıp başını kendini dağlara vururdu.

Deli esen rüzgarlara inat türkülerin kanatlarına takarlardı kederlerini.

Ferahlayıp inerlerdi aşağıya.

Mahremiyet konusuna odaklanıp pişman olanlar da olurdu elbette.

Rüzgarın ağyara iletmiş olması ihtimalini hesaba katıp tekrarını yapmazlardı.

Yani yine kalbine emanet ederlerdi hüzünlerini.

PEKİ, şehrin dağdağasına mahkûm biz garipler ne yapacaktı?

Yareni ile paylaşmaktan başka çare var mıydı?

Hayır, yok.

Olmamalı da zaten.

Çünkü sahibi odur.

Emanet sahibine tevdi edilmelidir.

Hak onundur.

Ehil olan da yine odur.

NEREDEN çıktı şimdi bunlar diyenleriniz olabilir.

Anlatayım efendim.

Yoğun bir muhabbetle takip ettiğim ve her zaman hürmet edip hayırla andığım yazar ve gönül insanı Şerif Aydemir facebook sayfasında 'Not Defterimden Süzülenler' yazı serisinin yirmi sekizinci bölümünde bu toprakların vicdanı olan Âşık Veysel'in bir dörtlüğüne yer verdi.

'Ay geçer, yıl geçer uzarsa ara

Giyin kara libas, yaslan duvara

Yanından göğsünden açılır yara

Yar gelmezse yaraların elletme'

YÂR gelmezse yaraları elletmeme şuuru örfümüzün bize en güzel armağanlarından…

Başkası çare olabilemez çünkü.

Yarayı ancak yar sağaltabilir.

Kanamanın sebebi o çünkü.

Yarayı açan kapatmalıdır.

Hak onundur.

O sebeple bu husus, aşinana ne kadar aşina olabildiğinle alakalıdır.

Yara ve yar münasebetini ne kadar sahih kurabildiğinle ilgilidir.

Yar gelmezse ne olacak peki sorusu zihnimize çöreklenebilir elbette.

Yar esasen hiç gitmemişti.

O bizim zannımızdı.

Ya Selam!