YABANCILAŞMAK

Endüstri çağının bir çok getirisine mukabil bir çok götürüsüde oldu. Bu götürülerin en başında geleni de insanın kendisine, çevresine, varlık sebeplerine, etraf ve eşrafına olan yabancılaşmasıdır.

Yabancılaşmaktan kast ettiğim şey, herkesin bir çırpıda aklına gelen bir yabancılık, yabanileşmekten bahsetmiyorum. zira herkesin ilk aklına gelen yabancılık, her ne kadar hoş bir durum olmasa da üzerinde uzun uzun kalem oynatmaya gereksinim duyacağım bir davranış şekli değil. çünki; ilk akla gelen yabanilik, belli bir süreç ve bir takım paylaşımlar sonrası yerini bir takım yumuşamalara ve kısmi entegrasyona bırakabilir. Dolayısıyla böylesi bir yabanilik benim yazmak istediğim şey değil.

Benim derdim ve ya bende dert olan yabancılık, İnsanın kendisiyle, çevresiyle ve iletişim içerisinde olması gereken herşey ile uzaklaşmasından daha ziyade, kendisini bütün bunlardan tamamen soyutlaması ve tecrit etmesidir.

Uzaklaşmak, beri kılmak ve görmek ve sonucunda tecrit etmek yabancılaşmanın gerçek halidir. Bu durum modern dünyanın insanı icbar ettiği bir problem olarak tanımlanmış olsada, salt mecburiyet ile açıklanır gibi de değildir.

Zihnin kirliliği ile zihin beraklığı arasında ki arafta kalan bir boşluk hali gibidir. Bana göre insanın kendi kendisini helak edişinin ana aktörü olan yabancılaşma olayına, tuzum kadar katkı vermeye çalışacağım.

Bu zihin kirliliği hasebiyle kendisinden uzaklaşan, kendisine yabancılaşan, kendisiyle hasbihali kesen insan, dış dünya ile hepten ayrı düşmüştür. Bu ayrılık beraberinde yapayalnız, çaresiz, umutsuz ve çıkışı olmayan bir insan prototipi ortaya çıkarmıştır. Bir bakıma istenilende zaten buydu. Zira umutsuz, yılgın, bitkin ve çıkış yolu (!) olmayan insan, potansiyel bir antidepresan müşterisiydi.

Bu kısır döngü, alınan her draje sonrası sanal bir mutluluğa yerini bırakırken, dozun etkisinin buhar olması sonrası daha bir beter sarmalar dönüşmektedir.

Yaralı, umutsuz, yılgın ve bitkin insan, dış dünyadan yardım isteyemeyecek kadar dış dünyaya uzak ve yabancı iken, dış dünyanın da kendisine koyduğu mesafeyi de kabullenmiştir artık. Dış dünyanın diğer fertleri de aynı taşın altında öğütülmektedir.

İnsanın hayatla, kendisiyle, etrafı ile iletişim içerisinde olması ve bütün öğeleriyle eşgüdüm bir yaşam sürmesi gerekirken, sosyal yaşam diye enjekte edilenler insanı bu yabancı dünyaya ve yabancılaşmaya mahkum etmektedir. İnsan insanın kurdu ve insan insanın celladıdır artık.

Çırpındıkça batan ve battıkça vahşileşen insan, yabancılaşmaya daha bir sarılmakta ve tek kurtuluşu yine yabancılaşmakta bulmaktadır. Hepimiz git gide daha bir yalnızlaşıyor, yalnızlaştırılıyoruz. Bütün bunları yapar ve yaşarken, bir avuç vampirin ekmeğine de yağ sürüyoruz.

Kollektif bilinç saldırı altında. Bireyselleştirilme projesi tam hızıyla devam etmekte. Daha bir cilalanıp renkten renge sokulan bireysellik, bizi bizden koparmakla kalmıyor kimsenin kimseye ihtiyacı olmadığı inancına salıveriyor.

Duygusuz, duyarsız, umarsız, şefkatsiz, merhametsiz kitleler halinde ve haliyle yapayalnız milyonlar yanyana yaşıyoruz. Burnumuzun dibinde olanları görmüyor, duymuyor ve ciddiye dahi almıyoruz.

Tüm insanlık türbilans halinde alarm veriyorken, kendi çaldığımız sirenleri bile duymuyoruz. Tatsız, tuzsuz, ruhsuz ve vitaminsiz bir hayattan sanal mutluluklar devşirmeye çalışıyoruz.

Herkes ve herşeyden evvel kendisine rezevr koymuş insan ölüyor...