Atatürk’ün “Kültür Devrimleri” nden denilen adı üzerinde yanlış telaffuz edildiği halde “Dil Devrimi”  en zor ve zikzaklı  olanı oldu. Arapçadaki “inkılap” ve bir bakıma da “ihtilal”  kelimelerinin  uydurukça karşılığı “devrim” demek, “bir şeyi alt -üst etmek, yan yatırmak” demektir.

'DİL DEVRİMİ', 'UYDURUKÇA DİL' İLE NİÇİN VE NASIL BAŞLADI VE ATATÜRK BUNDAN NEDEN VAZGEÇTİ?

Atatürk'ün 'Kültür Devrimleri' nden denilen adı üzerinde yanlış telaffuz edildiği halde 'Dil Devrimi' en zor ve zikzaklı olanı oldu. Arapçadaki 'inkılap' ve bir bakıma da 'ihtilal' kelimelerinin uydurukça karşılığı 'devrim' demek, 'bir şeyi alt -üst etmek, yan yatırmak' demektir. İşte, dil bir milletin hayatında süreklilik arz ettiği, 'devrim' le değil ''evrim' le geliştiği için ''Dil Devrimi' demek bu sebepten yanlıştı. 'Dil Devrimi' demenin yanlış olduğunu, daha önceki yazılarımızda 'inkılapların kanunları' na da aykırı olduğunu belgeleriyle anlatmıştık.

Mustafa Kemal Atatürk'ün mesleği askerlikti ve asıl olarak bu alanda temayüz etmişti. Dil konusunda en yakın çalışma elemanlarından Hikmet Bayur, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Cevat Emre'nin hatırlarında anlattıklarına göre, 'Atatürk bir dil uzmanı değildi. Dilden anlamazdı. Bu sebepten dilci geçinenlerin etkisinde kalmıştı.' Kendisi de aslında, aşağıda anlatacağımız üzere, 'Uydurukça Dil' den vazgeçerken, 'Benden isteyenlerin isteklerini denedik ve tecrübe ettik. Tutmadı' diyerek bunların etkisinde kaldığını dile getirecektir.

Atatürk'ün 'Dil Devrimi' konusunda etkisinde kaldıkları kimseler, neredeyse tamamen 'hakiki dil uzmanları, birinci sınıf dilciler, üstat ve duayen yazarlar' değil, ikinci, üçüncü ve belki de hiç dereceye giremeyecek ehliyetsiz, liyakatsiz ve amatör kimselerdi. Bunlar, biraz da Atatürk'ün devrimler geleneğinde, onun gözüne girmek, bu sayede itibar sahibi olmak, makam ve mevkii kapmak için ona 'yaranmak' kabilinden kendilerini gösterdiler. İşe biraz da 'yıkıcı amaçlı ' olarak 'iç ve dış algı operasyonları' nın damgasını vurması, yapılanları büsbütün berbat etti.

Osmanlı döneminden gelen, toplumu 'iki dillilik' ten kurtararak, herkesin yazıp ve konuşup anlayabileceği genelde bir 'halk dili' haline getirmeye yönelik Tanzimat'la birlikte 1840'larda başlayan ve 1922'ye gelene kadar adına 'Dili Sadeleştirme' denilen 'dili ıslah hareketi' yle, Türkçeden Arapça ve Farsça tamamlamalar terk edilerek ve genelde 'aşrı tasfiye' ye gitmeksizin Türkçe olan kelimelerin kullanılmasına özen gösterilerek, adı geçen sadeleştirilme süreci tamamlanmış, 'Dil Devrimi' günlerinde yaşamaya devam eden Mehmet Akif, Yahya Kemal, Halit Ziya Uşaklıgil, Yusuf Ziya Ortaç, Halide Edip Adıvar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Ali Canip Yöntem, Ahmet Emin Yalman, Prof. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Mükremin Halil Hiç, Celal Nuri, Hüseyin Cahit Yalçın vb. edebiyatçı ve yazarlar, edebiyatımızda birer 'şaheser' ve 'klasikler' den olan kitaplarını 'Sadeleştirilmiş Dil' ile yazmışlardı. Atatürk de 'Nutuk' unu 1927' de bu dilli yazmış, 20 bin Arapça ve Farsça kelime kullanmıştı.

Atatürk, 1932'de Türk Dil Kurumu'nu kurarak, öncülüğünü yaptığı 'Dil Devrimi' konusunda, başlangıcındaki esası, dilimizdeki bütün Arapça ve Farsça kelimelerin topyekun tasfiye ile yerlerine 'dili arılaştırma, öztürkçeleştirme' adı altında 'uydurukça dil' e yukarıda adları geçen üstat ve duayen yazarları 'kazanmak' için büyük çaba harcamışsa da bunu başaramamış, özellikle Yahya Kemal için, 'O, Dil Devrimine kazanılmadıkça bu iş başarılı olamaz' denilmiş, yazarımız, kendisini bu uğurda sık sık sıkıştırması karşısında 'Paşam, beni kendi halime bırak' diyerek kesin tavrını ortaya koyunca, Atatürk onun üzerinde durmaktan vazgeçmiş, aşağıda göreceğimiz üzere 'Uydurukça Dil' den dönüş yaparken de onun için 'Yahya Kemal haklı çıktı' sözlerini sarf etmiştir.

'Dil Devrimi' ne, günlüklerinde yer aldığı üzere Ahmet Hamdi Tanpınar'ın tepkisi de söyle olmuştu: 'İnkılapların taraftarıyım ve dil meselesindeki ifratlar hariç.' (Ahmet Hamdi Tanpınar, 'Seçmeler', YKY, İstanbul, 1992, s. 310). İşi bilen, ehil, üstat ve duayen yazarların 'Uydurukça Dil'e karşı çıkmaları haksız ve yersiz değildi. Çünkü, şiir, makale ve romanlarını bu dille yazmak isteselerdi 'şaheserler, klasikler' yazamazlardı.

'Dil Devrimi' nin Talihsiz Başlaması

Daha sonra bunu 'hatalı, yanlış' görüp vazgeçeceği halde, 'Dil Devrimi' nin başlangıcı yıllarında, adı geçen devrime Atatürk'ün biraz da 'asker kişiliği' damgasını vurmuştu. Bu cümleden olarak, Sadri Maksudi (Arsal)'ın 1930'da yayınlanan 'Türk Dili İçin' isimli kitabına bir 'takdim' yazısında 'Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır' ifadesini de kullanmıştı.

Görülüyor ki Atatürk, başlangıçta dil konusuna 'askeri stratejik ve taktik terminoloji ' ile bakıyor ve başlıyordu. Başkomutanı olduğu İstiklal Harbimiz yıllarında, vatanımızı dört bir tarafından işgal eden düşman askerlerini savaşıp kovarak bağımsızlığımıza kavuşmuştuk. Atatürk'ün buna kıyasla ima ettiği, dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerini de 'yabancı askerlerin işgaline' benzeterek, bunların da atılmak suretiyle 'Dilimize de istiklalini kazandırmak' düşüncesi, toplumun sosyolojik, kültürel bir yapılanmasının askeri bir yapılanma ile karşılaştırmaya tabi tutulduğu kendisini gösteriyordu ki, zaten Atatürk'ün yaptıkları için de 'Atatürk İhtilali' veya 'Anadolu İhtilali' denildiği halde, dil konusundaki bu görüşleri 'ihtilallerin kanunları' na da aykırı idi. Sonra, 19. asırda Batı'da yoğun olarak yapılan 'Dil Reformları' geleneğine de aykırı idi. Bunun böyle olduğunu, 'Türkçe Yılı Dolayısıyla III' yazımızda Batılı Türkologlar ve ilim adamlarının eleştirileri ve gösterdikleri çözüm yollarıyla dile getirmiştik. Avrupa'da hemen hemen her dilini yeniden ıslah ve düzenlemeye kalkışmıştı ama, bunlarda bizdeki gibi yüzde yüz tasfiyecilik yaşanmamıştı. Çünkü dünyada 'saf dil' yoktu. Saf dil, arı dil kabile dili olup dillerin en ilkelidir. Yaşayan dilleriyle Batılı milletlerin kelimelerinin % 60 -70 ini başka dillerden kelimeler meydana getirmiştir ve getirmeye devam etmiştir.

'Uydurukça Dil' Salgının Başlaması

'Türkçe Yılı Münasebetiyle' yazılarımızda geniş olarak dile getirdiğimiz üzere, 'Uydurukça Dil' in sebeplerinden olarak, kuru-sıkı ve hamasi bir milliyetçilik duygusu yanında, 'Medeniyet değiştirmek' in sanki bir 'elbise değiştirmek' gibi yanlış algılanması sonucu kendisini gösterdi. 'Medeniyet Davası' işinin 'Medeniyetler arası bir sentezleme' olduğu bilerek veya bilmeyerek gözardı edildi.

'Uydurukça Dil' yapılanmasına öncülük teşkil etmesi için halk dilinden ve Orta Asya'dan Türkçe kelimelerin derlenmesi sonucu iki ciltlik Tarama Dergisi yayınlandı; 'Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu' ve 'Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu' isimli kitapçıklar hazırlandı. Cep kılavuzlarına, Türkçede karşılığı olmayan kelimelerin yerine masa başında uydurulan ve dilimizin gramerine uymayan uydurukça kelimeler de konulmuştu. Artık bundan böyle bu dergi ve kitapçıklardaki öz Türkçe kelimeleri kullanılarak yazılması ve konuşulması istenilmeye başlandı.

Bunun öncülüğünü de Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa yaptı. 3 Kasım 1934'de Çankaya Köşkünde İsveç Veliahtı Prens Gustav Adolf'u kabul toplantısında yaptığı konuşmasında uydurukça kelimeler kullandı. Konuşmadan kimsenin bir şey anlamadığı bu kelimelerin sayısı 35 idi.

Atatürk, 1932'den başlayarak 1936'da 'Uydurukça Dil' den vazgeçeceği yıla kadar bütün kutlama yazıları ve TBMM'ni açış konuşmalarında hep uydurukça kelimeleri kullandı.

Gazetelerden olarak, bütün gazetelere haber salınarak, artık bundan böyle köşe yazarlarının yazılarını arı dil, öztürkçe ile yazmaları 'zorunlu' hale getirildi. Köşe yazarları buna uyarak akşamdan, Osmanlı döneminden gelen 'Sadeleştirilmiş Türkçe' veya 'Yaşayan Türkçe' ile yazdıkları makalelerini, sabah götürüp gazetede, adlarına 'ikameci' denilen uydurukça dil yapmak için özel olarak görevlendirilmiş kişilere veriyorlar, bunlar, yazarlardan gelen metinlerdeki bütün Arapça ve Farsça kelimeleri Tarama Dergisi ile iki cep kılavuzundan aldıkları 'öz Türkçe kelimeler' denilen kelimelerle değiştirerek yeniden kendileri yazıyorlar, öğleye doğru gazetenin matbaasına teslim ediyorlar, gazeteler sabah çıktığında, halkın okuyarak anlamasını bir kenara bırakınız, köşe yazarları bile yazdıklarını anlayamıyorlardı. Bunları anlatan Falih Rıfkı Atay'ın dile getirdiklerine göre, bu 'ikameci' işinden olarak, Cumhuriyet'in sahibi Yunus Nadi, başyazılarını yazdıktan sonra 'ikameci' ye vermeyerek uydurukça dile çevrisini kendisi yapar, bu haliyle gazetesine verir, gazete sabah çıktığında, yazdığı yazısını okuyunca kendisi bile anlamazmış. (Falih Rıfkı Atay, Işık, Dünya Gazetesi, 17 Temmuz 1966)

'Öz Türkçeye öncülük etsin' diye hazırlanan Tarama Dergisi ve yapılan iki kılavuz kitap çalışmaları boşa gitti. Edebiyatçılarımızdan Peyami Safa'nın yazdıklarına göre, 'Tarama Dergisi, Kılavuz, Sözlük gibi bir sürü lügat kitaplarında öz Türkçe diye ortaya koyduğumuz kelimelerin yüzde doksan dokuzu sayfalarında gömülü kaldı ve yaşamadı, çünkü dilin cevheri bunları kustu ve dışarı attı.' (Peyami Safa, Osmanlıca Türkçe Uydurukça, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1990, s. 136)

Atatürk' ün 'Uydurukça Dil'den Vazgeçmesi

'Uydurukça dil' de insanların 'deneme ve tecrübe' nin 'kobay' ı olarak 'kullanıldığı bir yer de Atatürk'ün sofrası oldu. Çankaya köşkünde sofranın müdavimlerinden Falih Rıfkı Atay hatıralarında anlattığına göre, Atatürk sofrasına gelen hemen herkese, içinde hiçbir Arapça ve Farsça kelime olmayan 'arı dil' veya 'öz Türkçe' kelimelerden ibaret birer nutuk söylemeleri için görevler veriyordu. Cumhuriyet gazetesi sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, TBMM Başkanı Kazım Özalp, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bunlar arasında olan kimselerdi. Atay, Yunus Nadi'nin 'uydurukça nutuk' unu yazmak için ne büyük zorluklar ve sıkıntılar çekerek hazırladığından ve bunu okurken de ıkınarak, sıkılarak büyük zorluklarla kanter içinde okuyup bitirdiğinden bahseder. En güzel 'Uydurukça Dil' i İstiklal Savaşı komutanlarından emekli general Kazım Dirik konuşurmuş. Atay, onun için de 'çıtır çıtır konuşurdu' görüşlerine yer verir ve yine hatıralarında Atatürk'ün bütün bu uydurukça konuşmalardan sıkıldığından, bunlardan hiçbir şey anlaşılmadığı için giderek rahatsızlık duyduğundan bahisle, onun artık bundan dönülmesine yönelik son kararı aşamasına geldiğine yönelik şunları yazar:

'Bu dar özleştirme (arı dil, uydurukça) sıkıntıları içinde bir gün, arkadaşlarından birine bir nutuk söylettiğini hatırlıyorum. Hiçbir yabancı kelime kullanmayacaktı. Ayağa kalktı. Nutuk bir kekelemeden ibaretti. Kendisine (Atatürk'e) dedim ki:

-Sanki İç Asya'dan (Orta Asya'dan) gelen biri size derdini anlatmaya çalışıyor. Ama derdi nedir? Hiç birimiz öğrenemedik. Güldü. Sonra yalnız olduğumuz bir gün:

'Çocuk beni dinle' dedi. 'Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakırlar mı? Bırakmazlar. Biz de çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına bırakamayız' dedi.' (Falih Rıfkı Atay, Işık, Dünya Gazetesi, 17 Temmuz 1966)

Atatürk, Atay'a söylediklerinin benzerini iki yazara daha söylemişti. Bunlardan Ahmet Cevat Emre'ye 'Dilde ve musikide inkılap olmaz.' (Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1960, s. 338 – 339) sözlerini sarf ederken, İsmail Habip Sevük'e de: 'Bu dil işi bu tutumla (uydurukça ile) sökmeyecek; ben öldükten sonra döneceklerine ben kendim dönerim.' (İsmail Habip Sevük, Dil Davası, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1949, s. 29) sözlerini sarf etmişti.

Atatürk'ün bir sofra toplantısında 'Dil Devrimi' ne aktif destek verenlerin yanında Yahya Kemal de vardı. Konuşmasının bir bölümünde, onun 'Uydurukça Dil' e destek vermemesinin 'erdem' ini dile getirmek için, 'Yahya Kemal'in vehmi sizin ilminizi yendi' diyerek, dil konuşunda kendisini yanlış yönlendirenleri tenkit etmişti. (Nihat Sami Baharlı, İlmi Yenen Vehim, Meydan Dergisi, 28 Şubat 1967, s.11)

Atatürk, bu dönüşünün ardından hiçbir konuşması ve yazışmasında artık bundan böyle masa başında üretilmiş uydurukça kelimeleri kullanmadı. Yaşayan dilimizde kullanılmaya devam eden Arapça ve Farsça kelimelerin kullanılmasına geri döndü.

Atatürk'ün 'Uydurukça Dil' den dönmesinin bir diğer göstergesi de 'Güneş Dil Teorisi' ne büyük önem vermesi oldu. Bu teoriye, Avusturyalı Dr. H.F. Kevrdie, 45 sayfalık bir 'deften karalaması' sında ortaya atmıştı. Bunu göre, bütün dünya dillerinin Türkçeden geldiği ileri sürülüyordu. Atatürk, 1936'da yapılan Üçüncü Dil Kurultayını bunun ispatlanmasına ayırmıştı. Ona göre, dilimizdeki kelimelerin büyük bir kısmını meydana getiren Arapça ve Farsça dillerinin de 'Türkçeden gelme diller' olduğu ispat edilirse, mesele kalmaz, zaten 'dil davası' nda asıl güdülen amaç, 'milliyetçilik, onu millileştirmek' olduğu için, artık bundan böyle adı geçen dillerin kelimeleri aslından bizim olduğu için onları kullanmakta bir mahzur olmayacaktı. Ayrı bir yazımızda detaylı olarak inceleyeceğimiz 'Güney Dil Teorisi' ispatlanamadığı için tutmadı. Atatürk'ün vefatından sonra gündemden tamamen düştü.

Atatürk'ün 'dilde ve musikide inkılap (devrim) olmaz' sözünü 'bilinçsizce söylemiş' olması düşünülemez. Konu buraya gelmişken filoz Aristo'nun 'Bir milletin ruhunu ve değerlerini yok etmek istiyorsanız, diline, hukukuna ve musikisine dokununuz' sözüne kulak vermeliyiz.

Bir milleti yok etmek için niçin dili ve müziğine dokunulmalıdır? Çünkü, bir milleti millet yapan ve diğer milletlerden 'farklı' hale getiren onun kendine özgü milli dili ve milli müziğidir. Millet için zaten devamlı, 'Milli dilini kaybeden milletler yok olurlar' denilmiştir. Bu sebepten, bir millet yaşatılmak isteniyorsa onun dilinde inkılap yapılamaz. Zira dünyada 'saf dil' diye bir dil yoktur. Bütün diller birbirinden etkilenmişlerdir. En gelişmiş, ileri diller denilen İngilizce, Fransızca, Almanca' nın bile % 60-70'i Latince ve Eski Yunancadan kelimelerdendir. 'Saf dil', 'kabile dili' dir ki, dillerin en ilkeli budur.

Müzik ise, genel anlamda tarif edildiği üzere, 'Bir milletin milli dilinin sazlı ve sözlü olarak estetik hüviyet kazanmasıdır.' Bu bakından müziğin 'evrensel' i veya 'uluslararası' olanı olmaz. Milletler ancak kendi müziklerinden zevk alırlar, onunla mest olurlar. 'Müzikte Batılılaşma' da bu sebepten, milletimiz nezdinde kabul görmemiş, milletimize yabancılaşmış küçük bir azınlığın lüksü ve modası haline gelmiştir.

Geçmişten günümüze, 'Dil Devrimi' sürecinde yaşanan en talihsiz gelişmelerden birisi de, Atatürk 'Uydurukça Dil' in zararlarını görüp bundan vazgeçtiği halde, o hayata gözlerini yumduktan sonra ise, onun dönemini müteakiben gelen 'İnönü Dönemi' nde (1939 – 1950), Milli Şef ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün, Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü'nün dile getirdiği üzere 'Atatürk'ün başaramadığı Dil Devrimini ben tamamlayacağım' (Nihat Sami Banarlı, Fuat Köprülü ve Türk Dili, Meydan Dergisi, 2 Ağustos 1966, s. 15)) diyerek, 'Uydurukça Dil' e geri dönmesi oldu. Bu görevi, Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel ve kültür danışmanlarından Nurullah Ataç'a verdi. Yücel zamanında 'Uydurukça Dil' ders kitaplarına girmeye başladı. Ataç, yaptığı aşırı uydurma dille tarihimize 'Türkçenin anasını ağlatıcı, mezarını kazıcı' (Nejat Muallimoğlu, Türkçe Bilen Aranıyor, Muallimoğlu Yayınları, İstanbul, 200, s. 315), 'Türkçeyi Ataç yıkmıştır' (Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, Polat Ofset, Ankara, 1972, s. 109) hükümleri ile geçti.