İslam toplumu olarak en büyük sorunlarımızdan birine harita reflekssizliği diyebiliriz. Başkalarının çizdiği, başkalarının böldüğü, başkalarının birleştirdiği, başkalarının onayladığı ve içinde nefes alıp vermeye devam edenlerin (bundan razıymış gibi) tepkisiz yığınlar haline geldiği birkaç asır geride kaldı.

İslam toplumu olarak en büyük sorunlarımızdan birine harita reflekssizliği diyebiliriz. Başkalarının çizdiği, başkalarının böldüğü, başkalarının birleştirdiği, başkalarının onayladığı ve içinde nefes alıp vermeye devam edenlerin (bundan razıymış gibi) tepkisiz yığınlar haline geldiği birkaç asır geride kaldı.

Düşünülmesi gereken nokta, daha kaç asır başkalarının bizim adımıza ve bize dair kuracağı cümleler karşısında etkisiz kalacağımız? Ne zaman buna itiraz edecek güç, azim, irade ve cüreti kendimizde bulacağımız?

Sıkça ifade edilen ve artık sloganlaşmış cümlelerden biri de 'dünyanın bize muhtaç olduğu'dur. Kabul edelim ki dünya bize muhtaç değil. Kendimizi biraz fazla 'şey' görüyoruz. Şey… Yani böyle ulaşılmaz, Batı'nın oyuncağı olmuş ama aslında öyle değil vesaire…

Mülteci olduğu için nasılsa muhtaç diye onu ucuza çalıştıran, hakkını talep ettiğinde de ona 'Suriyeli değil mi' diye ağza alınmayacak ifrazatı döken kişileriz neticede.

Dünya bize muhtaç değil cümlemize dönelim. Dünyada yapılıp bizde reddedilen ne var? Biz derken, İslam ümmetini kastediyorum. Herkes toprağa beton döküyor, bizde döküyoruz. Herkes tabiatı katlediyor, bizde ediyoruz. Herkes insanı tüketiyor, bizde tüketiyoruz. Herkes güçlünün haklı olduğu mottosuna hizmet ediyor, bizde ediyoruz. Herkes 'daha kalabalık' olmayı avantaj ve hakikat işareti olarak görüyor, bizde görüyoruz. Dahası onlar harita çiziyor, biz çizdiriyoruz.

Bizim gavurdan farkımız nedir? Şu: Bizim haritamızı da onlar çiziyor. Arakan, Patani, Bangladeş, Pakistan, Irak, Suriye, Yemen, Afrika ülkeleri... Latin Amerika'nın Portekizce konuşuyor olması, Pakistan'ın resmi dilinin İngilizce oluşu. Kasten çözümsüz bırakılan bölgelerden biri olan Keşmir'de hala kan akması…

Fanaa filminde Rehan Khan (Amir Khan) abimizin kayın pederi olan amcamıza -ki kendileri yakın zamanda ölen Rishi Kapoor oluyor- sorduğu can alıcı soruyu şuraya bırakayım: Keşmir'de ne olması gerektiğini Keşmir halkına soracak mısınız?

Hakikaten, sınırları kimler kimlere sorarak çizdi, böldü, parçaladı? Veya hadi 'onlar vazifesini yaptı' diyelim. Neden kimse, hiçbir yapı, otorite, ülke, siyasi birlik, güç bunu reddetmedi? Neden acaba İsrail'in meşruiyet zemini olan bir kurumun icazetine muhtaç yığınlarız?

Dahası, neden bu konuyu derinleştirmek için kurabileceğim birçok cümlenin zülfü yare dokunacağı endişesiyle yarıda kalmasını kendime bağırmak zorunda kalıyorum? İlyas Çakırbeyli reisimizin ifade buyurduğu gibi neden sertçe 'niye, niye, niye?' diye kararlı bir şekilde ısrarla sormuyoruz?

Kısadan uzun bir cümleyle tamamlayalım…

Bize ait toprakların ve insanların sınırlarına, hangi alfabeyi kullanıp, neyi giyip, nasıl tüketip, neden reddedip, kimlerle hareket etmesi gerektiğine itiraz etmediğimiz müddetçe toprakları bizim(!) ama haritaları başkalarının bir dünyada nefes alıp veriyor olacağız.

Sovyetlerin yıkamadığı Afganistan'ımızı kendimizle baş başa kaldığımızda birbirimizle savaşırken yıkmış bir topluluğuz neticede. Dolayısıyla Google'sız bir dünyayı talep etmiyor oluşumuz kadar, onu teklif etmiyor, edemiyor oluşumuz da cenaze namazımız için önemli bir sebep!

Coğrafyamızın ve ulaşmamız gereken coğrafyaların haritasını derhal çıkarmalıyız. Bunu yaparken 'biz' kavramına riayet etmeliyiz. Dünyanın bize olmasa da bizden birilerine ihtiyacı olduğuna evvela bizler yürekten inanmalıyız. İtirazımız olduğu kadar (gavurun da hakkının yenmeyeceği) tekliflerimiz de olmalı.

Okunmayan bir yazara ait şiirde söylendiği gibi: 'Gavurun da çocuğu ölmesin, Müslümanın da!'

Arz ederim.