Turgut Özal’a Cumhurbaşkanlığı yaramamıştı. Çünkü, adı geçen makam bir “icraat” makamı değil “protokol” makamı idi. Çankaya köşkünün, basık, dar ve karalık odaları onu iyice sıkmıştı. Boş duramıyordu.

Özal Kardeşi Yusuf'a Yeni Parti'yi Niçin Kurdurmak İstemişti?

Turgut Özal'a Cumhurbaşkanlığı yaramamıştı. Çünkü, adı geçen makam bir 'icraat' makamı değil 'protokol' makamı idi. Çankaya köşkünün, basık, dar ve karalık odaları onu iyice sıkmıştı. Boş duramıyordu. Öyle ki, kendisini bilgisayardan 'atari' i oyunlarına vermişti. Bu oyunlar çoğu zaman yalnız oynanamıyordu. Bir oyuncu arkadaş ararken, aklına en yakın dostu ve nazı geçen müsteşarı Güzel İnsan geliyordu. Ona, 'Hasan!.. Hemen gel' diye telefon ediyor, o da hemen 'Acaba bir şey mi oldu' endişesiyle koşarak geliyor, köşke girince Özal'ın atari oynadığını görüyordu. İlk sorduğu 'Cumhurbaşkanı telaşlı telaşlı beni çağırdınız, acaba önemli bir şey mi var' diye soruyordu. Verdiği cevap: 'Hayır, önemli bir şey yok, geç karşıma atariyi beraber oynayacağız, seni bunun için çağırdım' diyordu.

Köşkte her gün atari oynamakla zaman geçmez, memleket için de iyi işler yapılmazdı, derken ölümüne yakın günlerde, ikinci telaşlı aramayı yapmıştı. Kardeşi Yusuf Bozkurt Özal Devlet Bakanı idi. 'Yusuf!... Hemen gel, gecikme!...' diye de ona telefon açtı. Yusuf'ta Hasan gibi endişeli Köşk'e koştu. Helecanla, 'Abi bir şey mi var!...' dedi. O da, 'Sakin ol, şöyle otur' dedi. Hemen, meseleye girdi: 'Elini çabuk tut, sana bir parti kurduracağım' deyince Sayın Yusuf şaşırıp kalmıştı.

Özal, artık kararını vermişti ve parti kurulacaktı. İsmini de Yusuf'a kendisi verdi: 'Yeni Parti'. Kardeşine, 'Ben buraların adamı değilim. Cumhurbaşkanlığı görevimden istifa edeceğim ve Yeni Parti ile siyasete yeniden atılacağım' diyerek de parti kuruluş gerekçesini açıklamıştı. Tarihe adını zaten 'Cumhurbaşkanı' olarak yazdırmıştı. Bu onun için yeterdi. 7 seneyi beklemeye gerek yoktu.

17 Nisan 1993'de Cumhurbaşkanı Özal'ın 'erken' ölümü her şeyi alt üst etti. Çünkü, ölmese idi, aynı ay içinde İyi Parti kurulacak ve kendisi de birkaç ay içinde istifa edip onun başına geçecekti. 'Yeni Partiyle daha da yepyeni bir Türki'ye kurmayı' hayal ediyordu. 'Suikastlı mı, değil mi hala tartışmalı' ölümü buna elvermedi. Olmadı!..

Özal, Bitlis, Mumcu ve Kahveci Suikastlarının İçyüzü

Cumhurbaşkanı Özal'ın 17 Nisan 1993'de vefatı 'Suikast mı, değil mi?' yi en yakınında bulunan 'sır dostu' derecesinde yakın mesai arkadaşı ve benim de arkadaşım ve dostumdan öğrendim. 'Kesinlikle suikast' dedi. Hatta, suikast olduğunu daha geniş boyutlarda dile getirdi: Neredeyse birer ay aralıklarla 'planlanan' dediği en sonu 'Özal Suikastı' olan bunların 'zincirleme halkaları' nı şöyle dile getirdi: 1949 Trabzon doğumlu, İstanbul'a gelerek okuduğu bütün okulları birincilikle bitirerek süper zekalı olduğunu gösteren Kahveci, Amerika'ya tahsile gönderilerek burada okuduğu üniversiteden elektrik mühendisi olarak mezun olmuş, Türkiye'ye dönüşünde Boğaziçi Üniversitesine öğretim üyesi olarak atanmıştı. Anap İstanbul milletvekili Adnan Kahveci Suikastı (Sayın Kahveci, 1987'de kurulan II. Özal hükümetinde Devlet, 1989'da kurulun Akbulut Hükümetinde Maliye ve Gümrük Bakanı, 1991'de kurulan Yılmaz hükümetinde yine Gümrük ve Maliyi Bakanı idi) . 5 Ocak 1993'de yapılmış, an suikastı, büyük bir ustalıkla 'trafik kazası süsü' verilecek şekilde planlanmış, bunun için arabası hareket halinde iken sürekli takibe alınmış, eşi ve kızı ile birlikte arabası ile İstanbul'a giderken, Bolu Gerede yakınlarında bir alt geçide yaklaştıklarında, çok sisli ve göz gözü görmez bir havada suikast tertibi için yol üzerine yanlış yönlendirme levhaları konularak arabası ters bir yola yönlendirilmiş, yoğun sis nedeniyle karşısından gelen arabayı göremeyen Kahveci'nin arabası ona çarparak aile efradı ile birlikte feci can vermişlerdi. . Olaya ,'trafik kazası yaptı' süsü verile üzerine gidilmedi ve kapatıldı. Bundan 17 gün sonra, 23 Ocak 1993'de Uğur Mumcu (Cumhuriyet gazetesi başyazarı), evinin yakınında park halinde arabasına bomba düzeneği yerleştirilerek öldürülmüş, sebebi olarak 'Anti – laikler, Şeriatçı örgütler, İran İslam Cumhuriyeti yaptı' bahanesi uydurularak maskelenmişti. Bundan 25 gün sonra Orgeneral İdris Bitlis suikastı (Jandarma Genel Komutanı) Doğu Anadolu'ya gitmek için bindiği uçağa, kalktığı hava alanında burada görev yapan Amerikan timi tarafından uçağına kalkmadan önce düşme tertibatı yerleştirilerek kalktıktan 5 dakika sonra düşmesi sağlanmış ve Paşa şehit olmuş, buna da 'uçak buzlanma sebebiyle düştü' yutturmacası uydurulmuştur. Bundan 59 gün sonra da, 17 Nisan 1993 Cumhurbaşkanı Turgut Özal Suikastı, onun tedrici olarak zehirlenmesi sonucu gerçekleştirilmiş ve buna da 'kalp krizinden öldü' bahanesi uydurulmuştu. 'Zehirlenme endişesi' sebebiyle araştırma yapmak için Özal'ın mezarı açılarak saç örneği alınarak yapılan tahlillerde 'zehir izlerine rastlandı' raporu verilmiştir.

Aynı yılan birbirini takip eden ilk dört ayı ve her aya bir suikast tekabül ettirildiği halde bu 'zincirleme suikastlar' a başlangıç sebebi, dostumun bana anlattıklarına göre şöyle olmuştu: 1992 Aralık ayı sonlarına doğru, Uğur Mumcu, telefonla Cumhurbaşkanı Özal'ı arayarak size çok önemli bilgiler vereceğim diyerek konuşmasına başlar: 'PKK ile Amerika arasında çok yakın, detaylı, planlı ve belli bir stratejik projelendirmeye mahsus ilişkilerin varlığına ulaştım. Bunları sizi aktarmak ve gerekli tedbirlerin alınmasını istiyorum.'

Sayın Mumcu'ya Özal'ın cevabı şu olur: 'Bunları yalnızca ikimiz arasında değil de Kahveci ve Bitlis Paşa'nın da dahil olduğu dörtlü bir toplantıda ele alalım. Bunun için size gün, saat ve toplantı yeri vereceğim. Haberimi bekleyiniz' der ve telefonlar karşılıklı olarak kapatılır. Kapatılır ama, artık her şey açık ve seçik ortadadır. Telefonlar, iç ve dış istihbarat örgütleri tarafından dinlenilmiş, o 'kritik toplantı' yı yaptırmamak için 'Suikastlar Takvimi' hemen hazırlanmış, 5 Ocak 1993 'Kahveci Suikastı' ile işe başlanmıştır. Benim bunları uzun uzun anlatmama gerek yoktur. Detayları, bu suikastları ayrı ayrı veya müşterek anlatan bütün kitaplarda dile getirilmiştir.

Yalnız burada özellikle, devasa 'algı operasyonları boyutları' olan ve bunlarla 'bir taşla üç kuş vurmak' ı ihtiva eden Uğur Mumcu Suikastı üzerinde çok durmak, 'perde arkaları' nı açığa çıkarmak, deşifre etmek gerekecektir. Bu suikastla, milletimizin düşmanları milletimize çok çeşitli ve boyutlarda zararlar vermek için bir taşla üç kuş vurmak istemişler, vurmuşlar ve bunu başarmışlardır. Atılan ve baş yaran bu taşlar şunlardır:

1-Amerika –PKK gizli ilişkileri ve planlamalarının deşifre edilmesinin önlenmesi: Kendi şahsından kaynaklana ve amacı zaten bunları deşifre ederek gerekli tedbirleri aldırtmak olan Mumcu'nun öldürülmesi ile bunların akim bırakılması gerçekleştirilmiştir. Atılan taşla başımız bu suikast olayı ile iyice yarılmış ve bizi 'beyin ameliyatı' yapmak derecesine bile getirmiştir.

2-Eskiden beri zaten iç ve dış 'algı operasyonları' ile tarihin derinliklerinden ta '31 Mart 1909 İrtica Olayı', 'milat başı' olarak planlandığı halde, tarihimiz ve ders kitaplarımızda da hep yanlış yönlendirme olarak 'irtica, irticaya ölüm' edebiyatıyla, okutulan, o yıllarda dünyanın süper gücü İngiltere'nin 'iç harp' argümanlı ve profilli 'algı operasyonları' yla planlı olarak yönettiği bu olup bitenler, (Bunlar Osmanlının yıkılışında büyük roller oynamışlar ve İngiliz arşivlerindeki 31 Mart 1909 Olayı Belgeleri halen açıklanmamıştır) Cumhuriyet dönemine geldiğimizde daha da büyük 'atak' yaptırılarak, yine bir 'iç savaş argümanı' olarak kullanılmaya ananevi 'algı operasyonları' ile devam edilmiştir.

İşte bu argümanlar, Uğur Mumcu Suikastı ile bir kere daha büyük boyutlarda canlandırılarak kullanıma yeniden sokulmuş ve sıfatına 'Uğur Mumcu Suikastı ile gelen (Bu sefer de süper güç İngiltere yerine süper güç Amerika'dan kaynaklı ve planlarını o yaptığı halde) yeni bir 31 Mart Olayı diyebileceğimiz (Veya, 1909 ve 1930 Olaylarından sonra üçüncü 31 Mart Olay) bu olayın yıkıcı eylemleri, adı geçen suikasttan 4 yıl sonra kendisini gösterecek olan 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi günlerine kadar uzanarak 'zirve' yapacaktır. Bir zamanların olmayan ve Amerika'nın 'algı operasyonları' ile planlanan 'Komünizm Öcüsü' gibi, onun yerine bu sefer de olmayan 'İrtica Öcüsü' pompalandığı halde, buna bilerek veya bilmeyerek alet olan üst düzey beş generalimiz, darbelerini 'Anti-laiklik, şeriat ve irtica ile amansız mücadele' temeli üzerine bina etmişler ve hatta bunlardın birisi olan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya (Adı 'Güven' di ama milletimize 'güven' verebilmiş miydi?) 'İrtica PKK'dan daha tehlikelidir' diyerek tarihimize 'kara bir leke' düşecek yapılanmaya imza atmıştı.

Aman Allah'ın aman!.. Uğur Mumcu Suikastı günleri ne günlerdi ne günler!... 'Cumhuriyet Gazetesi –TRT- Cumhuriyet Halk Partili Belediyeler üçlüsü', 'Amerika- İngiltere –NATO-İsrail'in dörtlüsü' nün planlayıp yürürlüğe koyduğu 'algı operasyonu' olan 'Uğur Mumcu'yu, anti –laikler- şeriatçı örgütler ve İran Mollaları öldürdü' üçlü sahte söylemi veya sloganı olabilecek buna, sağlarını sollarını düşünmeden, tam bir alet olarak ve hem de mitinglerle sokaklara dökülmek suretiyle 'karşıt tarafla' rı tahrikle, 'iç savaş çıkartmak' a yönelik fikir ve hareketler yapılanmalarına ülkemizin dört bir tarafında imza atmışlardır.

Uğur Mumcu'nun başyazarı olduğu Cumhuriyet gazetesi, neredeyse tam bir yıl süreyle, hemen her gün 'Mumcu'yu anti laikler öldürdü' ana ekseni üzerine kurgulanmış ve kurulmuş bir plak gibi, her ertesi gün, 'Mumcu'ya Şeriatçı Örgütler Kıydı', plak dönmeye devam ediyor ve gelecek ertesi gün de 'Mumcu'yu Öldüren Örgüt'e Ulaştık: Selam-Tevhit Örgütü' ve aynı minval üzere çalması bir yıl sürecek kurulmuş plaktan bir ara örnek de 'Suikast Emrini İran Mollaları Verdi', ertesi gün 'Amaç Atatürkçü Düzeni Yıkmak' vb vb vb. yollu bitmez tükenmez sürekli manşetlerini hep temcit pilavı hikayesi hiç eksik etmedi. Anlayacağımız Cumhuriyet, sendromlaştırılması yapılanmasına sokulan Uğur Mumcu Suikastı bahanesi ve 'algı operasyonları' ile sanki 'Milletimize Savaş İlan Etmiş Bir Bülten' benzeri çıktı. Hiçbir kimse çıkıp da 'acaba' deyip, 'yaptıklarımızın tersi de doğru olamaz mı?' diyalektik düşüncesinin kenarına bile uğramaksızın, gözüne at gözlüğü takılmış gibi sanki bir uçuruma doğru yol alırcasına harekete ettiler.

TRT, daha da berbattı. O yılların ünlü televizyon haber spikeri güzel endamlı ve güzel sesli Nermin Tuğuşlu' ya her akşam saat 19 ana haber büteninde eline okusun diye verilen haberler, hep birinci haber olarak yaklaşık 3-4 ay süreyle her akşam aynı minval üzere verildi: 'Ankara'da Avukatlar Mumcu Suikastını protesto için laiklik yürüyüş yaptılar. Tandoğan meydanından başlayan yürüyüş Anıtkabir'de sona erdi'. Ertesi gün, 'İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri bir bildiri yayınlayarak Mumcu Suikastı kınadılar. Bildiride 'Gericiler, emellerine hiçbir zaman ulaşamayacaklardır' görüşlerine ver verdiler.' Hemen ertesi gün: 'İzmir'de büyük bir katılımla düzenlenen mitinginde, Mumcu'ya yapılan suikast protesto edildi. Yayınlanan bildiride 'Mollalar İran'a', 'Türkiye laiktir laik kalacaktır' görüşlerine yer verildi'. Kurulmuş aynı plak her akşam aynı şeyleri çalmaya devam ediyor. Ertesi gün, 'Beyazıt meydanında toplanan Üniversiteli gençler 'Laiklik yemini' yaparak dağıldılar' vb. vb. vb Bütün bu 'rezillikleri' sıralamaya devam etsem ömrümüz yetmez.

Üçlü kazayağından CHP'nin sergiledikleri sendromlara gelince: Bu 'ajitasyon' partisi, işleri daha da berbat etmiş, 'Laiklik Mitingleri' esprisi anlamını gelecek mitingleriyle sokağa çıkmış, fiili iç çatışmalara dönüşebilecek en 'tehlikeli tırmanış'a imza atmıştı.

Uğur Mumcu Suikastından sonra, onu 'kınamak, protesto etmek' ve 'Laiklik düşmanlarına haddini bildirmek' ten olarak neredeyse 88 ilimizde 'sıraya konmuş' gibi her gün birkaçında CHP miting vardı. Bunlardan birisi de Kayseri'de yapılmıştı. Bu mitingi, Kayserili olmam ve burada ikamet etmem sebebiyle, 'siyasal gözlemci' ve 'tarihçi sıfatı gözlemciliği' ile ben de başından sonuna kadar izledim. Miting başlı başına bir partiye inhisar ettiği için katılım azdı. Azlık, ilçelerden ve köylerden belediye otobüsleri ile getirilen ve götürülen Türkiye ve dünyada olup bitenlerden bihaber, varoşlar ve köylü gençleri ile çokluğa dönüştürülmüştü. Aklı başında ve klasik CHP'liler de bu mitinge katılmamışlardı. Anlayacağınız, katılanların çoğu, çoluk çocuk ve CHP'nin radikalleri yanında şehrin bir kısım solcuları idi.

CHP mitingi, Sivas Caddesi üzerindeki Kümbetten başlatılmış, buradan Cumhuriyet Meydanına kadar yürünmüştü. Mitingin bayraktarlığını yapan ve en başında yürüyen Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Niyazi Bahçecioğlu, sağ tarafından CHP'li Kocasinan İlçesi Belediye başkanı ve sol tarafında ise CHP' li Felahiye Belediye Başkanı vardı. Hatırlayabildiğim kadarıyla Partinin Kayseri'de üç belediye başkanı vardı.

Mitingde atılan sloganların hepsi de Türkiye'nin her tarafında atıldığı gibi 'algı operasyonlu' sloganlardı. Hatırlayabildiğim kadarıyla bunlardan bazıları şunlardı: Sık sık atılan slogan 'Mumcu'nun Katilleri Bulunsun' idi ama, bunu takiben atılan başka başka sloganlarla da 'katileri' zaten kendileri bulmuşa benziyorlar, bunlara yönelik de şu sloganlar söyleniyordu: 'Mollalar İran'a', 'Türkiye Laiktir Laik Kalacaktır', 'Atatürk İzindeyiz' vb. Bu sloganlar aynı zamanda daha bir çoklarıyla taşınan pankartlara da taşınmıştı. Pankart posterlerinden olarak hemen her katılıcının elinde Mumcunun poşeti vardı ve bunu Atatürk'ün posterleri takip ediyordu. Birkaç tanede İran'ın lideri Ayetullah Humeyni'nin tahmin ettiğim posteri vardı. Yalnız bu poster, üzerinde çarpı işareti haliyle taşınıyordu... Kayseri muhafazakar bir şehir olduğu için kimliğine pek yakışmayan bu miting sebebiyle hava çok gergindi. 'Olay çıkmasın' diye miting korteji 'Polis kordonu'nda yürüyor, halk Sivas caddesine sağlı sollu dizilmiş alkışlamadan izliyor, bazı alkışlar olsa da bunlar 'cılız' kalıyordu. Hele ki, darplı ve kanlı bir olay çıkmadan miting sona erdi. Bilinçli Kayseri halkı olgun davrandı.

Uğur Mumcu Suikastını hem kendisi planlayıp ve yapıp hem de yanlış sebepler göstererek halkı 'laik –anti laik kutuplaşma ve çatışması' ana ekseninde tahrik edip birbirine düşünmek, kırdırmak isteyen 'HAYDUT DEVLET AMERİKA' umduklarını bulamadı. Aynı haydut, her biri 'Atatürkçü ve Laik kimlikleri' ile tanına Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve benzeri daha birçok suikastları, ülkemizin hem iç istikrarını bozmak ve hem de yine, adı gecen kutuplaşma ve çatışma zemininde halkımızı birbirine kırdırmak için yapmıştı ama, milletimizin olgunluğu ona bu fırsatı vermemişti. Bundan sonra da vermeyecek ve Haydut Devlet en sonunda birbirimizi 'vekalet savaşları' ile kırdırmak 'algı operasyonları' ve planlarından vaz geçecektir. Tam anlamıyla vaz geçer mi geçmez mi bilemeyiz ama 'su uyur düşman uyumuz' atasözünden hareketle her zaman uyanık olmak zorundayız.

İki Tatlı Hatıram

'İki Tatlı' hatıram, suikastlara kurban giden Sayın Bitlis ve Sayın Kahveci ili ilgili olacaktır.

Şehidimiz Orgeneral Bitlis, kasıntısı ve büyüklenmesi olmayan, halk adamı, iş biri ve çok değerli bir generalimizdi. Yazdığım kitaplarım sebebiyle beni çok sever ve takdir ederdi. Yukarıda 'kütüphanem' kısmında bahsettiğim 8 kitabımı okumuş, okumakla kalmayıp, Kara Harp Okulunda dersler verirken bunların isimlerini tahtaya yazarak öğrencilerin alıp okumaların istemiş, tavsiye etmişti. Bunu bana adı geçen okulda okuyan arkadaşlarımın çocukları gelirler, bana söylerlerdi. Bu kitaplarım zaten, şimdi ismini hatırlayamadığım bir yüzbaşı tarafından – kendisi kantin sorumlusu olduğu halde- direkt benden veya Ankara'da dağıtım için verdiğim yayınevlerinden temin ederek bunların kantinde satılmasını temin ediyordu.

Şehidimiz Adnan Kahveci'ye gelince, iyi bir tahsil görmüş, iyi dil bilir ve bunlarla kalmayıp alanında 'kendi kendini yetiştiriş' değerli bir insanımızdı. Çok gençti ve herkes onu 'İstikbal vaat eden' bir insan olarak görüyordu.

Rahmetliye ilgim, televizyon haberlerini izlerken hakkında çıkan haberlerde sık sık, dilimizin içine düştüğü 'uydurukça dil' ve 'caddelerimizin İngilizce işyeri isimleri ile kirletilmesi' nin önüne geçilmesini dile getirmesi olmuştu. Bu tavrı ile onun 'Milliyetçi' kimlikli birisi olduğunu keşfettim. Aslında ben de aynı kimlik yapılanmasıyla onunla beraberdik. İkimizin de dilimizin korunmasına yönelik hassasiyetlerimiz, bizi birbirimize daha iyi yaklaştırmıştı. İşte bunda cesaret alarak ona bir mektup yazdım. Mektubumda, özellikle, İstanbul'da Türkçe karşılıkları ola ola işyerlerine İngilizce işyeri isimlerinin verilmesinden yakınıyor ve buna bir örnek olarak 'Enver Ören Örneği' ni veriyordum. Türkiye gazetesi ve İhlas Şirketler Grubu sahibi, üstelik de 'Müslüman –Muhafazakar' kimlikli geçinen, ENVER ÖREN'in İstanbul'da kurduğu özel hastane adına kendi dilimizin isim kelimesi 'Hastane' yerine İngilizce 'Hospital' i yazmasının yanında, aylık çıkarmakta olduğu Tarım, Ziraat derisine de bu karşılıkları ola ola bunların İngilizcesi 'AGRİCULTURE' ismini koymasını tenkit etmiştim. Bu sebepten Sayın Ören'i tenkit için ona da bir mektup yazmış, sekreterinden 'Bilgi edindim teşekkür ederim. Size yayınladığımız kitaplarımızdan göndereceğiz' cevabını almıştım. Kitaplar gelmedi. Sayın Ören'in bu 'yabancılaşma tavrı' nı Başbakan Süleyman Demirel'in Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'ye de mektup yazarak kınamış, tedbirler almasını istemiş ondan da cevap olarak, Ören'le ağız birliği etmişlercesine 'Bilgi edindim teşekkür ederim' cevabını almıştım. Hiçbirinin mektubunda 'Gereğini yapmaya çalışacağız' a yönelik bir vaat yoktu. Kendisinin gereğini yapabileceğini düşünerek Sayın Kahveci'ye de bu mektubu yazmıştım. Mektubumda ayrıca, neredeyse bütün caddelerindeki bütün işyerlerine İngilizce işyeri isimlerinin verilmesi sonucu, İstanbul'un bir 'Türk Şehri' olmaktan çıkarılıp bir 'İngiliz şehri' ne büründürüldüğü ve bu haliyle 'yeniden fethedilmesi ' gerektiği üzerinde uzun uzun durmuştum.

Kısa zamanda gelen cevabi mektubu bana 'büyük heyecan ve ümit' verdi. Mektubumdaki görüşlerimi çok beğendiğini, kendisinin de benimle aynı fikirde olduğunu, dilimizin korunması için yakında TBMM'de bir komisyon kurulması çalışması başlatacağını, benim de görüşlerimi almak için bu komisyona davet edileceğimi, öncelikle bana bir 'ön randevu' vererek, benimle TBMM'de 'özel bir görüşme' yapacağını ve günü ve saatini verdiğinde Ankara'ya gelmemi istedi. Bunu daha da sevindim ama, bu mektubunu aldığımdan kısa bir süre sonra 'HASAN CELAL GÜZEL GİBİ GÜZEL İNSANIMIZ ADNAN KAHVECİ' 5 Ocak 193'de öldürüldü. Ömrü bu kadarmış, rahmani rahime kavuştu. Allah rahmet eylesin.

Tahminim şehidimiz Sayın Kahveci, Meclis'te kuracağı 'DİL KOMİSYONU' na, 'TÜRKCENİN UYDURUÇA DİL VE YABANCI DİLLERİN İSTİLASINDAN KORUNMASI İÇİN KANUN TASARISI' hazırlatıp bunu Meclis Genel Kurulu'na getirmek suretiyle kanunlaştıracaktı. Olmadı!... 'Amerikan Suikast Planı' böylece Şehidimiz Kahveci'nin şahsına yönelik 'algı operasyonu' sonucu 'Bir taşla iki kuş vurmak' kazancına dönüştü. Amerika bununla, hem PKK'yı deşifre etmekten kurtardı ve hem de zaten 'KOMÜNİZM ÖCÜSÜ' kullanılarak nüfuzuna girdiğimiz 1950'den beri olan diğer bir 'gizli planı' ve 'algı operasyonu' gereği 'TÜRKÇENİN İNGİLİZCE İLE İŞGALİ' devam ettiriyor. Bu işgal bir 'AMERİKAN VE İNGİLİZ PLANI' gereği günümüz itibariyle de hızla devam ediyor.

İki Acı Hatıram

İki acı hatıram da, Alev Coşkun ve Osman Selim Kocahanoğlu ile ile ilgili olacaktır. İki acı hatıramı, şimdi Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Yayın Kurulu Başkanı ALEV COŞKUN' un şahsında yaşadım.

Bunlardan birincisi, Uğur Mumcu Suikastının günümüz itibariyle bütün belgeleriyle birlikte ortaya çıktığı ve 'Amerika (CIA) –NATO-İsrail (MOSSAD) –PKK' dörtlü ekseninde gerçekleştirildiği halde, her yılki suikast yıldönümünde olduğu gibi gazetesinde çıkan 23 Ocak 2021 tarihli yazısında, 'inadına. inadına' olarak, 'Mumcu'yu şeriat devleti kurmak isteyenler, anti-laikler, gerici şeriatçı örgütler, Şeriat Devleti İran öldürdü. Kahrolsun bunlar' ihsaslı ve imalı martavallarını okumaktan artık vazgeçsin. Olup bitenleri, bilerek veya bilmeyerek perdeleyerek Amerika ve PKK' nın ekmeğine yağ sürmesin!.. İnşallah 23 Ocak 2022'de böyle yazmaz!... Uğur Mumcu'nun kardeşi Sayın Cemil Mumcu'nun bile, 'Kardeşimi anti-laikler, Şeriatçılar öldürmedi' dediği ve hatta bunun kitabını bile yazdığı halde, bu konuda Sayın Coşkun'a hiç söz düşmez!...

Sayın Coşkun, aynı hatayı, 31 Mart 1909 Olayı' nın tarihini yazarken de sergilemişti. Bu kitabı yazarken faydalansın ve adı geçen olayın artık Sultan II. Abdülhamit tarafından çıkarılmadığını, bir irtica olayı olmadığını tarihi belgeler ve Jön Türklerin de bizzat kendi hatıraları ve itiraflarından olarak anlatıldığı 'Sultan II. Abdülhamit Nasıl Devrildi? 31 Mart 1909 Olayının İçyüzü' kitabımı kendisine imzalayıp vermiştim. Ertesi yıl kitabı çıktığında baktım ki, aynı 'ilmi olmayan' ve 'geleneksel 'resmi tarih anlayışı' yla gerçekleri hala çarpıtarak ve inkar ederek yazmış. Benim verdiğim kitabımı bibliyografyasına koymuş ama, hiç okumadan ve alıntılar yapmadan koymuş. Kendisine sitem ettim: 'Bunu yapmamalıydın, şık olamamış' dedim. Kitabımı gerçekten okusa idi, bu kitabını belki de hiç yazmaz veya yazmak istese bile benin gerçekleri dile getirdiğim gibi yazardı.

Bana verdiği cevabında, 'Yazdıklarım gerçektir; hep Batı kaynaklarından yararlanarak yazdım' demesi daha büyük bir hata sergilemek oldu. Batılılar zaten bizim tarihimizi gerçek anlamda yazmazlar. Eğer kendisi benim gibi Osmanlıca bilse ve bu kaynaklardan faydalansa idi, 'İrtica Olayıdır' diye yazamazdı.

Bizde, 31 Mart 1909 Olayı, 31 Aralık 1930 Menemen Olayı ve 23 Ocak 1993 Uğur Mumcu Suikastı Olayı, iç ve dış 'şer güçler' tarafından üzerimizdeki belli 'şer emelleri' nin gerçekleştirilmesi için 'planlı' ve 'takvimli' bir şekilde kurgulanmış, elde edilen figüranlarına 'algı operasyonlu' ve olmayan 'KOMÜNİZM ÖCÜSÜ' benzeri, olmayan ve senaryosu masa başında yazılan 'İRTİCA ÖCÜSÜ' üzerine oturtulmuş olup, tarihte ve günümüzde milletimizi iç harplere sürüklemenin argümanları olarak kullanılmış 'tertipli' olaylardır. Yani anlayacağınız, milletimiz 84 yıllık bir süre (31 Mart 1909 Olayı, 31 Aralık 1930 Menemen Olayı ve 23 Ocak 1993 Mumcu Suikast Olmayı) içinde birbirlerine zincirleme 'ÜÇ 31 MART OLAYI' yaşamıştır. Bunların içyüzleri öğrenilemez ve deşifre edilemezse, bu mazlum millet, daha birçok 31 Mart Olayları yaşayarak yeni yeni badirelerin içine düşecek demektir ki, Allah milletimizi bunlardan korusun!..

İkinci acı hatıramdan olarak da: Maalesef, 31 Mart ve 31 Aralık Olayları konularındaki aynı hatayı, Sayın Coşkun benzeri, emekli mali müşavir ve Temel Yayanları sahibi, Kayserili hemşehrim ve ağabeyim Sayın OSMAN SELİM KOCAHANOĞLU da yaptı. Üstelik de kendisini Sayın Coşkun'u ikaz ettiğim, uyardığım gibi, kedisini de ikaz ettiğim ve uyardığım halde, adı geçen olayları ayrı ayrı kitaplaştırarak 'ilmi tarih' anlatımından yoksun, gelenekten olan 'resmi tarih' anlayışı ile anlatarak o da büyük hatalar ve yanlışlıklara, bu olayları 'İRTİCA OLAYLARI' olarak göstermek suretiyle imza atmıştır.

Kendisine de adı geçen olaylı anlatan kitaplarımı imzalayarak vermiş. bunları okumadan bu konulardaki kitaplarını yazmamasını söylemiştim. Ertesi yıl yanına uğradığımda yazmış, yayınlamış ama, Sayın Coşkun gibi benim verdiğim kitaplarımı okumadan yazmış, üstelik de Sayın Coşkun'un gösterdiği 'erdem' i göstermeyerek, kitaplarımı bibliyografyasına bile koymamıştı. İstanbul Sultanahmet'deki bürosundan kendisine sitem ederek ayrıldım.

Özal'ın İki Kardeşinin Hizmetlerini Bıraktığı Yerden Devam Ettirmek İstemeleri

Konumuzla dolaylı ilgili bu ara anlatımlarımızdan sonra esas konumuzu dönebiliriz: Sayın Yusuf'un hazırlıklarından bahsetmiştik, Bu arada Abisi Korkut Özal da boş durmadı. Kendisini, Adnan Menderes'in mirasının partisi Demokrat Parti'ye Genel Başkan seçtirdi. Ardından Yeni Parti bununla birleşti tek parti oldular. Demokrat Parti de 1999 seçimlerinde %01 oy alınca güme gitti. Korkut Bey, partisini terk ederek yerini Melih Göçek'e bıraktı. Melih'in ta Amerika'ya giderek, 'Türkiye'de iktidar olmak için beni tercih ediniz ve destekleyiniz' çabaları bir sonuç vermedi. Veremezdi, çünkü, Amerika, 'R.T. Erdoğan – Abdullah Gül' ikilisi ile 'Ilımlı İslam' modunda anlaşarak 'iktidar tercihi' ni bunlardan yana yapmıştı.

Korkut Özal'ın 2000'li yılların başında DP'den istifası ili birlikte Türkiye'de adına 'Özal Kardeşler Dönemi' denilen 17 yıllık (1983 – 200) dönem sona eriyor yeni bir dönem olarak, varlığını günümüzde de sürdürdüğü halde 'R.T. Erdoğan Dönemi' başlıyordu. Zaten, 6 Kasım 1983 seçimiyle de 'Özal Kardeşler' i, iktidar olarak Türkiye'nin başına Amerika getirmişti. Seçimlerin arifesinde de zaten, NATO eski Genel Sekreteri Amerikalı General Aleksandr Heig, 'durumu idare etmek, ayar vermek ' için Türkiye'ye gelmişti.

Bu arada şunu da hatırlatalım. 28 Şubat Darbesiyle birlikte Türkiye'de iktidar olmanın 'Amerika'nın onayı' ndan geçtiğini iyice göre Milli Görüş -Ȃdil Düzen misyonu ve kimliğinin sahibi Prof. Necmettin Erbakan, son partisi Saadet Partisi' ni kurunca, onun Genel Başkanı Recai Kutan'ı iyi İngilizce bilir bir ekiple, 'Beyaz Saray'a gidin, bizim iktidar olmamız lehine görüşün' gerekçesiyle göndermişti ama, adı gecen sarayın kapısından geri çevrilmişti. Onun ilgililerle görüşmesi isteğine, 'Biz sizi zaten biliyoruz, görüşmemize lüzum yoktur, memleketinize geri dönebilirsiniz' cevabı verilince, tıpış tıpış dönmüşlerde. Kendilerine gerek kalmamıştı. Çünkü artık 'tercih' edilen belli idi. Bütün bu anlattıklarımızın belgelere dayalı olarak geniş izahı, '29 Mayıs 1876 Darbesinden 15 Temmuz 2015 Darbesine Darbelerin Zararları ve Darbeler Tarihimiz 1876 – 2015' isimli kitabımızda anlatılmıştır.

Güzel İnsan'ın Zaafları

Cumhurbaşkanı Özal'ın önceden 'veliahdım' dediği, Sayın Güzel'i 'gözden çıkarması' na yönelik olarak onun şahsından kaynaklanan hatalardan olarak sebepler yok muydu? Elbette ki vardı. 'Hatasız kul olmaz' atalar sözü bunun ölçüsüdür. İnsan olarak hepimizin 'hatası vardır ve esasında aslı Güzel İnsan olan H.C. Güzel'in de tabii olarak hataları olmuştur. Kim olursa olsun 'Hayatında zaafım ve hatalarım olmamıştır' diyen yalan söyler.

Son 121 yıllık (1900 – 2021) siyasi tarihimizde en büyük hataları, bunlar milletimize çok büyük zararlar verdiği ve üstelik de bunları büyük bir 'erdemlilik' örneği sergileyerek itiraf eden Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa olmuştur. Harp okullarından kurmay subay olarak askerlik mesleğini seçen Enver Bey, 1920'de paşa olup Harbiye Nazı olabilecek iken 'cebren ve hile' ile 14 Ocak 1914'de Harbiye nazırı ve üstelik de 'Başkumandan Vekilliği' de uhdesine verildiği halde bu görevlere getirilmesi, 'Genel Türk Tarihi' nin en büyük şanssızlığı olmuştur. Ham ve hamasi hayal ve emelleriyle hem Sultan II. Abdülhamid'i bir askeri ile tahtından indirmiş ve hem de 'Almanlar kazanacaktır' çok yanlış teşhisi ile Osmanlı Devletini onun safında I. Dünya Harbine sokarak 'Cihan İmparatorluğu' nun dağılmasına sebep olmuş ve ardından da kendisi 2 Kasım 1918'de 32 kişilik 'İttihatçı Hata Ortakları' ile birlikte bir Alman denizaltısına binerek emellerine hizmet ettiği Almanya'ya kaçmıştır. Kaçmadan bir ay öncede zaaf ve hatalarını Mersinli Cemal Paşa'ya (Bahriye Nazırı o meşhur Cemal Paşa değil) şöyle itirafa etmiştir: 'Paşam biz Siyonizm'e alet olduk, Turan'a giderken viran olduk' demiştir. Şimdi İstanbul'da Hürriyet–i Ebediye tepesindeki 'ünlüler mezarlığında' nda yatıyor. Bu millete çektirdiklerine rağmen yine de onu 'merhum' olarak analım ve ruhunu bir el-fatiha gönderilim. Onun da kitabını ayrıca 'Enver Bey'den Enver Paşa'ya Cebren ve Hile İle Nasıl Harbiye Nazırı Oldu? İmparatorluğu Dağıtıp Nasıl Kaçtı?' isimli kitabımızda genç nesillerimizi, tarihimizden büyük dersler alarak bu yapılan hataları hiç olmazsa kendilerinin tekrarlamamalarını önlemek uğrunda bilgiler vereceğiz.

Güzel İnsan'ın hatalarını kendi ağzından dinleyeceğiz. Daha doğrusu, bu hatalarını ülkemizin 'Milliyetçi-Muhafazakar Mücadelesi' geleneğini üniversiteli gençler içinde 'ilk defa' denilerek başlatanlardan birisi olan rahmetle Osman Yüksel (Serdengeçti) keşfetmiş, ona açıkça söylemiş, bununla kalmamış, aynı hataların fazlasıyla kendisinde de bulunduğunu dobro dobra söylemişti.

Bu cümleden olarak Sayın Güzel, arkadaşlar gurubumuzun bir toplantısında onları şöyle anlatmıştı: 'Rahmetli ile uzun bir teşri mesaimiz vardı. Bir defasında bana şunları söylemişti: 'Hasan!... senin de benim de hatalarım vardır. Bu hatalarımızdan bir kısmı aramızda müşterektir. Ülkemizde davasının dangalak olan birincisi insan benim ikincisi ise sizsiniz. DANGALAKSINIZ.' Lügata baktım: 'Dangalak: Kaba ve terbiyesiz, iri bedenli ve kaba davranışlı:' (Hayat Büyük Türk Sözlüğü, İstanbul, 1968, s. 250) açıklamasa vardı.

Bunu biraz 'analiz' edelim veya 'uydurukça Türkçe' den olarak 'irdelemek' e tabi tutalım. Bizde, 'Dangalak' halk arasında genelde bir küfür kelimesi ve ifadesi olarak kullanılır. Bir cümlede kullanırsak 'Sen dangalak oğlu dangalaksın' gibi. Tabi ki, bu halk arasında normal sözlük anlamıdır. Birde 'siyasi terim' olarak anlamı vardır ki, o da, ünlü adamlar ve özellikle de siyasiler ve dava adamlarına yönelik olarak, 'feveran, eksantrik, zor zapt edilen, his ve heyecanlarına hakim olamayan' demektir. Bu onların, 'kabalığı ve terbiyesizliği' anlamına gelmez. Üstelik de çoğu , 'çok nazik, efendi, sevecen, hak ve hukuk bilir' insanlardırlar. İnsanın tabiatında olan huyları ifade eder. Bu huy da zaten 'can çıkmadan huy çıkmaz' atalar sözüne uygun olarak kendisini yaşanılan hayat boyunca tezahür ettiren bir huydur. Bir bakımı 'iyi niyetli huy, iyi huylu bir huy' dur. Anlayacağınız, 'laboratuvar da tahlil edilmiş ve sonuçları 'iyi huylu' çıkmış bir 'iyi huy' dur.

Hasan Celal Güzel'i 'en iyi bilenlerden' denilen birisi dostum ve Kayserili hemşerim Mehmet Tutar'dır. O da Sayın Güler gibi Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu idi. Belki hatırlarsınız, bu fakültenin mezunları birbirlerine çok tutkundurlar. Hatta bunun için 'Önce Mülkiye, (Osmanlılar döneminde SBF'nin ismi ''Mülkiye Mektebi' idi. Mekteb-i Mülkiye -i Şahane gibi bir şey. Son zamanların sadrazamlar vezirleri, valileri bu ve benzeri 'modern okulular' dan yetişirler, çıkarlardı) sonra Türkiye' darb-ı meseli (sözlük anlamı: Yeri geldikçe halk arasında söylenen meşhur sözler) devamlı söylenir.

Güzel –Tutar ikilisinin daha fakülte yılarında başlayan teşri –i mesaileri giderek arttı. Turgut Özal seçimleri kazanınca Güzel İnsan'ı Başbakanlık Müsteşarı olarak atadı. Bunun ardından Sayın Tutar için de gün doğmuş, 'başına devlet kuşu' konmuştu. Zaten kendisi önceden basit devlet görevlerinde idi. Onu Özal'la tanıştırarak, 'Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü Dairesi Başkanlığı' na tayin ettirdi. 'Personel Genel Müdürü Yardımcılığı' da onun uhdesinde idi. Sayın Tutar, bu önemli mevkilere atanmakla bir nevi Başbakanlık Müsteşarı Güzel'in 'sağ kolları' ndan birisi halini gelmişti. Sayın Güzel, sıkıştığı her konuda onun da fikirlerini alırdı. İşte Sayın Tutar, Müsteşarımızın bazı zaaflarını bu sırda tespit etmiş, kayda almıştı. Bu cümleden olarak bana hep onun hakkında 'zor zaptedilen adam' derdi ki, bu onun 'dangalak huyu' na uyuyordu. Gerçi bunda kötü bir niyeti yoktu, 'benim görüşlerim doğrudur' yapılanması içinde başkalarını pek dinlemezdi. Yani fikir ve emellerinin bir nevi 'inhisarcısı' idi. Sayın Tutar, bu sebepten Başbakan Özal ile birçok konuda anlaşamadıklarını ve kendisini de zaten Başbakanlık Personel Müdürü olduğu için Müsteşarımızın Özal'a kızarak verdiği istifa dilekçeleri hep ona gelir ve bunları Sayın Özal işleme koydurmaz, Sayın Güzel'in bir çok isteklerine 'kerhen' de olsa 'evet' diyerek onu yanından ayırmak istememişti. Anlayacağımız, Özal – Güzel ikilisinin arasına 'kara kediler' in girmesine bu eksantrik huyu birinci olarak sebep olmuştu.

Yine 'eksantrik huyu' ndan olarak bir 'kara kedi' de aralarına, Özal başbakan iken kalp ameliyatına Amerika'da dünyanın en ünlü kalp merkezi derilen 'Hutson' a gittiği gülerde girmişti. Özal bu sebepten üç ay Amerika'da kalmıştı. Ankara'da Başbakanlık işlerini neredeyse tamamen müsteşarı Güzel'e bırakmıştı. Sayın Güzel'in Başbakanlıktaki bu görevindeki etkinliği onu sanki 'gölge başbakan' yapmıştı. Bu sebepten onun karşısında 'el pençe divan duran' bakanlar bile vardı.

İlerleyen günlerde Başbakan Özal, Müsteşarımızı telefonla arayarak, 'Hasan!... Bakanlar kurulunu topla. Telekonferansla başkanlık yapacağım ve kararlar alacağız' deyince, Türkiye zaten böyle bir teknolojiye alışık olmadığı için, Güzel İnsan buna, fevri haliyle sinirlenerek, "Böyle bir şey olmaz Sayın Başbakanım' deyince, onunla olan 'ipler' iyice artık iyice kopmuş, arlarına 'kara kedi' nin daha büyüğü girmişti. Bunlar olup biterken, Özal'ın özel doktoru yakında kaybettiğimiz Dr. Cengiz Aslan da yanında imiş. Güzel kendisine kızıp teklifini ret edince, o da ona kızarak doktoruna şunları söylemiş: 'Hasan'ı başbakan yapacaktım ama vazgeçtim.' Bu ikisi arasında artık iyice bir 'kırılma noktası' yaşanmış, bu, 'Özal'ın Güzel'i gözden çıkarması' na yorumlanmıştı. Bence hata, Güzel İnsan'da idi. Anlayacağınız, 'Dangalak huyu' nun kurbanı oldu. Bırakınız size 'kara kutu' dan hitap etsin ne olurdu? Aralarına koca bir 'kara kedi' girmez, bundan milletimiz kazanırdı. Milletimize maddi ve manevi büyük zararları dokunan 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi olmaz, toplumumuz kazanırdı.

Tarihimizde bizde sağda olsun solda olsun 'dangalaklar' pek çoktur. 'Milliyetçi-Muhafazakar Cephe' nin üç yazar ve kalemşör 'dangalak' ı şunlardı: Osman Yüksel (Serdengeçti)''den zaten bahsetmiştik. Diğer ikisi İlhan (Egemen) Darendelioğlu ve Kemal (Fedai) Coşkuner'dir.. Bunların üçünün de 'Serdengeçti' 'Egemen' ve 'Fedai' isimleri sonrada takma isimler olup, bunlar, onların 'dangalak' oluşlarının bir çeşit göstergesi olsa gerektir. 'Komünizm Öcüsü' ile mücadeleleri uğrunda Osman Yüksel 'Serdengeçti' isimli dergiyi çıkarırken, İlhan Darendelioğlu 'Toprak', Maraşlı Kemal Coşkuner de 'Fedai' isimli 'dava dergileri' çıkarmışlardı. Ben bunların üçüne de daha ortaokul üçüncü sınıfta itken abone olmuş, okumaya başlamıştım,

Bunlar, Amerika tarafından bir 'algı operasyonu' olarak pompalanan 'Komünizm Öcüsü' ile mücadeleye, yalınkılıç kendilerini vakfetmişlerdi. Sanki bunlardan başka ülkemizde 'Olmayan Komünizm tehlikesi' ile mücadele edecek (Hiç kimse şu soruyu sormadı ve sordurulmadı: Adı, 'İslam düşmanı, Allahsız düzen, rejim' e çıkmış % 99'u Müslüman olan Türkiye'ye Komünizm nasıl gelebilirdi?) başka bir adam kalmamıştı. Kimisi, 'Serdengeçti', kimisi 'Fedai' kimisini 'Egemen' olarak 'azap askerleri' gibi mücadeleye atılmışlardı ama, hiç kimse de kıymetlerini bilemedi. Serdengeçti vadesiyle öldü (Aranırsa içinde şüpheler de bulunabilir). Egemen ve Fedai'miz, 12 Eylül 1980 Darbesine az bir zaman kala 'algı operasyonları' sonucu 'faili meçhuller' e kurban gittiler. 'İç ve dış istihbarat örgütleri bileşkesi' nde darbeye zemin hazırlamak için öldürüldüler. Bunlarla bir taşla üç kuş vurdular:

1-Bahsetiığimiz üzere darbe yapmak için 'şiddet olayları' gerekiyordu, bunun için öldürülmüşlerdi.

2-Sağı ve anti-komünistleri 'Bakınız komünizm geliyor, bu geçe hemen gelecek, Komünizmle amansız mücadele eden fedaileri, egemenleri öldürmek bunun bir göstergesidir' le bu camia darbeyi desteklemeye adapte veya dizayn edilmeye çalışılıyordu.

3-'Gizli planlar' ın açıklanmasından duyulan korku: Serdengeçti'yi müstesna bırakırsak, Egemen ve Fedailerimizin 'Kontrgerilla' vb. ile bilerek veya bilmeyerek ilişkileri olabileceği ve bir müddet sonra işler sarpa sararsa bu ilişkileri hatıraları veya itiraflarından olarak açıklayabilecekleri korkusuyla da öldürülmüşler olabilirdi. Bunlar, biraz da Uğur Mumcu'nun öldürülüşüne benziyordu.

'İç Çatışma' da diğer iki cepheden olarak, 'Kemalist Cumhuriyetçi Cephe' ve 'Devrimci - Komünist Cephe' de ise Sağ' a nazara dangalaklar pek çoktur ve saymakla bitmez.

Osman Yüksel Serdengeçti ile Olan Bir Hatıram

'Siyasi Dangalaklık' esprisi içine girmişken, bunun 'patent' sahibi merhum Osman Yüksel (Serdengeçti)' den de bahsetmeden geçemeyeceğim. Sayın Osman ve kimliği ve 'ilkler'e imza atamasının ne demek olduğundan yukarıda bahsetmiştim. Rahmetlinin asıl ismi, adı 'Osman', soyadı 'Yüksel' olup, 'Osman Yüksel' idi. Soyadına 'Serdengeçti' tabirini sonradan kendisi ekledi. Sözlük anlamı: 'Serdengeçti: Eski bir sınıf asker' demektir (Hayat Büyük Türk Sözlüğü, s. 1053.) Bunu daha da açarsak 'askeri terim' anlamı şudur. 'Ser' Farsça bir isim kelimesi olup sözlük anlamı 'baş, tepe, kafa' yı ifade eder. Sonuna 'geçti' eklenerek 'Serdengeçti' demek, 'Baştan, kafadan geçti, vazgeçti' demektir. Yani bir savaşta kafasını, başını hiçbir şeyden sakınmadan ve cephenin en önünde savaşarak canını vatanı, dini, milleti, devleti vb. uğrunu vermek demektir. 'Osmanlı Silahlı Kuvvetleri' (OSK) içinde böyle bir 'eski asker sınıfı' vardı ve bunlara 'Azap Askerleri' denilirdi. Bu asker sınıfı 'gönüllüler' den oluşur, harp başlayacağı sırada, Başkomutan Padişah, bunları ilkin cephenin en ön safına sürerek savaşı başlatırdı. Zaten bunların neredeyse hemem hemen hepsi şehit olurlar, ataklıkları ve cesaretleri ile düşmana 'korku' ve dosta 'cesaret' verdikleri, saldıkları için savaşın lehimize kazanılmasında 'kesin' etkili olurlardı. Bu sebepten de onlara, büyük fedakarlıkları ve 'canlarından gönüllü olarak vazgeçmiş' olduklarında OSK tarihinde 'Serdengeçtiler' de denilmiştir.

Türkiye'de 1945'de 'Demokrasiye Geçiş' ile birlikte, milletin başını yorganından çıkarması sonucu, 'Üç cepheli bir devlet ve rejim' mücadelelerinden olarak, 1- 'Milliyetçi –Muhafazakar', 2- 'Cumhuriyetçi –Kemalist', 3- 'Devrimci – Komünist' mücadeleleri başlayınca, bunların fikir ve düşünce hayatı, siyaset, basın, üniversite, bürokrasi ve giderek 'halk kesimi' nde de 'ilkler' inden olarak önderleri de kendilerini göstermişlerdi..

'Milliyetçi-Muhafazakar Cephe' de, fikir ve düşünce bazında 'ilkleri' ndan olarak Necip Fazıl Kısakürekler, Nihal Atsızlar, Eşref Edipler, Cevat Rıfat Atilhanlar vb. kendilerini daha aktif olarak göstermeye başlayınca, bu durum üniversitelere de sirayet etmiş, burularda bunun öncülerinden birisi ve belki de 'üniversite ayağı' nın 'ilki' olarak Ankara Dil tarih ve Coğrafya Fakültesinde Antalyalı okuyan Osman Yüksel çıkmıştı.

Şimdi bunun hikayesini anlatmak çok uzun sürer. Bundan vazgeçerek, 'üstadımız' ve 'dava ağabeyimiz' Osman Yüksel (Serdengeçti) ile ilk ve son görüşmemle ilgili bir hatıramı anlatacağım.

Yılını şimdi tam olarak hatırlayamıyorum, 1980'li yılların ortalarıydı. İstanbul'a Bayrak matbaasına baskı için verdiğim kitabını teslim almak için gitmiştim. Bu arada, fırsat buldukça dostlarımı da ziyaret ediyordum. Türk Edebiyatı Vakfı'nda çalışan burasının müdürü (Sahibi edebiyatçı- gazeteci yazar Ahmet Kabaklı idi) okullardan arkadaşım ve dostum Gazi Altun'u ziyarete gittiğimde, Vakfın salonunda bir toplantı yapılmakta olduğunu gördüm. Sayın Gazi beni karşıladı ve bir köşeye oturttu. 'Osman Yüksel Serdengeçti konuşuyor, sonuna kadar burada otur dinle' dedi. Yıllardan beri gıyaben tanıdığım onunla ilk karşılaşmam sebebiyle çok sevinmiş ve heyecanlanmıştım. Şimdi vicahen tanıyordum.

Toplantı çok önceden başladığı için ben sonlarını yetişmiştim. Gözüm, hep konuşan Serdengeçti üzerinde idi. Hasta olduğun ve tedavi için uzun süre hastanede yattığın zaten önceden beri biliniyordu. Konuşurken, hastalığı sebebiyle elleri, kolları ve başı titriyor, zor konuşuyordu. Ölüm günlerinin yakın olduğuna mail olmuş olacak ki, vasiyetini de bu salonda ilk olarak yapıyordu. Edebiyat Vakfı için şunları vasiyet etiğini söyledi: Antalya'da babasından kendisine miras kalmış iki –üç odalı yığma basit bir ev, şimdiye kadar kendisinin yayınladığı altı kitabının yayın hakkının sürekli olarak vakfın sorumluluğunda kalması, yani ona bağışlanması. Yanıbaşında oturan Ahmet Kabaklı ona bu bağışlarından dolayı teşekkür ettikten sonra, Gazi Bey'i işaret ederek, 'Yarın bunların noterden tasdiknamelerin alalım' dedi ve ardından kısa bir müddet sonra toplantı bitti.

Salon tenhalaşınca Üstadın yanına gittim ve kendimi tanıttım. 'Ben Tarihçi Yazar Süleyman Kocabaş, bizleri konuşmalarınızla aydınlattığınız ve mal varlığınız, kitaplarınızı da Vakfımıza bağışladınız için sizi teşekkür ederim, hastalığınız için de geçmiş olsun, Allah' tan şifalar dilerim' dedim. Yazar olmam sebebiyle bana ayrı bir ilgi gösterdi. 'Ülkemizin yazarlığa ve dava adamlığına büyük ihtilacı vardır' dedi. Fazla konuşamıyordu. Bana en son olarak şunları söyledi: 'Bizler artık geldik geçip gidiyoruz bu kutsal dava siz gençlere emanettir' dedi ve ekledi: 'Davamızda bizler gibi feveran, hissi ve hamasi olmayınız, kendinizi iyi disiplinize ediniz, sakin olunuz ve Hz. Peygamberimizin 'Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız7 hadisi kulaklarına küpe olsun' yollu öğütte bulundu Anlaşılan bize, 'siyasi dangalak olamayınız' öğüdü veriyordu. Yorgun ve bitkindi, Kabaklı Hoca, 'Arkadaşlar!.. Üstadımızı çok yorduk. İstirahat ettirmek için artık götüreceğiz' deyince kendisi ve orada bunanlarla vedalaşarak ayrıldı.

Kısa Sonuç

Yazımızı son olarak, konusu olan 'Özal –Güzel ikilimi' ile bağlayacak olursak, Cumhurbaşkanı Özal, hiç kimse ve çevreyi dinlemeyerek ve 'inadına' diyerek Güzel İnsan' ı tercih etse ne olurdu? Genel Başkan ve Başbakan Güzel'in yönetiminde partisi ANAP dağılmaz ve üstelik de 'milletimize manevi ve maddi en büyük zararlar veren' 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi olmazdı. Belki AK Parti de olmaz, olsa bile 3 Kasım 2002 seçimlerinde ANAP, % 10 barajını geçerek hatırı sayılır milletvekili çıkaracağından ve Ak Parti de tek başına iktidar olmak için milletvekili çıkarmakta yetersiz kalacağından Genel Başkan Güzel onunla bir koalisyon hükümeti kurabilirdi. Güzel İnsan hakkında kendimizi zorlayarak özetleye özetleye ve dolaylı konularla da süsleyerek yazımızı bitiriyoruz. Bugünlük bu kadar Vesselam. 15. 3, 2021

Not: Konumu ve kimliği ne olursa olsun, herkesi sever ve saygı gösteririm. Özelikle, yaşayanlarımızdan hiç kimsenin kişilik hakları ve onurlarına dokunmamaya özen gösterdim. Yeter ki gerçekler ortaya çıksın ve milletimiz ve genç nesillerimiz bunlardan dersler alarak ülkemizi daha iyi idare edebilsinler. Metinde isimleri geçenlerden ve okuyucularımızdan konumuza ilaveler etmek ve yanlışlarımız varsa düzeltmek için kendilerinden cevaplar bekliyorum. Ben sizlere hakkımı helal ediyorum, sizlerin de etmesini isterim…