“Tarihi Bizi Çağırıyor” da Selçuklular  ve Osmanlıları, milli ve dini varlıkları tehdit altıda olan, ekonomik yönden de ezilen ve sömürülen milletlerin kimler olduğu  yanında, bütün bunlara Ortaçağ ve Yeniçağ’ da   damgasını vuran iki hakim medeniyet merkezinin varlığı karşımıza çıkmaktadır.  

DÜN TARİH BİZİ NASIL ÇAĞIRMIŞTI?

'Tarih Bizi Çağırıyor' un Dinamiklerinin Kısa İzahı

Tarihte, 'Tarih Bizi Çağırıyor'un esasını, içinde yaşadıkları büyük dinî ve ekonomik buhranlar sebebiyle, zamanlarında yeni ve bütün insanlığa huzur getirici bir medeniyet sentezi olarak Türk-İslam medeniyetini temsil eden Selçuklu ve Osmanlı idaresinde bulunmayan milletlerin, buhranlarından kurtulmak için gittikleri her yere adalet, huzur götürerek, farklı milletlerin milliyet unsurları, örf ve adetlerine, dinlerine, mezheplerine, dillerine hoşgörülü bakarak bunların yaşaması ve korunmasını sağlamak yanında, ekonomiye de sömürüsüz bir düzen getiren bu yönetimlere kendi istekleriyle girmeleri ve bunları ülkelerine davet etmeleri teşkil etmiştir.

'Tarihi Bizi Çağırıyor' da Selçuklular ve Osmanlıları, milli ve dini varlıkları tehdit altıda olan, ekonomik yönden de ezilen ve sömürülen milletlerin kimler olduğu yanında, bütün bunlara Ortaçağ ve Yeniçağ' da damgasını vuran iki hakim medeniyet merkezinin varlığı karşımıza çıkmaktadır.

1-Doğu Medeniyeti veya genel olarak İslam Medeniyeti,

2-Baıt Medeniyeti veya genel olarak Hristiyan Medeniyeti.

Hristiyan Medeniyeti, birbirlerine düşman olarak Roma merkezli Katolik ve İstanbul merkezli Ortodoks Medeniyetleri zümresine ayrılmış, bu sebepten iki dünya arasında Anadolu ve Balkanlarda yaşayan Ortodoks milletleri zorla Katolik yapmak ve Ortodoks Bizans'ın ise, bundan ayrı olarak kendi içlerindeki küçük mezhep farklılıklarını ortadan kaldırmaya yönelik (Gregoryan Ermenileri Ortodosk yapmak için yapılan baskılar) yanında, Katolik sömürü yapılanmasına damgasını vuran Venedik Cumhuriyetinin toprak köleliğine dayalı bozuk ekonomik düzeni yanında, Bizans'ın da aynı yapılanmada ekonomik buhrana sebep olması sonucu, bütün din ve mezheplere hoşgörülü ve ekonomik sömürüyü ortadan kaldıran Selçuklu ve Osmanlı yönetimleri bu buhranları maruz kalan Anadolu'da Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, yanında Balkanlarda Ortodoks Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Romenler ve Musevi Yahudiler. pagan din ve mezheplerinde olmaya devam eden Arnavutlar ve Boşnaklar Katolik ve Ortodoks zulümlerine karşı Türkleri ülkelerine 'kurtarıcı' olarak davet etmişlerdir.

Bunların yanında, Osmanlı Devleti ile çağdaş bir çok İslam devleti ve ülkesi de (genelde Araplar), gerek bozulmuş yerli yönetimlerinin zulmünden kurtulmak ve gerekse üzerlerinde sürekli bir baskısı olan Katolik zulmünden kurtulmak için de Osmanlı Devletinin yönetimine isteyerek girmişlerdir. Yine bu cümleden olarak Endülüs Müslümanları ve bütün Avrupa Yahudilerini de Katolik zulmünden kurtaran Osmanlı Devleti olmuş, , bu haliyle bir 'huzur medeniyeti' olan İslam Medeniyeti, bir 'zulüm medeniyeti' olan Hristiyan medeniyeti karşısında bütün zülüm gören mazlum milletlerin bir 'sığınak merkezi' haline gelmiştir. .

'Tarih Bizi Çağırıyor' un günümüze yansıması da Hristiyan Medeniyetinin 16. asrın başlarından itibaren ( 'Coğrafi Keşifler' le denilerek) giderek Seküler - Kapitalist Avrupa Emperyalist -Sömürgeci Medeniyetine dönüşmesi sonucu, bu sefer de ortaya çıkan bu medeniyetin yeni bir sömürü ve zulmünün doğurduğu mazlum milletlerin yeniden kurtuluş ümitlerinin, Selçuklu ve Osmanlı Türkleri mirası üzerine kurulan ve onlar gibi emperyalist ve sömürgeci politikası olmayan günümüzün Türkiye üzerine olmuştur.

Bu açılardan, önce 'Dün Tarih Bizi Nasıl Çağırmıştı?' nın ardından 'Günümüzde Tarih Bizi Nasıl Çağırıyor?' u göreceğiz. Bu yazı dizimiz aynı zamanda, Batı Medeniyeti karşısında, iç ve dış algı operasyonlarıyla aşağılık duygusuna düşürülerek kendisini küçük gören nesillerimize de kendi medeniyetimizin kıymetini bilmek için de büyük bir moral gücü verecektir. .

Şimdi sırasıyla, Selçuklu' dan başlayan süreçle Osmanlı'da yaşanan süreci yerli ve yabancı belgelere dayalı olarak bir yazı dizisi halinde anlatacağız

Anadolu Ermeni ve Rumlarının Selçuklu ve Osmanlı Yönetimine Girmeleri

Yoğun olarak Kafkasya'da ve Doğu Anadolu yaşan Ermeniler, Bizans İmparatorluğunun yönetiminde, bu yönetimden gördükleri ekonomik (toprağın feodallerin eline geçmesiyle köylülerin köleleşmesi ve devletin ağır vergilerle halkı ezmesi), siyasi (Ermeni krallığının yıkılması ve Ermenilerin sürgün edilmesi) ve dini (Hristiyanlığın Ermenilere özgü Grigoryan mezhebinden olmaları sebebiyle Bizans'ın onları kendi mezhebi Ortodoksluğa sokmaya zorlaması ) baskılarla büyük bir huzursuzluk ve zülüm altında yaşıyorlar, bundan kurtulmak için önce Selçuklu Devleti ve sonra onun yerine kurulan Osmanlı Devleti yönetimini, bütün huzursuzluklarını ortadan kaldırdıkları için kendilerini 'kurtarıcı bir yönetim' olarak karşılaşmışlar, bu sebepten Anadolu'nun Türkler tarafından fethinde onlara yardım etmişlerdi. Bununla ilgili bir kısım belgeler şunlardır:

'Türklerin Anadolu'ya yerleşmesi, bir fetihten daha öte bir şeydir. Bu yerleşme, Anadolu'ya göçen Türk – Müslüman halklarla, o sırada bu ülkede bulunun Hristiyan halklar arasında zımni (açıktan olmayan) bir antlaşma olarak kendisini gösterir. Bizans yönetici sınıfı feodalizme doğru evrimleşir ve Batı burjuvazisiyle işbirliğine girerken, kendi halkına iki kat ihanet etmiş oluyordu. Kendi sömürülmesini daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak olan bu üretim biçimine yönelen her türlü evrimleşmeye karşı dirençli bu halk, birçok kere, kendi yöneticilerinden kaçıp Türklerin aynı ölçüde bunaltıcı olmayan otoritesine sığınmıştı.' (Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, C. I, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1977, s. 178)

'Selçuklular, Doğu Anadolu'ya hakim oldukları zaman, bu bölge halkının büyük bir kısmı büyük arazi sahiplerinin (feodaller veya derebeyleri) elinde adeta köle hayatı yaşıyorlardı. Bölgeye hakim olan Bizans'ın bunu düzeltecek tesiri ve kudreti yoktu. Bu yüzden halk, kendisine vergiden başka bur mükellefiyet yüklemeyen, din ve mezheplerine karışmayan Selçukluları bir kurtarıcı olarak karşılamışlardı.' (Şadi Kocaş, Tarih Boyunca Ermeniler ve Selçuklulardan Beri Türk –Ermeni İlişkileri, Truva Yayınları, Ankara, 1970, s. 55 – 56)

'Bizans'tan Türklere iltica (sığınmak) edenler oluyordu, hem de bunlar adetçe çoktular. Biçare (çaresiz) Bizans halkı sırf vergiden kurtulmak için aç kalmaya razı oluyor, vergi vermemek için tarlasını ekmiyordu. Fakat takibe uğradığı durumda da yurdunu yuvasını terk ederek Türklere sığınıyordu. Türkler bu gibi sığınmacıları derhal arazi veriyor ve mali durumlarını düzeltinceye kadar, bunları beş on yıl bütün vergilerden muaf tutuyorlardı.' (Şinasi Altındağ, Osmanlı İdaresinde Gürcüler, IV. Türk Tarih Kongresi, 10 – 14 Kasım 1948, Ankara, s. 318)

'Türklerin pek geniş olan dini hoşgörüleri, Müslüman ve Hristiyan gözetmeden uyguladıkları adaletli hükümet sistemi de Bizans tiranlarından bıkmış olan Rum ve Ermeni ahali için Türk hakimiyetini kabul etme sebeplerindendi.' (Prof. Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi. C. I, Cem Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 14)

'Süleyman Şah ve kardeşleri 1073'de Orta Anadolu'ya doğru saldırıya geçtiler. Burada Bizans yönetimi tarafından yerleştirilmiş Slav, Ulah ve Suriyeliler arasında müttefik buldular. Kentlileri kendilerine bağımlı kılarlarken, ovaları da göçebelere bıraktılar. Bizans yönetiminin yıkılıp gitmesi karşısında köylülerin hiçbir tepkisi olmadı. Çünkü II. Basileios'un ölümünden beri gerek devletin, gerekse taşra aristokrasisinin yüklediği vergiler hissedilir ölçüde artmıştır. Bir yandan asker ve sivil feodaller ve kilisenin koyduğu para – ve ürün- rant yükümlülüğünü, öte yandan devletin uyguladığı angarya ve üstelik kişi özgürlüklerinin kısıtlanması gibi koşullar Küçük Asya'nın (Anadolu) tarımcı nüfusu arasında hoşnutsuzluğu sürekli beslemişti. Üstelik imparatorluğun dış düşmanlara karşı savunma gücü de çürük çıkınca, Paroikoiler (serf – köylüler) artık kendilerine güvenlik ve huzur vaat eder görünen yeni egemenleri (Türkleri) tanımaya hazırdılar…

Süleyman, bu ortamdan faydalanmasını bildi ve gerçek bir baba gibi davranıp İmparatorluğa ait tüm hassa çiftliklerinde çalışan köle ve paroikaları özgürlüğe kavuşturdu, onları yalnızca para ve ürün biçiminde ödenecek vergilere bağladı.' (Ernest Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu, İstanbul, 1936, s, 41 -42)

'Ani'deki Ermeni patriği Bargengh, hem kilisenin menfaatlerini korumak hem de vergileri hafifletmek için Büyük Sultan'dan istirhamda (merhamet isteme, yalvarma ve yakarma) bulunmak üzere bir dini heyetin başında İsfahan'a gitti.

Melik Şah dilekleri uygun karşılamış Gatogigosluğun tek bur makamca temsil edilebilmesini tanzim için Bargengh'in Hani ve Urfa'ya gitmesine izin vermiş, aynı zamanda kilisenin vergi yükünün azaltılmasını fermanla da teyit ederek, bunun yerine getirilmesi için Melik Kutb'ud –din İsmail'e emir vermiştir.

Sultan Melih Şah'ın bu çok müsamahakar davranışı İmparatorluk içindeki (Bizans İmparatorluğu) Hristiyanların, kendisine karşı sevgisini ve devlete karşı sadakatini (bağlılığını) artırmıştır.' (Prof., İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melik Şah, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayınları, İstanbul, 1973, s. 111)

'Ermeni Papazı Gregoire, Sultan Kılıç Arslan'ı 'Ermenilerin hamisi ve velinimeti' olarak nitelendirmişti. Kılıç Arslan, mektup, ferman ve kitabelerinde kendisini 'Türk, Süryani, Rum ve Ermenilerin büyük sultanı' olarak takdim ediyordu.' (Prof. Dr. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1968, s. 236)

'Günümüzde Ermeniler varoluşları meselesine gelince: Ermeniler günümüzdeki milli varlıklarını doğrudan Selçuklu ve Osmanlı Türklerine medyundurlar ( borçludurlar). Şayet sadece Bizans ve Avrupalı Haçlıların ellerinde kalsaydılar, bugünkü Ermeni adı sadece tarih kitaplarında anılacaktı.' (Levon P. Dabağyan, Ermeni Meselesi, Son Havadis, 10 Haziran 1981, s. 4)

'Bizanslıların Ermenistan'a girişleri Ermeniler için müthiş bir felaketle sonuçlanmıştı. Bir kere kendi illeri olduktan sonra Bizanslıların Ermenistan'da yapmadıkları zulüm ve vahşet kalmadı. Ani'yi alınca ilk işleri, oradan kumandanları ve ileri gelenleri sürmek, orduları dağıtmak oldu. Demir ve zehir kullandılar. Savunmasız kalan halkı ağır vergilere boğdular... Bu arada dini kurumları da saldırıya uğruyor, Gatogiosları, din reisleri yakalanarak Bizans'a sürülüyorlardı. Aralarında mezhep ve ırk düşmanlığı vardı. Bu hal, Türklerin o bölgeyi almasına kadar devam etti.' ( Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul, 1976, s.76)

'Bütün Rumlarla Ermenilerin birbirlerinden nefret ettikleri şüphesizdi. Zamanla bu nefret şiddetli düşmanlığa dönüşerek, kendisini çok fena fiiller şeklinde gösterdi. Mesela, Ermeni Kralı Kakik, krallıktan azledildikten sonra Rumların piskoposu Caesarla tarafından bağlanarak bir çuval içerisine büyük bir köpekle birlikte konuldu. Çuvalda piskoposun adamları tarafından çıldırtılırcasına dövülen köpek, çuval içerisindeki Kralı parça parça etti…

Rumlarla Ermeniler arasındaki bu düşmanlık, Selçuklu Türklerinin Küçük Asya'yı (Anadolu'yu) fetihleri için önemli bir faktördü.' (P. Charanis, The Armenians in the Byzantime Empire, Livrano Pertrand, Lisboa, 1963, s. 56 – 57)

'Bizans ordusunda çok sayıda Ermeni vardı (15 bin asker). Bizanslılar, bunlara güvenemiyorlar, onlardan şüphe duyuyorlardı. Nitekim , Malazgirt'te Bizans ordusunu terk edip Türklerin safına geçtiler. Romojen Diogenes taburlarını Ermeni saldırılarından korumak için özel tedbirler almak zorunda kaldı.' ( A.g.e., s. 52)

'Selçuklu harekatından yıllarca evvel, Bizans hakimiyetine girmiş bulunan Ermeni prenslikleri, Bizans-Ortodoks baskısı altında inim inim inlemişler, Doğu Anadolu'da bulunan Ermeni prenslikleri, Bizans tarafından harap edilmiş ve en nihayet Ermeniler Orta Anadolu'ya göç etmeye mecbur kalmışlardı.

Bizanslılar Ermenilere öyle baskılar yapıyorlar, akla gelmedik öyle vahşiyane işkenceler tatbik ediyorlardı ki, izahı mümkün değildir... Mesela Ermenilerin Ortodoks mezhebine girmeleri için, her çeşit zoru kullanmaktan asla çekinmemişler ve mezhep değiştirmek istemeyen Ermenilerin ağızlarına eritilmiş kurşun dökerek fecinin fecisi ölümlere sebep olmuşlardır. Bizanslıların bu akıl almaz vahşetleri neticesi, yüz binlerce Ermeni yok olup gitmişti....' (Leyon Dabağyan, Ermeni Meselesi, Son Havadis, 12 Mayıs 1981, s. 4)

'Sultan Melik Şah'ın bu çok hoşgörülü davranışı İmparatorluk içindeki Hıristiyanların kendisine karşı sevgisini ve devlete karşı bağlılığını arttırmıştır.' (Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melik Şah, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları, İstanbul, 1973, s.111)

' Bu zamanda (1060'lı yıllar) İmparator Dugidz, St. Grigor'un Katogigosluk makamını Ermenistan'dan kaldırmak gibi feci bir düşünceye kapıldı. Ermeni mezhebini türlü türlü tetkiklerden geçiriyordu. Katolikos Bedruos'un ölümünden sonra Romalılar (Bizans), baskılarını daha da artırdılar ve mukaddes makama karşı hücum etmeye başladılar. Onlar bu makamı ortadan kaldırmak ve bütün Ermenileri batıl Kalkedon mezhebine sokmak istiyorlardı… O çok eski senelerden beri tesis edilmiş ve kökleşmiş olan inancımızı Ermenistan'dan kaldırmaya ve yerine kendi şeytani ve karma karışık mezheplerini koymaya karar vermişlerdi… Şeytanın teşviklerine kapılan bu imparator, mukaddes İncil'de yazılı olduğu halde saf buğdayın içine deliceotu eken düşman gibi hareket etmek istedi. O, böylelikle Greklerin adetine göre aydın inancımızı söndürmek, yalanı hakikatin üstüne çıkarmak istemiştir. O, inancımızın çok yüksek olan kalesini yıkmak istedi ise de bu kötü planını tatbik edemedi…

Melik Şah'ın saltanatı Allah'ın lütfuna mazhar oldu. Hakimiyeti uzak ülkelere kadar yayıldı. Ve Ermenilere huzur verdi... Dünyanın hakimi Melik Şah, sayısız askerlerden mürekkep ordusu ile Romalıların memleketini fethe girişti. Kalbi Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. Geçtiği ülkelerin halkına bir baba gibi davranırdı. Bir çok şehir ve vilayet kendi arzuları ile onun idaresine girdi. Bütün Ermeni ve Rum beldeleri onun kanunlarını tanıdı.

Melik Şah hakimiyeti boyunca Allah'ın yardımını mazhar oldu. O, bütün ülkeleri fetih etti ve Ermenistan sulh ve asayişe kavuştu.

Melik Şah Batıya doğru yürüdü. Sultan'ın yüreği Hristiyanlara karşı şevkatle dolu idi. O, geçtiği memleketlerin halkına bir baba gözü ile bakıyordu. O, böylece hiçbir savaş yapmadan birçok eyaletler ve şehirlere hakim oldu. Sultan bu yıl içinde bütün Ermenistan'a ve Rum ülkelerine hakim olduktan sonra büyük Antakya şehrine girdi ve bu memleketle beraber Halep'i zaptetti. Onun hakimiyeti Hazar denizinden Akdeniz'e kadar yayılmıştır. .. On iki millet ona tabi ve vergiyle mükellef oldular.' (Urfalı Mateos Vekayi –namesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983, s. 128 ve 146 ve 171(Mateos, Selçuklular zamanı olayların görgü tanığı Ermeni yazardır.)

'Melik Şah, her tarafa barış ve hakimane bir idare kurdu. Bütün hükümdarlardan daha akıllı ve kuvvetli idi. Ve bildiklerimizin hepsinden de adil olduğundan kimseye keder vermedi. Yüksek fikirleri, adil ahlakı ve şefkati ile kendisini herkese sevdirdi. Böylece harp ve şiddetle değil, gönülleri kazanmak suretiyle hiç bir hükümdarın elde edemediği memleketlere sahip oldu. Eğer ömrü vefa etse idi, çok süratle artan kudreti dolayısıyla, Avrupa'yı da devletinin hudutları içerisine alacaktı'. (Prof. Dr. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, s. 250 ((Devrin Ermeni Patriği Basile'in de Melik Şah hakkındaki görüşleri.)

'Ermeniler üzerinde Bizans'ın öldürücü ilhak politikasının hızla devam ettiği ve Ermenilere düşmanlıklarının kuvvet kazandığı bir sırada, Doğu'da Selçuklu Türklerinin zuhur ettiği görüldü... Bizans'ın Malazgirt felaketine uğramaları üzerine bütün Ermeniler, 1071'de Selçuklu yönetimine girdiler... Selçuklular sebebiyle hürriyetine kavuşan Ermeniler, Georgian yönetiminde terakki ettiler. ' (Sirarpie Der Nersessian, The Armaians, Thames and Hudson, Warwich, 1969, s. 40)

'Ermeniler, Osmanlı Beyliği zamanından beri Türklere duydukları güvenden memnundular.' (Avendis K. Kajlan, The Armenian In Syria Under Otoman Dominion, Harvard University Press, Cambridge, 1965 s. 32)

'Osmanlı idaresi Ermenilere o derece geniş haklar tanımıştı ki, Ermeni Patriği kendi yetkisiyle ruhani reisleri azlediyor, keşişleri ruhanilikten kovuyor, dini ayinleri yasaklıyor, bunlardan başka kendi adamlarıyla haraç toplayabiliyor, nikah işlerini yürütebiliyor, hatta hapis gibi cismani cezalar verebiliyordu. Hülasa Ermeniler, Türkiye'de mutlu, iş ve güçleriyle meşgul bir hayat sürüyorlardı.' (Mehmet Hocaoğlu, Arşiv Vesikalarıyla Türkiye'de Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, Kardeş Matbaası, İstanbul, 1976, s. 23)

'Sultan Fatih'in İstanbul'u fethetmesiyle, Ermenilerin istikbali için yeni bir yıldızın parlamaya başladığını söylersem, tarihi bir hakikati ortaya koyacağıma inanıyorum. Bu itibarla, eğer İstanbul'a Türkler gelmemiş veya gelmeleri gecikmiş olsaydı, o nispette de Ermenilerin İstanbul'a yerleşmeleri ve gelişmeleri şüpheli, hatta belki de izleri bulunmazdı. Eğer, Ermenilerin Ortodoks memleketlerindeki, özellikle son senelerde, vaziyeti göz önünde tutulacak olursa, tahminlerimizin hakikate uygun olduğu anlaşılır.

Sultan Fatih'in girdiği yolda yürüyen sultanlar, her ne maksat ve gaye ile yapmış olsalar, Ermeni vatandaşlarının ilerlemesini arzu etmişler ve imkanlar yaratmışlardır. Karşılık olarak, Ermeniler erkenden, Türk dilini, adetlerini, yaşayış tarzlarını benimsemişler ve en dikkate değer nokta, onların sonsuz güvenini kazanmış olmalarıdır. O kadar ki, özellikle Konya tarafında İslamî bir aile evini, barkını her şeyini tercihen Ermeni'ye teslim etmekte şüpheye düşmezdi.' (Y.G. Çark, Türk Devlet Hizmetinde Ermeniler (1453-1953), Yeni Matbaa, İstanbul, 1953, s. XIII

'Memleketin en zengin, huzurlu ve varlıklı sınıfı Ermenilerdi. Şehir ve kasabalarda esnaf ve sanatkar Türklerden pek azdı. Ermeniler yüksek bir hayata ulaşmışlardı. Onlarda askerlik de yoktu. Yemen belası, ikide bir çıkan isyanlar için celp edilen Türkler gibi ezilmezlerdi. Saltanatın himayesi altında senede kırk kuruş vergi vermekle bütün bu yüklerden kurtulurlardı. Bu yüzden Ermeniler günden güne çoğalıyor ve zengin oluyorlardı. Türklerin büyük kısmı köylerde, toprak ve toz içinde perişan bir hayat geçirirken, bilgisizlikten, doktorsuzluktan doğan çocukların yüzde yirmisi ölürken, bunlar medeni bir hayat sürüyorlardı. Çocuk ölümlerini yüzde ona kadar indirmişlerdi. Tüccarları, çiftçi Türklere kredi kapısı olup, sarraflığı da tekellerine almışlardı. Her Türk köylüsünün bir Ermeni sarrafı vardı. Bütün ihtiyaçlarını buradan karşılar eder, yetiştirdiği ürünü de Ermeni'nin mağazasına boşaltırdı. Senede bir kere hesap görülür, hesap Ermeni'nin vicdanına kalırdı. Fakat köylüyü de yarı aç, çıplak bir durumdan yukarıya çıkarmazdı.' (Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, Tan Matbaası, İstanbul, 1961, s. 21)