Tarihin her evresi ve coğrafyanın her köşesin de siyaset ve dost anlayışı hep böyle miydi? Bilinmez ama geldiğimiz süreçte ki siyaset ve dost anlayışı, ahlaki ve etik kuralların testinden geçemeyeceği son derece aşikâr.

Tarihin ve çeşitli coğrafik bölgelerin siyaset ve dost anlayışında bugünküne benzeyen tarafların olabilme ihtimalinden yola çıkacak olsa bile, her zaman ve zemin de bu denli kaypak bir zeminde miydi? Bu da ayrı bir yara ve ayrı bir soru.

Dostluk gibi bir kavramın ve böylesine içi dopdolu bir varlığın, bu denli kısa zaman da bambaşka şekilde tanımlanması ve dost denilen kişinin de tanımlanan o uzak diyarlara savrulması akıl alır cinsten bir olay değil.

Ya dost dost değildi ve ya dost kavramının bonkörce kullanılmasının düşürdüğü boşluk orta yerde durmaktaydı. Üçüncü bir seçenek olaraktan, dost kavramını kendi ontolojik bağlamından koparıp içerisini kendimizin doldurmasının tatminsizliğinin, yetersizliğinin ve yanlışlığının kendini göstermesi miydi!?

Sanırım üçüncü seçenek bugünkü halimizi daha net anlatan bir tespit olarak belirginleştiriyor kendisini. Zira dost, kendi bağlamından bakılıp bu bağlam ile içeriği doldurulmuş kişinin kaypak bir zeminde duruyor olması pek olası gibi gelmiyor bana.

Kendi ihtiraslarımız, kendi egomuz, kendi çıkarlarımıza uygun bir dost anlayışını, ontolojik bağlamında ki dost anlayışı ile özdeş kıldığımız için dostumuz (!) tarafından terk ediliyor, ihanete uğruyor ve sırtımızdan bıçaklanıyoruz.

Sırtımızdan bıçaklanıyor olmamızın ana sebebi olarak, ne dost tanımlamamız ve ne de dost diye tanımladığımız kişinin gerçeklik ile zerre kadar ilintisi olmamasına karşın, kendimizi kandırıp aldatmamızın doğal bir neticesi oluyor.

Bütün yalanlarımıza, yanlışlarımıza, aldatmalarımıza, talanlarımıza varıncaya kadar her şeyimizi onaylayan, sırt ve arka çıkan, her türlü pisliğe ortak kılabildiğimiz kişileri ‘’ dost ‘’ diye tanımladığımızın farkına bir türlü varamıyoruz.

Belki de, bile bile dost kavramına ve dostun kendisine dahi yaptığımız bu ihanetin bir ilahi tecellisi olarak kalakalıyoruz boşluğun tam orta yerinde. Bütün bu yaman ve affedilmesi mümkün olmayan ihanetin bedeli olarak ne dost olabiliyor ne dost kalabiliyor ve ne de dost bulabiliyoruz.

Dost ve ihanet kavramının kullanım ve harcanmasına, kırılıp atılmış çiğdem çekirdek misali davrandığımız bu günlerde, hepimiz bir diğerimizi ve hepimiz umudun ve tutunacak tek dalımız olan dost olmanın, dost bulmanın temeline dinamit koyuyoruz.

Dost demek kör demek, dost demek sağır demek, dost demek duyarsız, umarsız, hayasız, şerefsiz ve önüne her geleni onaylamak demek olmadığının farkına varmamızın gerekliği, gelecek dünyamızın daha sağlam ve yaşanabilir olmasının mutlak koşulu olduğunun bilincinde olmamızın zamanı da haylidir geçmektedir.

Oysa dost acı söyleyendi. Dost, gördüğü hataları, yalanları ve yanlışları yutmayan, ahmak bir pozisyon almayan ve gerektiğinde eliyle, gözüyle ve diliyle yapması gereken uyarı ve ikazı yapan kişi demekti. Dost, dostunun helak olmasına, yalan ve yanlış bir Dünya da debelenmenin fena götürülerine parmak basan ve gerektiğinde bir şefkat tokatı atabilen demekti.

Geldiğimiz noktada ise dost; her halimize onay veren, emme basma tulumba misali başını aşağı yukarı kaldırıp her şeyi onaylayan, bir tek muhalif düşünce içerisinde olmayan, her koşul ve durum da ve ne olursa olsun yanımızda duran kişi gibi bir ucube tanımlama ile karşı karşıya kalmıştır.

Tanımlama, bu denli çirkef olunca, yanımız da dost diye barındırdığımız kişinin de aynı derece de çirkef olduğunun peşinen kabulü içerisine girmiş olmaktayız.

Çirkef bir tanımlama ve çirkef bir dost ile alınabilecek yol ne kadar ise o kadar gidebiliyoruz.