SEVGİLİYE MEKTUP

Başımın tacı, ufkuma miracı, derdimin ilacı; GDO’suz, hormonsuz Sevgili,

Sana, Ön (Selfie) kameralı, 3 GB ramlı, Apple iPhone X 256 GB telefonla değil; kâğıt ve kalemle hitap etmeyi uygun buldum. Biliyorum ki zamane neslin demode ve ilkel bulduğu mektup denilen bu iletişim aracı, dünyanın kuruluş ve kurgulanışından bu yana kayıtlı kayıtsız milyonlarca aşka hizmet etmiştir.

Evet, benim NŞB’siz şekerparem,

Ben, seni; misk kedisinden yahut Kuzey Asya’da yetişen misk geyiğinin karın altı yağlarından üretilen Chanel No 5 yahut Shalimar By Guerlain parfümüyle değil, doğallığınla, lale, nergis, menekşe, kekik ve Anadolu baharı kokunla seviyorum.

Ben seni, tasarımı Milano’da yapılan vücudu sımsıkı saran skinny pantolonla yahut Paris’te üretilen tişört, dar jean, uzun kolye, blazer ceket, yüksek topuklu ayakkabılarla değil, Türk dünyamın renklerini taşıyan üç etek bindallınla, oyalı yazmanla, nakışlı poşunla, fistanınla, şalvarınla, cepkeninle, yemeninle seviyorum.

Ben, seni; melez Amerika müziğiyle yahut Fransa’nın Bastille Operasıyla, Greensleeves Cover’le, rokla, rapla değil; Zülfündedir benim baht-ı siyahım/ Sende kaldı gece, gündüz nigahım/ İncitirmiş seni meğerki ahım/ Seni sevdim odur benim günahım.”, diyen Dede Efendi’nin nameleri ile seviyorum.

Ben sana, Neşat Ertaş’ın bozlağıyla, Karadeniz’in “Yaylanın Çimenine” şarkısıyla, Celal Güzelses’in deruni sesi ile aşığım. Ben sana; Elazığ’ın çaydaçırası, Adana’nın “Yolları Taştan” şıkırdım şıkır havası ile meftunum. Ben sana; “Yemen Türküsü” ile Tokat’ın, “Onbeşlisi” ile aşığım; Ben seni; “Gelme ecel gelme üç gün ara ver/ Al benim sevdamı götür yara ver” türküsündeki “yar” olarak görüyor; Feride’nin; çığlıklaşan; “Aman Bre Deryalar” Rumeli türküsünün acısını yüreğinde hisseden Urfalı Mehmet Özbek’in notaları ile seviyorum. Ben seni;“Can Kerkük cânân Kerkük/Her söze kanan Kerkük/ kalıptı yârdan uzak/ Mum kimin yanan Kerkük.”, diyen şairin gönlüne düşen kor gibi yanarak seviyorum.

Evet, canımın içi, Ege gözlüm, Akdeniz duruşlum, Karadeniz bakışlım,

Sakın ola ki yalanın büyüsü, riyanın boyası; altının sarısı, paranın darısı, sarayın ihtişamı, köşkün cilası, arabaların lüksü gözlerini kamaştırmasın. Bütün bunlarla sana yaklaşmak isteyenlerin sözlerine kanma. Bil ki sureti haktan görünen ancak çıkarları için her türlü cambazlığa soyunan bu bedbahtlar, enaniyet sahibi gafillerdir.

Yine unutma; bu coğrafya acıların, sancıların hiç eksik olmadığı bir coğrafyadır. Bu coğrafyada yaşamanın olduğu kadar sevmenin de bir bedeli vardır. Bu bedelin gönüllülerini, çapı; cebi yahut heybesi kadar olanlarla cehlinden haberdar olamayanların anlaması mümkün değildir. Anlamak için sevmek gerekir. Sevgi ise öylesine yüce bir duygudur ki onda istemek yoktur, karşılık yoktur, çıkar yoktur. Sevgide yalan olmaz, riya olmaz. Sevgi takiyeye geçit vermez. Sevgi; doğallıktır, içtenliktir, duruluk, samimiyettir. Sevgi; inanmaktır; emektir, fedakârlıktır; eksiğe rıza göstermektir. Hasrettir, umuttur, beklemektir, katlanmaktır sevgi. Soğuktan donsa da sevdiğine hissettirmemektir. Sevgi çile çekmektir. Sevgi; sevdiği için yaşamak yerine göre canan için candan vazgeçmektir. Sevgi, öldükten sonra da var olmaktır; ölümsüzlüktür, sonsuzluktur.

Ey sevgili! İşte ben, bütün bu hasletleri kuşanıp da geldim kapına.

Ah bir kavuşabilsek! Seni, gönderdeki bayrak misali hep başımın üstünde taşıyacağım. Seni, keşfedilmemiş yemyeşil koylarda gezdireceğim.

Kavuşabilsek seni; Chia tohumu eşliğinde Ejder Meyveli Smoothie, Aloevera yahut Zencefilli Somonlu Suşi ile değil; kuzu tandır, içli köfte, yaprak sarma, büryan kebabı, ayranlı çorba, hamsi tava ile besleyeceğim.

Sen, kollarımda uyumaya çalışırken sana; Hayme Ana’nın düşünü, Şeyh Edebali’nin rüyasını, Ahmet Yesevi’nin hayallerini anlatacağım. Seni;“Hepsinden iyice bir gönle girmektir” diyen Yunus’u anlatacak; sana; Hacı Bektaş’ın “İncitsen de incitme” deyişindeki manayı, “ne olursan ol yine gel”, diyen Mevlana’yı kendi sözlerinden aktaracağım. Olmazsa Fatih Sultan Mehmet’in kararlılığını, İstanbul’un fethini nakledeceğim. Baktım uykun ağır bastı bu defa da fetihten 465 yıl sonra tek kurşun atmadan 8 Şubat 1919’da Roma İmparatoru edasıyla İstanbul’a giren Fransız generali D’Esperey için yapılan töreni bir köşeden izleyen Diyarbakırlı Süleyman Nazif’in hüznünü anlatacak, ardından da “Kara Bir Gün” ve “Dausıla’yı” okuyacağım.

Sonra aşkımızın meyveleri olacak; sen de onlara Batılı güçlerin, Osmanlıyı nasıl tarihten silmek istediklerini, gönül ve kültür coğrafyamızı nasıl parçaladıklarını nakledeceksin. Son Türk kalesi Anadolu’nun düşmemesi, şahadetleri dinin temeli olan ezanların susmaması için Osmanlı Paşası Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattıkları Kurtuluş Savaşını, yokluklar içerisinde kurulan Genç Türkiye Cumhuriyetini anlatacaksın. “Allah, bu millete bir defa daha “İstiklal Marşı” yazdırmasın”, diyen Mehmet Akif’in sefalet içerisinde olmasına rağmen TBMM’nin kendisine verdiği 500 altını nasıl reddettiğini söyleyecek; sonra da Osmanlı’nın verdiği imtiyazların, kapitülasyonların, nasıl kaldırıldığını, Duyun’u Umumiye ile üstlenilen, 1954 yılına kadar devam eden dış borçların hangi şartlarda ödendiğini anlatacaksın.

Ah bir kavuşsak, ben sana…