ÇOK gürültülü bir hayattan gelmişti. Sadece bedeni değil zihni de yorgundu. Saçlarını uzun ve inişi çıkışı bol olan bir hayatın beyazlattığı anlaşılıyordu. Rekabet, hırs, mücadele ve nice ayak oyunlarının sonunda kendisini bu çemberin dışına atmış sessizliğin kollarına güvenle bırakmıştı.

ÇOK gürültülü bir hayattan gelmişti.

Sadece bedeni değil zihni de yorgundu.

Saçlarını uzun ve inişi çıkışı bol olan bir hayatın beyazlattığı anlaşılıyordu.

Rekabet, hırs, mücadele ve nice ayak oyunlarının sonunda kendisini bu çemberin dışına atmış sessizliğin kollarına güvenle bırakmıştı.

Sabahın erken saatlerinde günü karşılıyor kendisini dağlara, ormanlara vuruyor akşamın karanlığında ancak mütevazı barakasına dönebiliyordu.

Nadiren kasabaya iniyordu.

O da zaruri bazı ihtiyaçlarını karşılamak içindi.

Arada postaneye uğradığı oluyordu ama bunu ne sebeple yaptığı bilinmiyordu.

Burada kendine göre üç beş dost edinmişti.

İndiğinde onlara uğramayı ihmal etmiyordu ama burada da ağırlıklı olarak sessizlik hüküm sürüyordu.

İlla bir şey konuşulacaksa bu sessizlik üzerine oluyordu.

BELGE olduğu aşikardı.

Ama ağzından laf almak sadece maharet değil samimiyet de gerektirirdi.

Her nasıl olduysa bir defasında kendisiyle benimde uğrayıp çay içtiğim bir kenar mahalle kıraathanesinde karşılaştık.

Heybetliydi.

Vakur bir duruşu vardı.

Hürmet uyandıran bir nezaketi elbise giyer gibi giyinmişti.

Ben böyle insanları zihnimde her zaman 'Aziz' olarak tanımlardım.

İzzetlerini her şeyin üzerinde tutan bu insanlarla doğru iletişim kurulabildiğinde onların bu haysiyetli duruşundan size de pay düşüyordu.

Hal okuması yapabiliyorsanız çok şey öğreniyordunuz.

Nutuk atmayan bu nevi kişilikler aslında tozu dumana katan hatiplerden çok daha fazla etkiliydiler.

Zira üstünlük sağlamak, hürmet celbetmek, kendini dinleyenlerin gözünde yüceltmek gibi dünyevi hususlara zerrece iltifat etmiyorlardı.

Hayatın özüne yolculuk yapan kişilerdi bunlar.

Ballar balını bulanların kovanların yağma edilmesinden tasaları elbette olmazdı.

O sessiz kaldıkça ben de ses vermedim.

Edeple oturdum.

Fazladan tek hece bile söylemedim.

Arada bir iç geçirmesini gördükçe sanki kalbinden kalbime aktarımlar yapıyor gibi hissettim.

Şunu itiraf etmeliyim ki, gevezelikler sırasında zamanın hızlı akması gibi bir durum burada yoktu.

Gün uzadıkça uzuyor yüz yıl oluyordu.

Vaktin bu kadar açılabildiğine ve içine nice anlamlar, hatıralar girdiğine hiç tanıklık etmemiştim.

Sükûnetin bereketi bu olsa gerek diye düşünüyordum.

Esasen olan şuydu:

Dilim suskundu, konuşmuyordu lakin zihnim cıfıt çarsından farksızdı.

Onu susturamamış, kelimeleri kovamamıştım.

Düşünceden düşünceye sanki ışık hızıyla atlıyor hiçbirini tam olarak yakalayamıyordum.

Bundan rahatsızlık duymaya başlamıştım. Ayrıca fark edilmesini de istemiyordum.

Bunun saygısızlık olacağını düşünüyordum.

Ben azaltmaya çalıştıkça düşüncelerim hızlanıyor ve inadına artıyordu.

Vesveseye kapılmış gibiydim.

Bastırdıkça kapağını açmak için içeriden sanki daha fazla tazyik uygulanıyordu.

O sırada dudakları kıpırdar gibi oldu.

'Allah sana sessiz bir gece bahşetsin' dedi. Ardından 'Kendini dinleyip duyabileceğin…' ilavesinde bulundu.

O günden beri ben buna 'Sessizlik Duası' ismini verdim.

Bu aralar her nedense bu dua aklıma geliyor.

Acaba diyorum çevremizde arı vızıltısı gibi ruhumuzu muazzep eden ne söylendiği anlaşılmayan yükselen uğultular mı var?

Kim bilir, belki de vardır.

Ya Selam!