“SENİ sevmek istiyorum. Yakın olmayı murat ediyorum ama sana yaklaşamıyorum bile…” Şehirlerarası bir otobüs seyahatinde arkamda oturan iki kişinin konuşmalarını istemsiz olarak işitmiştim.

'SENİ sevmek istiyorum. Yakın olmayı murat ediyorum ama sana yaklaşamıyorum bile…'

Şehirlerarası bir otobüs seyahatinde arkamda oturan iki kişinin konuşmalarını istemsiz olarak işitmiştim.

O sırada çok odaklanmamıştım ama sonradan bu cümle beynime mıh gibi çakılmıştı.

Hala çıkarabilmiş değilim doğrusu.

Herkes ilgi duyduğu, değerli bulduğu, donanımını bildiği, iyi olduğuna kanaat getirdiği, dürüstlüğüne tanıklık ettiği, yaslanabileceğini düşündüğü bir kişiye kadın erkek fark etmeksizin 'Seni seviyorum' diyebilirdi.

Bu hayatın doğal akışı içinde bildiğimiz, şahit olduğumuz hatta birebir yaşadığımız bir olgu.

Sevildiğimizi duymanın verdiği mutluluk kadar belki de daha fazla sevdiğimizi söylediğimizde de aynı duyguyu yaşarız.

Söyleyemeyenler bunu sevginin diğer dilleriyle de ifade edebilirler ki, aynı kapıya çıkar.

Bunlar tamam, burada sorun yok.

Ancak 'Seni sevmek istiyorum.' cümlesi bana düşündürücü gelmişti.

YILLAR yılı belleğimde kendini koruyan bu cümleyi biraz daha ileriye taşıyan başka bir söylemle yakın zamanda karşılaştım.

Alevli bir konuşmaydı. Tahlil ediciydi.

Şöyle diyordu kadın muhatabına; 'Seni sevmek istiyorum ama izin vermiyorsun. Sen kendinle dolusun. Bana yer açmıyorsun.'

İTİRAZ etmem yersiz olur. Yakışık almaz zira çok doğru. O kadar kendimizle doluyuz ki…

Ve o kadar, şahsımızla meşgulüz ki…

O kadar sadece kendimize odaklı yaşıyoruz ki, sevdiklerimiz bile bu alana giremiyor.

Muhabbet ettiklerimizin muhabbet edebilecekleri minik bir alan bile bırakmamışız.

Sorduklarında elbette bunları kabul etmiyor, şikayetlerimizi arka arkaya sıralıyoruz.

'Kimse beni sevmiyor, sevmeye layık bulmuyor, değer vermiyor, itibar göstermiyor, saygılı davranmıyor, tercihlerimi önemsemiyor, kararlarımı ciddiye almıyor…'

Liste uzayıp gidiyor.

Acaba diyorum, biz kendimize kapanmış olabilir miyiz? Tüm alanı kendimiz işgal etmiş olabilir miyiz?

KENDİMİZLE doluyuz, evet.

Ne yazık ki, böyleyiz.

'Kendin ol, başkası olma' gibi modern yaklaşımlarla benliğimizi zehirlemiş olabilir miyiz?

Kendilik bilinci kazanıp şahsiyetimizi inşa ediyoruz derken her yanımızı kendimizle doldurup tüm boşlukları sıkı sıkıya örüp betonlamış mıyız?

Kendi kibrimizde boğuluyor muyuz?

Aziz olmak, şahsiyetli olmak, izzetli bulunmak gibi müspet kavramları kendi indi görüşlerimizle anlam kaymasına uğratmış olabilir miyiz? Manayı tahrif ederek kendimizi tahrip etmiş miyiz?

Bu sorular üzerinde düşünmemizi hak ediyor. Esirgemeyelim.

ANLATILAGELEN şöyle bir hikaye vardır.

Günün birinde güzel insan yetiştirme merkezi olan dergahlardan birine bir talip adayı gelir.

İsteği çok fazladır. Her işe atılır, dur durak bilmez. Dinlenmeyi aklına bile getirmez.

Her fırsatta önüne gelene kendini bu yola kurban ettiğini, baş verdiğini söylemektedir.

Yemem, içmem, uykumu dünyamdan kovar ve riyazet yaparım der.

Kor ateşler üzerinde bile yürüyebileceğine ikrar verir.

Efendisinin gözetiminde seyr-i sülüke girerek mana yolunda ilerlemek istediğini beyan eder. O kadar ki, mürşit bellediği kişinin yerine geçip hizmet etmeyi hedef olarak belirlediğini dillendirmekten de geri kalmaz.

Mürşidin halifesi bu aşırı arzu taşıyan yeni gelen talip adayı gencin isteklerini ve heyecanını pîrine aktarır. Ertesi gün bahçede bir demlik çayla tefekkür eden erenin yanına bu çocuğu tanıştırmak için getirip takdim ederler. Hazret ne zaman bir şey söylemek için ağzını açsa genç hemen atlayıp sözünü keser ve kendi düşüncelerini, hayallerini aktarır.

Bu hal bir süre böyle devam edince Efendi kalkar oğlanın boşalmış olan bardağına demlikle çay koymaya başlar. Bardak dolduğu halde bunu sürdürür ve bardak taştıkça taşar.

Bunun üzerine çaylak genç atılarak 'Efendim bardak doldu' der.

Hazret yavaşça yerine oturur ve ona dönerek, 'Evladım sen de işte bu bardak gibi ağzına kadar lebalep kendinle dolusun. Bu eşikte sana yer yok. Sen kendini kendinden boşaltmadıkça ben oraya bir şey koyamam.' der.

ERENLERİN yol yürütmek istedikleri öğrencilerine 'Ben bilmem' zikri vermelerinin bir sebebi de belki budur.

İçi yakılarak boşaltılmamış kamış ney olup ses vermez.

Bildiklerimizi gerçeğin tartışmasız kendisi gördüğümüz sürece hakikat bize kapısını aralamaz.

Hata edebileceğini hiç düşünmeden malumatlarına yapışanlara irfan bilgisi ulaşmaz.

Yeni verileri içeriye alabilmek için kendimizi boşaltmalıyız.

Bizler kendimizle dolu kaldığımız sürece kimse gönlümüze mihman olmaz.

Kendimizi kendimizden boşaltarak alan açalım ki, daha çok sevilerek daha fazla sevme imkanına kavuşalım.

Ya Selam!