«Aşkın, sevginin, güvenin ve paylaşımın garantisi nedir?» diye sorsalar bana; «Samimiyet...» derim.

«Aşkın, sevginin, güvenin ve paylaşımın garantisi nedir?» diye sorsalar bana; «Samimiyet...» derim. Düşünce ve duygularımızın yaptıklarımızla örtüşmesi olan samimiyet; aynı zamanda duygu ve düşüncelerimizin sağlamlığının, inandırıcılığının ve sürekliliğinin de ölçüsüdür.
Samimiyet; insan rûhundaki doğruluğun, ahlâkın, edebin dışa yansıyan aynasıdır. Samimiyet; gönülden istemek, severek ve karşılık beklemeden yapmak, dünya hayatından haz almak ve huzurlu yaşamanın da anahtarıdır. İnsanlar arasındaki dostluk, sevgi ve güven kapılarını açan; içtenlik, saflık, duruluk ve sadâkat kavramlarını bağrında yeşerten bu hasletin karşıtı sahtekârlıktır, yalandır, riyâdır, aldatmadır.
Peki, millet olarak, toplum olarak, fert olarak yer yuvarlağında en fazla ihtiyaç duyulan bu hasletin neresindeyiz? Samimî miyiz? Yani içimizle dışımız bir mi? Öncelikle bizleri yaratan Allâh’a karşı samimî miyiz? Bize mürşid olan peygamberlere özellikle de âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı samimî miyiz? Yönetici yönettiklerine, yönetilenler yöneticisine; patron işçisine, işçi patronuna; öğrenci, hocasına; memur amirine; koca evine, kadın kocasına; arkadaş arkadaşına karşı samimî mi? Kalbimizle dilimiz aynı mı? Peki, derken; olur, derken; yaparken; pekilerimizdeki, olurlarımızdaki, yaptıklarımızdaki samimiyetimizin derecesi nedir? Söz ve davranışlarımız, kalbimizle uyum içerisinde mi? Kalbimiz, vicdanımız, iz‘ânımız yaptıklarımızı veya bizim dışımızda yapılanları, olanları onaylıyor mu? Yoksa üç günlük dünya için, dünyalık için, çıkar için bilip de bilmezlikten geliyor; kendimizden başlayarak Yaradan’a varan çizgide hep aldanan ve aldatan mı oluyoruz?
Bütün bu soruların cevabı, yaşadığımız yer yuvarlağındaki sayısız aynalarda saklı. Belki biz göremiyoruz ama gören ve değerlendiren var elbette. Bir bakın Allah aşkına üzerinde yaşadığımız dünyaya ve o dünyada kendisine eşref-i mahlûkat unvanı verilen insana! Onun kurduğu medeniyete, insanlığa... Bir tarafta ezmenin, ötekileştirmenin, nefretin, kinin, öfkenin, katletmenin, yok etmenin sonucu oluşan kan, acı ve gözyaşı... Diğer tarafta boş gözlerle televizyon başlarında bütün bunları seyrederken içki veya kahvelerini afiyetle yudumlayan milyonların kayıtsızlığı, duyarsızlığı... Bir tarafta vicdansızlık, kibir, gurur diğer yanda masum ve mağdur... Bir tarafta adâletsizlik, yalan, hırsızlık ve talan üzerine kurulu bir düzen; diğer yanda kol gezen yoksulluk, açlık ve sefalet... Peki; vicdanımız, iz‘ânımız, kalbimiz nerede? Bu dünya güçlülerin dünyası, çıkar için her yol mubah diyorsanız, bu dünya kimilerine göre cefâ ve ezâ; kimilerine göre de sefâ yeri diyorsanız, o zaman Allâh’ın size bahşettiği akılla özene bezene hazırladığınız «İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi» niye? İnsan niye, insanlık niye? İşte asıl sorulması ve sorgulanması gereken bu...
Yok, insan olduğunuzu iddia ediyorsanız o zaman samimî olmalıyız. Aşkın, sevginin, güvenin ve paylaşımın garantisi olan samimiyetimizi her şartta ve durumda göstermeliyiz.
Kendi kusurlarımızı teğet geçerek başkalarını suçlamak işin en ucuz ve en kolay yoludur. Bu yola sapmadan kendimizi sorgulayarak ulaşmalıyız doğrulara. Samimiyette ihlâs esastır. İnsan öncelikle ve özellikle kendisine karşı yalansız, içten ve samimî olmalıdır. Ne demişti Mevlânâ: “Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün.” İçi-dışı bir olmayan insan, eksik insandır, İslâm’a göre münafıktır.

Fert bazında, ülkede olduğu kadar ülkeler arasında da samimiyet esas olmalıdır. Ha diyelim ki dünya milletleri arasında böyle bir samimiyet olmadı, oluşmadı. O zaman Müslüman ülkeler olarak bizlerin arasında güven esaslı samimiyetler tesis edilmelidir.
Biz, Müslüman devletler, son iki yüz yıldır başımıza gelen her musibetin temelinde batıyı ararız. Efendim; batı çıkarcı, batı emperyalist, batı sömürücü, batı samimî değil... İyi hoş da biz Müslüman ülkeler olarak özü ihlâs ve samimiyet olan İslâm’ın neresindeyiz? Biz samimî olduk da... Birbirimize samimî olarak sarıldık da... Batı mı bizi engelledi? Farz edelim engelledi ki gayet tabiîdir; bu durumda batıyı suçlayacağımıza dönüp kendi kusurlarımıza niçin bakmıyoruz? Bizi kendi eksiğimizi görmekten, kendi kusurumuzu keşfedip de üzerine gitmekten alıkoyan ne? Bu sorunun cevabı; İnsana, İslâm’a, Kur’ân’a, Allâh’a karşı samimî olmayışımız, olamayışımız değil de nedir? Ne demişti âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem: “Din bütünü ile samimiyetten ibarettir.” (Müslim, Îmân, 95)