Bir sanat eserine baktığımızda, onun kim tarafından, ne amaçla, ne zaman yapıldığını merak ederiz. Komik bir ifadeyle bizi güldüren bir maske, esasında ilkel bir kabile için, insan yiyen dağ şeytanının simgesi olabilir.

Bir sanat eserine baktığımızda, onun kim tarafından, ne amaçla, ne zaman yapıldığını merak ederiz.

Komik bir ifadeyle bizi güldüren bir maske, esasında ilkel bir kabile için, insan yiyen dağ şeytanının simgesi olabilir. Dikkatli baktığımızda, üzerindeki kan damlalarında, belki bir yakınını bir hayvan ya da başka bir insan tarafından vahşi bir saldırıda yitiren acılı birinin izini süreriz. Açıklanamayan bir cinayetin, efsanevi faili için uydurulmuş birkaç hikaye belirir aklımızda.

Kilosu üç beş liraya satılan bir zaman diliminden Arnolfini'nin Evlenmesi tablosuna bakan biri için, pencere önündeki portakallar anlamsızdır. İşin aslı ise, 15. yüzyılda portakalın nadir bir meyve olduğudur. O bir zenginlik nişanesi olarak orada duruyordur.

Hıristiyan tasvirlerde bir sahnede Hz İsa'yı öpen bir adam görürüz. Öpücük yeryüzünde tüm insanlar için sevgi göstergesidir. Ama Judas, Hz İsa'yı ele vermiştir, Romalı askerler kalabalıkta onu bu öpücük sayesinde tanıyacak ve tutuklayabilecektir. Orada öpücük en alçakça ihanetin sembolüdür.

Sanat eserlerinde bu gibi içeriklere ulaşmak için bazı yöntemler kullanılır. Bunların içinde hiç şüphesiz en detaylı sonuçları verebilecek olanlardan biri, sanatçının hayat hikayesini bilmektir.

Yaşadığı dönemin sosyolojik, ekonomik bilgisi, öğrenim gördüğü atölyeler, yaşadığı aşklar, siyasi görüşü, psikolojik durumu; eserlerini anlamlandırır.

Yıldızlı Gece adlı resim, karmakarışık bir gökyüzü tasviri gibi durur Van Gogh'u tanımayanlar için. Ressamı tanıyınca gökyüzüne onunla sanatoryumun penceresinden bakar, bakışlarını göğe dikerkenki özgürlük hasretini hissederiz. Yaralanmış ruhu, şehir manzarasını kadrajda küçültüp, koca bir yerleşimi gölge gibi aşağıda bırakır. Yıldızlar hiç olmayacak kadar parlak ve yakın gibidir. Bulutların kıvrımları karanlıkta bir hayal gibi süzülür. Doğanın insan hayatındaki ihtişamlı etkisine tanık oluruz. Evlerin yapay ışıklarının üstüne kasvetli bir karanlıkta yanan devasa kandiller, Van Gogh'un içindeki yaşama umudu ya da inanç gibi etkilidir. Hayata tutunmaya çalışan üzgün bir adamın ışığıdır bu resimde gördüklerimiz.

Van Gogh ve nice birçok sanatçı için geçerli bir ortak özellik nedir diye sorsalar, ölümlerinden sonra kıymete bindiklerini söylerdim.

Tüm bu sözlerin sonucunda, hala hayatta olan bir sanatçıyı kıymetlendirelim istiyorum. Mide gurultusundan, kertenkele kuyruğuna kadar, kıpırdayan her şeye şiir yazan, kitapları basılan şair ordumuz içinde, kural kaide bilen nadir kalemlerden biri. Histeri kriziyle karalanmış saçmasapan tamlamalardan yılmış; taze ve güncel, yeni sözler duymak isteyenler için, hatrı sayılır yaşanmışlıklardan damıtılmış, aynı insani acılarla bizimle ünsiyet kuran tanıdık bir tarz.

Eskiden oturduğunuz sokaktan geçerken, balkonun köşesinde ağlayan çocukluğunuz, sessiz isyan eden gençliğiniz, uzaklara dalıp duran olgunluk çağınız gibi; hep bir parçamız olarak bizimle yaşayan suskun hatıraları kelimelerle anlatabilen bir cümle mühendisi; Hikmet Kızıl.

Kendisinin sosyal medyada da ayrı bir rolü var. Mizah yeteneğini, kural kaide tanımadan şiir yazan, daha doğrusu kendini şair zannedenlerin ensesinde boza pişirerek kullanıyor. Azıcık bi eli sopalı imajı olsa da, benim gibi henüz yolun başında olan taze kalemlere, söz dinledikleri sürece öğretmenlik yaparken son derece yüce gönüllü bir edebiyatçı.

Biz insanları tanımak istiyoruz. Şairleri, ressamları, ünlüleri... Sanırım çoğumuz onlarda bizim ellerimizden daha kanlı bir suçun, kendi vicdanımıza tampon olacak bir dedikodunun peşine düşüyoruz. Şiirden kırmızı yanlarını dinlemiyoruz şairlerin. Nefret edilecek, kınanacak birşeylerin peşine düşerken, sanatı ıskalıyoruz.

Hep sonsuza dek sürecek tek aşkına gizlice şiirler yazan bir derviş arıyoruz. Kafamızın içindeki mükemmel tasavvura inanıp, halka mal olmuş kişilerin de bizler gibi sıradan bir hayat yaşadığına inanamıyoruz. Ya da hala hayatta olan biriyse, bu sıradan hayat tarzına şaşıp kalıyoruz. Şiir yazacaksa çöllere düşsün, dağları delsin falan istiyoruz.

İşte insanların saçma sapan beklentileriyle mahalle mizahı yapan, "Çay da mı İçmeyek?" kitabıyla, günlük hayatın tekdüze gidişini kendi üslubuyla trajikomedi haline getiren şu alaycı yazar da yine o duygusal şairin ta kendisi. Kitaplarının geliriyle yetimleri güldüren güzel insan da o. Gerçekten tanımaya, okumaya değer...

İnsan ruhunun izini sürerek, sanata değer katan; sanatın tabiata eklenmiş bir insan olduğuna, eserlerin fani insanoğlundan daha kalıcı, daha canlı olduğuna inanan herkese tavsiyemdir; "Şiirden Kırmızı"

...ve hala insanları insanca sevebilen, aynı göğe, benzer hislerle bakabilenlere; yıldızlı geceler... Van Gogh'un penceresinden...

"Telveler, kitaplar, putlar, yeleğinde köstekli bir saat/saat geceye ayarlı...
Gözler nemli, yürek kedere aşina, kim hırsız, kim ev sahibi, kim polis bu oyunda ?"
Hikmet Kızıl