Merhum üstad bir yazısında (02 Mart 2004 tarih ve «Açık Gerçekleri Bile Göremiyoruz» başlıklı) “Gerçeklerin bir kısmı açıktadır, ortadadır; bir kısmı ise çok gizlidir, saklıdır. Bazı gerçekler ise açıktadır ama herkes onları göremez, bilemez, anlayamaz.

Merhum üstad bir yazısında (02 Mart 2004 tarih ve «Açık Gerçekleri Bile Göremiyoruz» başlıklı) 'Gerçeklerin bir kısmı açıktadır, ortadadır; bir kısmı ise çok gizlidir, saklıdır. Bazı gerçekler ise açıktadır ama herkes onları göremez, bilemez, anlayamaz. Gerçeğin açıkta, ortada olmasıyla iş bitmez, onu görecek göz, işitecek kulak, anlayacak akıl, zeka ve kavrayış bulunması gerekir..' demişti.

Gerçekleri görecek akıl ve irade yoksa, ruhî melekelerle, basîret gözüyle, feraset penceresinden bakmaktan aciz kalınıyor ise, kimse bu yazıyı okumaya başlamasın...

Çağımızda modern tıbbın aciz kaldığı vaka sayısı giderek artıyor. Öyle rahatsızlıklar zuhur etti ki akıl ve hafsala almıyor... Tıbbın aciz kaldığı vakaların büyük bölümü ruhsal yàni tıbbî adıyla pskikolojik ve nörolojik...

Osmanlı ruh tababeti günümüz modern tıbbından çok daha ileriydi. Akıl ve ruh hastalarına mûsikî eşliğinde, şifa ayetleri veya diğer bazı ayeter okunarak, yàni bizzatihi Kur'an tilaveti eşliğinde şifa aranıyor ve başarılı bir tedavi sağlanıyordu...

Aklî melekelerin kuvvetlenmesi için beyni besleyen ceviz gibi gıdalar, şifalı şerbetler ve av etleri yediriliyor ve kişi tam şifa bularak taburcu oluyordu... Şifa aranırken ruhun azad olması, malül kişinin insanlardan ve cinlerden tecridi sağlanıp, hazık yàni uzman hekim ve hocaların korelasyonu ile, Kur'an ve sünnet sırlarıyla şifa aranıyor, hakikaten de etkili bir tıbbî tedavi sağlanıyordu...

Zaten malûmalileri Osmanlı hastane demiyor, şifahane diyordu... Hasta ve sakat kelimeleri yasaklıydı sanki. Onlar yalnızca tedavi edilecekler ve hikmetle sınananlardı... Deli yoktu velî vardı Osmanlıda...

* * *

Bugünlerde sosyal medyada hakim olan bir haber var: 'Kürdistan'ın Erbil kentinde Mele Ali Kürdi Kur'an-ı Kerim'le insanlara şifa dağıtıyor' diye başlayan haberleri ve videolarını izleyin. Adam bana samimi göründü, 'Ben vesileyim, şifayı veren Allah'tır ve Kur'an mucizedir' diyor, hastalarından ücret almıyor, şifa bulduklarında ise, çocuklar gibi seviniyor, şükür secdelerine kapanıyor... Tertemiz bir siması var. Sürekli gülümsüyor, Allah'ı zikrediyor ve asla gururlanmıyor...

Tin Sûresi'nde yüce Allah insanı anlatırken 'Biz insanı en üstün (ve en güzel) bir fıtrat ile (ihsan-ı takvîm üzere) yarattık' buyurmaktadır. (95. Sûre, Tin: 4'ünca ayet: 'Lekad ḣalakna-l-insane fî ahseni takvîm..'

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu Sûreyi okuduktan sonra ashabına çıkışmışlardı: 'Size ne oluyor ki, ben bu Sûreyi cinlere okuduğumda onlar «saddakna, şüphesiz ki Sen hakimler hakimisin» diye mukabele ediyorlardı (siz ise susuyorsunuz).'

Yalnız bu ayetin yüce mánasını idrak edebilenler bile sırrın kapısını aralıyor demektir. Bendeniz min gayr'i haddin size bir ayet daha bildireyim: Sabah ve akşam namazlarında hocaların duadan sonra okudukları Esma'ül Hüsna ayetlerinden önceki yàni aynı Haşr Sûresi'nin 21. ayet-i celîlesi, 'Lev enzelna haża-l Kur'ane...' diye başlayan ayet.

Meali ise: 'Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağ başına indirseydik muhakkak ki onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misaller (yok mu?) işte biz onları, insanlar düşünsünler diye, iradediyoruz..'

Şüphesiz ki, yukarıdaki Hasan Basri Çantay hocanın meali dahi çok ama çok kısır kalıyor ayet-i celîleleri tefsirde. Zira hakiki mánayı (yine elbette çok eksikle) ancak büyük müfessirlerin tefsirlerinde bulabiliriz.

Biz bu iki ayeti misal olarak verdik. Mele Ali Kürdi hoca da bunları ve daha fazlasını okuyor hastalarına. Bunlarda sayısız hikmetler ve nice sırlar gizli. Şifa ancak Şafî isminin sahibindedir. Ya Şàfî ya Şàfî, ya Şàfî...

Allah'ım tüm mü'min kardeşlerimize şifalarını ver. Amin.