İnsan; anlam, değer ve önemini, evvela kendisini var kılan gerekçelerinden almaktadır. Bir başka deyişle, varlık gerekçelerinde ki değer, anlam ve bunların kütlelerinde ki ağırlık, insanın da anlam ve ağırlığını vermektedir.

İnsan; anlam, değer ve önemini, evvela kendisini var kılan gerekçelerinden almaktadır. Bir başka deyişle, varlık gerekçelerinde ki değer, anlam ve bunların kütlelerinde ki ağırlık, insanın da anlam ve ağırlığını vermektedir. Komplike bir işlevselliği bulunan insan, bu komplike, girift ve sayısız şey ile olan ilintisi bakımından yaşamsal var oluşun ve zincirinin de en tepesinde ki varlıktır.

Yani insanın varlık gerekçesi, insan kadar onun aurasında bulunan ve iletişim içerisinde ki her şeyin de aynı gerekçeye kaderdaş olduğu sonucuna götürmektedir bizleri.

Dolayısıyla bu yaşam zincirinin halkalarından bir tanesinin kırılması ya da aksaması, bu ahengin yara alması, kısmi sakatlık ve tökezlemesi anlamına gelmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen kozmik ahenk her şeyin bir alternatifini ve aksaması halin de bir şekilde takviyesini mümkün kılarken; alternatifi olmayan, kendi rolünü oynamayan ve ya oynamaktan yana yetersizlik gösteren insan, bahsini yaptığımız tüm dengenin bir an da katili oluvermektedir.

İnsanın tek alternatifi yine kendisi olması hasebiyle, görevlerinde ki bir anlık savsaklama, varlık aleminin hem maddi ve hem de manasal anlam da tıkanışı ve kendi kendisini itlaf edişi ve edilişine kadar götürmektedir.

Modern dünyanın bugün ki çıkmazı, mutsuzluğu, tatminsizliği, hissizliği, duyarsızlığı ve bütün bunların sonucunda ki umutsuzluğunun tek gerekçesi; ontolojik ve epistemolojik ihanetin kendisinden kaynaklanmaktadır.

Gerek her ferdin müstakil ve gerekse de toplumsal bir farkındalık halinde olmamıza rağmen, bu bahsini yaptığımız yıkıntıların gerekçesi üzerine basıyor olduğumuzun bilincine rağmen ayaklarımızı kaldırmak, daha doğru yere ve daha sağlıklı şekilde basamamak gibi bir sorun ile karşı karşıyayız.

Kimi zaman adalet, kimi zaman zulüm, kimi zaman savaş ve kimi zaman barış kavramları üzerinde bile anlaşabiliyor olmak bir kenara, yaklaşım tavırlarımızda ki uzaklıklar, sorunların daha da büyümesi ve içerisinden çıkılamaz durumlara kadar evrilmesine sebep olmaktadır.

Ama bir tarafta sebeplerin farkında olan insan, çözüm noktasında herkesin bir başkasından alabildiğince uzaklara düşüyor olması, sorunun kaynağı olan insanın çözüme olan uzaklığını da göstermesi bakımından hem utanç verici ve hem de umudu tırpanlayan bir veri olarak karşımız da durmaktadır.

Varlık gerekçesi ile soğuk ve mesafeli bir ilişki içerisinde olan insan, varlığın ve bilginin kaynağına olan münasebetinin derecesini de belirlemektedir. Böylesi soğuk, anlamsız ve içeriksiz bir ilişki içerisinde insan ve kozmik denge arasında bir uyum ve umuttan bahsetmekte haliyle olasılık dışına düşmektedir.

Bu cerahati yaklaşım evvelinde insanı yiyip tüketirken beraberinde onun yaşam kaynağının da tüketilmesin de önemli bir şube konumundadır. Yani düşüncenin iltihabi duruşu, bahse konu olan yaranın kangren oluşunun da gerekçesidir.

İnsan, gerek kendisi ve gerekse sonra ki kuşakların kendisi ile insan ve kosmos ile kuracağı ilişkinin sıhhati ve onun pozitif sonuçlarından yana huzurlu bir hayatın inşası ve devamından yana bir hissiyat içerisindeyse eğer, ontolojik ve epistololojik ahenk ve uyum ile arasında ki ilişki durumunu bir kez daha ve çok daha anlamlı şekilde gözden geçirmelidir.

Birbiri ile böylesine hayatiyet bağı kurmuş olan insan, varlık ve bilgi, birisinin olmaması ile kalanların bitkisel hayat süreceği gerçekliğini kabul etmesinin dışında bir başka seçeneğinin olmadığını ivedilikle kavramak, kabullenmek ve gereğini yerine getirmekle mükelleftir.

İnsan, kendisi ve varlık gerekçeleriyle birlikte bu gerekçeyi anlamlı bir yere konumlandıran varlık bilimine ihanet ederek saadet ve huzur içerisinde bir hayat süremeyeceğini geçirdiği üç asır içerisinde gayet sert ve acılı şekilde test ve tecrübe etmiş durumdadır.

Elbette bu bahsini yaptığım üçlü ahengi doğru bir dinsel bağlam ile şekillendirmesini elzem bulmaktayım. Ama en azın da birey ve insan olmaktan ve insan oluşunun kendisine yüklediği sorumlu olma gereksinimi ve zorunluluğundan hareketle bu uyumu mutlaka kurmak zorundadır.

Her anlam da kendisini, insanlığı ve beraberinde tüm bağıntıyı bertaraf eden insan, fazla zamanının kalmadığının bilinciyle hareket etmeli ve yıkıntısını tadil ve tamir eylemi içerisine girmelidir. Gayrı insana bundan başka çıkış yolu da kalmamıştır.