KURGULADIĞIMIZ bir hayatı yaşıyoruz. Kimimiz mutlu olmak istiyor, hatta çok mutlu… Bununla da yetinmeyip herkesten daha fazla mutlu olmak istiyor. İşi ileri götürenler saadeti sadece kendisinin hak ettiğini düşünerek...

KURGULADIĞIMIZ bir hayatı yaşıyoruz.

Kimimiz mutlu olmak istiyor, hatta çok mutlu…

Bununla da yetinmeyip herkesten daha fazla mutlu olmak istiyor. İşi ileri götürenler saadeti sadece kendisinin hak ettiğini düşünerek bir büyüklenme içine girebiliyor ve dünya üzerinde tek mutlu kişi olmak istiyor.

Olabiliyor mu peki, emin değilim.

Üzerinde düşünmemiz gereken bir yaklaşım.

Dışarıya verdiğimiz imaj, öz çekim pozlarıyla yaydığımız mesaj bu yönde olsa bile sanırım iç dünyamız bunu kabul etmiyor.

Diğer türlü düşünüyor olsaydı, yani mutluluğu tüm zerrelerinde en derin biçimde hissederek yaşayabilseydi bundan başkalarını haberdar etmek için bu kadar yorulmayacaktı.

SEVİNÇLERİMİZ yine bu sahtecilikten kurtulamıyor.

Abartılı doğum günü kutlamaları, mezuniyet çılgınlıkları, sertifika açlığı gibi durumlar ortaya çıkmayacak dostlarımızla ve kendimizle bu güzel anları derinleştirerek yaşamak yeterli gelecekti.

Her saat, her dakika deliler gibi sevinçli olmaya kendimizi mecbur etmeyecektik.

Her fotoğrafta gülmek için zorlamayacaktık kendimizi.

Ve bunu herkes duymalı, bilmeli saçmalığına sürüklenmeyecektik.

ACILARIMIZ…

Abarttığımız acılarımız.

Çevremizin ilgisini, sevgisini kazanmak için tutunduğumuz acıların geçmesini istemeyişimizin altında neler saklanıyor acaba?

Sahtecilikle satın aldığımız alakanın sonsuza kadar devam etmesi isteği mi?

Sürekli birilerinden beslenme ihtiyacı mı?

Başka yeteneklerimizi geliştirip buradan bir kimlik oluşturarak kişilik inşa etmek yerine acıların istismarıyla kazanılmış sahte avuntuların girdabına düşmeseydik bunlar olmayabilirdi.

ZENGİNLİK mesela.

Kimi zengin olmadığı halde böyle görünmeyi yeğler.

Kendine ait olmayanları kendisininmiş gibi göstererek üstünlük taslar ve birilerinin üzerinde hakimiyet kurar.

FAKİRLİK ya da.

Aslında varlıklı olmasına rağmen bunu menfaatine uygun görmediğinden fukaralık çulhası giyer.

Zenginliğini saklamak gerektiğine inandırmıştır kendini.

Bu dünyadan göçtüğünde herkesi şaşırtacak kadar servet bırakanlarına az rastlanmıyor.

İLİM ile kendisini kandıranlar da vardır.

Oysa elindeki malumattan ibarettir.

Bir kısmı ilim bile olsa önünü arkasını bilmeden, bağlam ve bağlantıları üzerinde düşünmeden olduğu gibi aldığından işine de yaramaz.

Sadece birilerinin gözünde bilgiçlik taslamak için cebinde tuttuğu parlak taşlar mesabesinde kalır.

Elinde tuttuğundan şüphe duymadığından bunlarla yetinip yeni bilgilere ulaşmadığından yıllar yılı yanlış ve hatta yalan olan o malumatı gerçeğin özü diye pazarlayıp durur.

Mesele zaten kendisini ve dolayısıyla çevresindekileri kandırmaktır.

HER birimiz farklı etkiler alarak bir yaşam algısı oluşturuyoruz.

Kimimiz sevinçlerimizi abartırız, kimimiz acılarımızı…

Kimimiz çevremizi, kimimiz ırkımızı, kimimiz meşrebimizi, kimimiz mesleğimizi, kimimiz yaşadığımız muhiti, bazılarımız oturduğumuz evi, kullandığımız arabayı.

Hayatı kandırmaya çalışırız olmadığımız gibi görünerek.

Peki, hayat buna kanar mı?

Hiç sanmıyorum.

Yaşadığımız stresler, dünyaya sığamayışımız, kendimizi bulamayışımız, üretim yapamayışımız, sürekli başkaları ile enva-i çeşit sebeple kavgalara tutuşmamız, içine sürüklendiğimiz depresyonlar…

Hep bu kendimizi kandırma çabasından ileri gelmiyor mu?

Bunları anlattığım bir büyüğüm sormuştu şu değerlendirmesi sonrasında.

'Hayatı kandırmak mümkün değildir. İnsan kendisini kandırır, bir süre de çevresindekileri…

Peki, ölümü kandırabilir misin?'

Soru mühim.

Bir defa daha soralım kendimize: Ölümü kandırabilir miyiz?

Ya Selam!