Kimileri diyor ki, Musul Lozan’da kaybedilmedi.

Kimileri diyor ki, Musul Lozan’da kaybedilmedi.

Teknik açıdan doğru olsa da öz olarak yanlış.
Nihayetinde Musul, Lozan’da almayı başaramadığımız için kaybedildi.
İngilizler için Lozan’ın en önemli konusu Musul’du.
Hatta bırakın Lozan’ı, petrol bölgesini nüfuzları altına alma planlarını çok daha önceden yapmışlardı.
Gizli Sykes-Picot Antlaşması ile bu niyetlerini belgelemişlerdi.
Rusların Ekim devriminden sonra ifşa ettiği bu gizli anlaşma, bugün bölgede yaşanan problemlerin de temelini oluşturuyor.
İngilizler o kadar hazırlıklılardı ki, Osmanlı Petrol Şirketi’ndeki hisselerin yüzde 75’ini ele geçirmişler, Osmanlı Devleti’ne yaptıkları baskılar sonucunda Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasından hemen önce, bölgede petrol arama iznini almışlardı.
Birinci Dünya Savaşının ardından da bölgeyi işgal etmişlerdi.
Sistemli bir politika ile Arap ve Kürt nüfus kaydırarak Türklerin çoğunlukta olduğu bölgedeki demografik yapıyı değiştirmek istediler.
Yıllarca huzur içinde Türklerle beraber yaşamış olan Arap ve Kürtlerin önemli bölümünün de Osmanlı’dan yana olduğunu görünce ajanlar yoluyla bu bağlılığı sarsma politikalarına başvurdular.
Böl-yönet siyasetinin mimarları, bölgeye fitne tohumları ektiler.
Tüm bu çabalara rağmen bile Lozan müzakereleri sırasında bölgede Türk nüfus çoğunluktaydı.
Bu sebeple İsmet Paşa bölge halkının tercihine göre karar verilmesini istedi ve plebisit (halk oylaması) önerdi.
Yeri geldiği zaman insan hakları, demokrasi konularında mangalda kül bırakmayan İngilizler buna karşı çıktılar. Hem de cahil oldukları, siyasi tercihlerini ortaya koyamayacakları gibi bölge halkını aşağılayan bir gerekçeyle.
Birinci toplantının kesilmesine sebep olan Musul meselesine ikinci toplantıda da çözüm bulunamayınca konu iki ülke arasındaki müzakerelere bırakıldı.
Burada da sonuç alınamazsa Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti)’nce oluşturulacak komisyonun kararına uyulacaktı.
Lozan’da alınan bu karar aslında İngilizlerin Musul üzerindeki sahipliği zamana yayma politikasıydı.
Sonuç da öyle oldu. Bugün Birleşmiş Milletlerde nasıl ABD etkinse, o günkü Milletler Cemiyeti de İngilizlerin güdümündeydi.
Komisyonun İngilizler lehine verdiği karara hayır diyemedik.
Zira o sırada İngilizler Şeyh Said ayaklanmasını çıkartarak elimizi kolumuzu bağlayıvermişlerdi.
Aynı politikalar bu gün de uygulanıyor.
Aktörler isim değiştirmiş sadece.
DAEŞ bahane. Asıl amaç, Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu kırmak.
En yoğun yaşadıkları Tel’afer de bile bugün Türkler azınlığa düşürülmeye çalışılıyor.
Saddam zamanındaki Araplaştırma, sonrasındaki Kürtleştirme politikaları ile bölgede etkin olan Türkmen nüfus sistemli bir şekilde vatanlarından edildi.
İki yıl önce Tel’afer'in yüzde 60'ı Sünni yüzde 40'ı Şii Türkmen’di.
Bilinçli bir politika ile Türkmenler yerlerinden edildi. Gerek fiziki saldırılarla, gerek yıldırma, sindirme gibi psikolojik baskılarla etnik temizlik yapıldı. Türkmen nüfusun yaklaşık yüzde 70’i Tel’afer’i terk etmek zorunda bırakıldı.
Bu genel baskı politikalarının yanı sıra fitne ve nifak sokarak, mezhep farklılıklarını öne çıkararak yıllarca kardeşçe ve milli mefkûrelerini önde tutarak yaşayan Türkmenleri Sünni ve Şii diye ayırma, birbirine düşürme politikaları uygulanıyor.
Haşdi Şâbî (Halk Hareketi) örgütü Şiileştirme politikasında etkin. Irak Başbakanı İbâdî de buna çanak tutuyor.
ABD her ne kadar onaylamıyor gözükse de sessiz kalarak ayrıştırma ve etnik temizlik politikalarına dolaylı destek sağlıyor.
Bölgedeki izolasyon politikalarına karşı çıkacak yegane güç Türkiye.
O yüzden bir avuç Türk askerine bile tahammül edemiyorlar.
Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var.
Elbet hak yerini bulacak bir gün.