MİLLÎ RUHU KURTARMAK

Faruk Nafiz Çamlıbel Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine giderken yolda Han Duvarları, daha sonra da Sanat şiirini yazmıştı. Anadolu aydınlanmasına bu öğretmen yürüyüşü ne yazık ki sürdürülemedi. Yabancı kültür saldırıları süreci başladı ve sarıp sarmaladı sanat, medya ve eğitim faaliyetlerini hep. Git gide insanı yüceltici duygu ve düşünceler işlenmez oldu hiç. Film ve tiyatrolarda hep vurma, kırma, öldürme, silahlı çatışma, taciz, aldatma, yargılama, suç eylemleri olan cehennem cezacısı din adamları…vb. sunuldu. Nereye gittik böyle böyle?

Sene 1978. Bugün gibi hatırlıyorum: Rahmetli Türkeş, Erzurum Atatürk Üniversitesinde konuşuyor. Yabancı kültür saldırılarına teslim gafiller, hainler sürüsü var; özellikle yetiştirildiler diyor. Gençler, destansı yüz ifadesiyle ufka yönelmiş gibi bakıyor kürsüye. Yaş süzülüyor çoğunun gözlerinden. Konuşma sonunda ayağa kalkıp hep bir ağızdan haykırıyorlar:“Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz!” İşte bu bileniş, 1980 darbesinin iç çatışma hazırlığıydı. Kültürel ötekileştirme sürecinde üretildi. Yazık ki bitmedi süreç, çeşitlendi!

Daha 2008’de Erhan Gökgücü dostum, yazıp sahnelediği Giordano Bruno oyununa davet etmişti beni. Tıklım tıklımdı salon ve tıknefes gergindi. Usta yönetmen, salonu bütün dinlerden ve din adamlarından tiksindirmeyi başarmıştı. Hristiyan engisizyon mahkemesi, bizdeki din sömürücülerini de çağrıştırıyordu tabi. Gökgücü’ne, edebî kurulun reddettiği ama nedense yine DT raporuyla MEB yayınlarından çıkan Bilge Ana oyunumu vermiştim, sahnelesin diye. Bakarım dedi ya bir daha ne aradı ne sordu! Oyunun önermesi, kurnaz aklın tuzağıyla suçlarını güçsüzlerde görünür kılanlara karşı bilge olabilmekti. Tıknefes gerilimi de vardı. Millî değer yargılarımızla üretilen bilgelik, Gökgücü’nün ilgisini çekmemişti. Genel Müdürü Lemi Bilgin’e ise ulaşmak ne mümkündü? Belli yazarların dışındakilere makamı kripto merkeziydi sanki! Yaşadığım iki süreci daha anlatayım:

Dört yıl önce İBB Şehir Tiyatroları Müdürü, evrensel değerde bir Manas Destanı müzikali istiyordu. Sohbet sırasında millî ruhunun hevesine cevap, dramaturg arkadaşımla bir yıl çalışıp hazırlamıştım metni. Ancak Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu tek sözüyle kursağımızda koyuverdi ikimizin de hevesini: Burası okul mu kardeşim? Tiyatro okul dememişti sanki Muhsin Ertuğrul Hoca. Şimdi il il dolaşıyor bir Çehov müzikaliyle. Ekranlarda propaganda yapıyor. Medyatik ya! Rol alsaydı da Manas müzikaliyle dolaşsaydı ne iyi olurdu! İçim acıyor hâlâ.

Seksenlerde Diyarbakır’da bir apartman çökmüştü ya hani, adı da Hicret’ti. O yıl Namlı Apartmanı oyunumu vermiştim DT’ye. Ekonomik baskının insanları ilkel bir apartman yaşamına zorlayış sersenişlerini sunuyordum. Reddedildi tabi. Daha üç gün önce de Kartal’da bir apartman onun gibi hicret etti yine. Ölüler yaralılar… Adı da Yeşilyurt. Ne garip değil mi? Yeşil yurdumun adı beton yığınına verilmiş! Körleşme, ölüm, acı, gözyaşı...Kader mi gerçekten? Çok oldu ya unutamadım hâlâ. Rahmetli Fikret Hakan yazarlara ekranda sormuştu: Köylerden beton kentlere göçen insanların edebiyatı nerede? Doğayla iç içeyken insanlar, ekonomi ve rant derdine düşürüle düşürüle çalınan millî ruhumuzu kurtarma sorumluları yok mu? Ayrıca eğitim sistemi ve çalınan ruhların yabancı kültür etkili eserleri de niye unutturuyor bize, dünyaya örnek olması gereken ulvî değerlerimizi?

Argo dilli gerilim, kin, nefret, düşmanlık, ölüm, kirli oyunlar…model sunulup duruyor. Darbeci yönetimin sansür anlayışını getirelim de onları tümüyle yok edelim demiyorum. Evrensel olanı da hayatı da tanımak için çeşitlilik gerekli elbet. Ama kendi değerlerimize uygun olanları daha çok tercih etsek olmaz mı? Niye? Vedat Nedim Tör, Güzel Sevgisi adlı makalesinde insanlara güzellikler suna suna sevgi, huzur, mutluluk duyguları vermeli sürekli; o zaman kaçarlar her türlü çirkinlikten, işte böyle böyle oluşur uygar toplum diyor.

Sinema-tiyatro insanları, uygar toplumdan sorumludur. DT, yazar istişare birimleri kurmalı; hevesli olan herkese istediği katkıyı sağlamalı. Burası halkı aydınlatma ocağı. Ateşi de yazarlardır. Bugüne kadar hep belli kişilerle ilgilendi yönetimler. Yazar yetişmiyor şikâyeti de düşmezdi dillerinden. Önceki Genel Müdür Nejat Birecik, amiri talep ettiği halde Yazarlarla görüşmüyorum, işim çok demişti bana. Bu nasıl anlayış dedim durdum günlerce.

DT başında şimdi yazara değer verdiğini belli eden ilk Genel Müdür olarak tanıdığım Mustafa Kurt var. İnancım odur ki değiştirir bu anlayışı. Görevine ek rejisörlük, oyunculuk da yapıyor. Ne güzel! Eleştiren yok mu? Binali Yıldırım Başbakanken, artık yabancı oyun sahnelenmeyecek demişti ya, Ankara sahnelerinde niye yabancı oyun çok eleştirisi yapanları duydum. Ancak iyi bilinmeli ki henüz dirlik-birliği sağlama çabası sürüyor. Ünlü klasiklerle seyirci çekmeyi düşünen sanatçı ve yönetmen talebi geldiyse kendisine kıramamış olabilir. Koşturuyor hep; bir toplantıda, bir provada! Görüşüp sorma fırsatı bulamadım henüz. Vardır mutlaka haklı bir gerekçesi.

Geçen hafta bir başka liyakat sahibi M. E. Bakanı Ziya Selçuk Meclisteydi. Görüşelim dedim, sordu: Derdin ne? Dedim, sizinle aynı: Eğitim Davası, Millî Ruha Uygun Sistem Projesi sunumu yapacaktım ya! Dedi, görüşeceğiz! Taşlar yerine oturacak, umudum arttı. İnşallah film-dizi yapımcıları da liyakatla millî ruhu kurtarmak için yeni bir yol açarlar. Eğitim, bilim, kültür, sanat, medya dünyası! Haydi, millî ruhu ihya için el ele!

ÜLKEDE BİR İLK: Başkent Postası gazetesi 1.Yayın Yılında Merhamet ve Emek Ödülleri geleneğini başlattı. Bu ödüle layık görülerek millî ruhumuza model olanları ve düzenleyici Saygıdeğer Dostum Seyfi Uzunkök ile tüm çalışma arkadaşlarını yürekten kutluyor, böyle başarılı etkinliklerinin devamını diliyorum.