Son zamanlarda terör, ülkenin bölünmesi, iç savaş, dış müdahale, ekonomik ve sosyal krizler gibi tehlikeler bağlamında “milli beka” tabiri sık sık gündem edilir oldu. Bu sayılanların her birinin milli bekamızı yakinen tehdit ettiği elbette gerçektir.

Son zamanlarda terör, ülkenin bölünmesi, iç savaş, dış müdahale, ekonomik ve sosyal krizler gibi tehlikeler bağlamında 'milli beka' tabiri sık sık gündem edilir oldu. Bu sayılanların her birinin milli bekamızı yakinen tehdit ettiği elbette gerçektir. Ama onu / milli bekayı daha derinden tehdit eden manevi ve milli felaketler vardır. Bu yazımızda inşallah bu meseleye dikkat çekmeye çalışacağız.

I- MİLLETİ OLUŞTURAN TEMEL UNSURLAR

Bir milleti ayakta tutan maddi ve manevi unsurlar vardır.

Maddi unsurlar coğrafya (toprak / vatan), nüfus, yeraltı ve yerüstü kaynakları, jeostratejik ve jeopolitik konum gibi varlıklardır.

Manevi unsurlar ise din / iman ve bunlara bağlı ahlakî değerler başta olmak üzere, kaynağı yine din olan milli değerler, vatan, millet, bayrak sevgisi; millet ve devlet olma şuurudur.

Maddi unsurlar tehlikeye düştüğünde -manevi unsurlar diri olmak şartıyla- kurtarılabilir. Buna örnek Milli İstiklal Savaşımızdır.

Ama manevi unsurlar zaafa uğratılıp yok edilirse ya da mahiyetleri bozulursa, o ülke ve millet bir daha ayağa kalkamaz; yok olur gider. Tarih bunun ibretli örnekleriyle doludur.

Manevi, yani itikadî, dinî ve ahlakî değerleri kaybetmenin uhrevî neticesi, ebedî felaket ve mahrumiyetle karşı karşıya kalmaktır. Dünyevî neticesi ise esaret, zillet ve hüsrandır.

O halde varlık ve kimliğimizin korunması demek; bizi biz yapan dinî, itikadî, ahlakî ve manevi değerlerimizin korunması demektir.

Bu büyük vazifede en büyük mesuliyet elbette ki idareci mevkiinde olanlardadır. Bununla birlikte milletin her ferdi de kendi vaziyet, yetki – salahiyet, imkan ve fırsatı çerçevesinde sorumludur.

Milletin ayakta kalması demek, sayılan bu unsurların gereği gibi korunması demektir. Üstünde yaşanılan toprak / coğrafya, o millete ancak bu vazife yerine getirildiğinde 'vatan' olur.

Milleti ayakta tutan temel unsurların korunması, milletin teşkilatlanmış şekli demek olan 'devlet'e vücut verir. Bu devlet halkıyla bütünleşerek milleti ayakta tutan temel unsurları korur ve güçlendirir. İşte milli bekanın korunması budur. Bu unsurlar ne kadar zaafa uğrarsa, milli beka da o nispette tehlikeye düşer.

Milletin teşkilatlanmış hali olan devlet, bu temel unsurları korumak için başlıca şu üç büyük vazifeyi ifa etmeye mecburdur:

- Milletin inancı, tarihi ve kültürüyle mutabık bir 'milli ideal' oluşturmak,

- Bu ideal doğrultusunda 'milli devlet politikası' belirlemek,

- Bu politikaya bağlı olarak da bir 'milli eğitim' sistemi geliştirmek.

II- MİLLETİ MEYDANA GETİREN UNSURLARIN TEMELİNDE DİN / İMAN VARDIR

1- İman, Akaid ve Ahlakın Önemi

Sayılan bütün bu unsurların temelinde milletin dini, inancı, kültürü, dünya görüşü ve ahlak anlayışı vardır. Onun için bunlarda meydana gelen bozulma ve yozlaşma o milletin kimliğini, varlığının devamını mutlaka menfi yönde etkiler. Bu sebeple iman / akaid ihlallerinin ve ahlakî dejenerasyonun önüne mutlaka geçilmelidir.

Unutmayalım ki milletler canlı varlıklar gibi doğar, gelişir büyür ve çeşitli sebeplerle ömürlerini tamamlarlar. Bütün bu safhalar 'sünnetullah' dediğimiz Allahu Teala'nın koyduğu kanun ve ölçülerle kaimdir.

2- Milletlerin Tabi Olduğu Sünnetullah / İlahi Ölçüler

Kuran-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde milletlerin tabi olduğu ilahi kanun ve kurallar ve de bu kuralların ihlali halinde doğacak sonuçlar gayet açık bir şekilde haber verilmektedir. Bazılarını zikredelim:

'… Şüphesiz ki, bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…' (Ra'd: 11.)

Kuran-ı Kerim'de kavimlerin helakini anlatan birçok kıssa vardır. Bunlar geçmişe yönelik gaybî haberlerdir.

Bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyrulur:

'Yine biz (Mûsa'ya) seslendiğimiz zaman Tûr'un yan tarafında da değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmeyen bir kavmi, düşünüp öğüt alsınlar diye uyarman için (o haberleri) sana bildiriyoruz.' (Kasas: 46.)

Bu ayet, geçmişte yaşayan toplumların hayatlarına dair verilen haberlerin gerçek olduğuna delildir. Yani Kuran kıssalarına kibarca 'mitoloji' zımnen de 'uydurma' diyen bedbahtların bu sözleri hezeyandan başka bir şey değildir.

Bu Kuran kıssaları üzerinde çalışıldığında, toplumların helak oluş sebepleri bir bir tespit edilebilir. Ki bunların başında da itikadî sapma, ahlakî dejenerasyon, zulüm ve kötü muamele gelir.

Konuyla ilgili hadis-i şerifler de büyük bir yekûn teşkil etmektedir.

Mesela Ebu Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) rivayet ettiği şu hadis-i şerifte, kendi kimliğinden uzaklaşarak başka milletleri taklit etmenin kötülüğü ve mantıksızlığı anlatılır:

'Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz / onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler / kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz.'

Hz. Peygamberin (s.a.v.) gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine Ashab sorar:

'Ya Resûlellah! (İzlerini takip edeceğimiz bu topluluklar) Yahudi ve Hristiyanlar mı olacak?'

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:

'Ya başka kimler olacaktı?' (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlim 6)

Bu hadis-i şerif gayrimüslimlerin inanç, adet, gelenek ve göreneklerini taklit etmenin çok büyük bir şuursuzluk ve zillet olduğunu göstermektedir. Tabidir ki bunun sonu, o milletin kimliğini kaybederek tarihe gömülmesi olacaktır. Şu hadis-i şerif de buna işaret eder:

'Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.' (Ebû Davud, Libas, 4.)

Küfür ehline benzememek, onların adetlerini taklit zilletine düşmemek için Hz. Peygamber (s.a.v.) ümmetini uyarmıştır. İnançta, adet, gelenek ve görenekte, kutlamada, kılık kıyafette vs. onlara benzemekten sakındırmıştır. Bu o kadar hassas bir sahadır ki ibadetlerin vakti bile bu hassasiyet doğrultusunda tanzim edilmiştir. Mesela güneşe tapanlara benzememek için 'kerahat vakti' denen üç vakitte namaz kılmak mekruh kabul edilmiştir.

Küfür ehline benzemekten kaçınmak, fıkıh kitaplarımız gibi akaid kitaplarımızın da en temel meselelerindendir. Buna göre küfrü taklidin imanî tehlikesi söz konusudur. Her inancın sembolleri vardır. Bu sembollerden bazıları o inancın alamet-i farikasını oluşturur. Buna İslamî literatürde 'şiar' denir. Akaid kitaplarında 'küfrün şiarını taklit etmenin küfür olduğu' beyan edilir. Mesela 'haç' Hıristiyanlığı temsil eder; teslis (üçlü tanrı) şirkinin sembolüdür. Kim haça hürmet ederse, sempati beslerse, rağbet gösterirse -mesela onu bir takı, kolye vs. gibi kullanırsa- yahut Yahudi inancının Siyon yıldızını benzer şekilde taklit ederse, bunlar o inançların şiarları olduğundan, bunların taklit edilmesi kişiyi İslam dairesinin dışına çıkarır.

Kuran ve Sünnet'ten bu konuda daha birçok delil ortaya konabilir; bu kadarı kafidir.

3- Tarihten İbretlik Örnekler

Bu hususlarda düşülen zafiyet birçok milletin çökmesine, yıkılmasına sebep olmuştur. Bazı örnekler verelim:

Macarlar temelde Hun Türklerinden olmalarına rağmen, Balkanlarda Hıristiyanlığı kabul ettiklerinden dolayı milli kimliklerini de kaybetmişlerdir. Müslüman Türk kimliğinin taşıdığı özelliklerden tamamen uzaklaşmışlardır.

İkinci örnek 1200'lü yıllarda Moğol istilası şeklinde gelen Bağdat faciasıdır. Endülüs ve Osmanlıdan sonra en uzun ömürlü İslam devleti olan Abbasilerin, 550 yılın ardından yıkılmasının arkasında iktidar kavgaları kadar, hatta ondan da etkili bir şekilde, akaid ölçülerinden uzaklaşılması, bidat fırkalarına mensup kişilerin kritik makamlarda görevlendirilmesi vardır. 'Sonun başlangıcı' olan bu gaflet dolu yılların ardından 1258'de Moğol Hükümdarı Hülagu, iki yüz bin kişilik bir orduyla Bağdat'ı işgal eder.

Halife Musta'sım, komutanlardan, ulema ve eşraftan oluşan büyük bir heyetle Hülagu'nun huzuruna çıkıp rica minnette bulunmaya karar verse de, fayda vermez; Hülagu hepsini birden katleder. Kaynaklarda Halifenin nasıl öldürüldüğüyle ilgili farklı rivayetler yer alsa da bunlar içinde en yaygın olanı, oğullarıyla birlikte keçeye sarılarak, Moğol atlarının ayakları altında ezilmek suretiyle can verdiği yönündedir. Yedi gün süren talanda şehit edilen Müslüman sayısının ise iki yüz binin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu talandan Bağdat kütüphaneleri bile payını alır, öyle ki Dicle Nehri günlerce mürekkep renginde akar…

Üçüncü misal de Endülüs'tür.

Koca Endülüs tarihini burada birkaç satırla anlatmaya elbette ki imkan yoktur. Ama bu büyük felaketin oradaki Müslümanların dini yaşamadaki kusurlarından, idarecilerin İslam'dan uzaklaşmalarından, iktidar hırslarından, Hıristiyan batı dünyasına özenmelerinden kaynaklandığında şüphe de yoktur.

Bugün İspanya olarak bilinen Endülüs'teki bu İslam Devletinde özellikle Gırnata'nın düşüşü son derece acıklıdır.

Düşünebiliyor musunuz, Müslümanları Avrupa topraklarından çıkarmaya yemin eden Kastilya Kraliçesi İsabel'in Gırnata üzerine gönderdiği ordunun başında, 'Muhammed' adını taşıyan bir Müslüman bulunuyordu!

Bu şahıs halihazırdakinden bir önceki hükümdardı. Yeniden hükümdar olacağını sanıyordu, çünkü komutan olarak görevlendirildiğinde Kral ve Kraliçenin ona vaat ettikleri buydu. Ama kuşatma tamamlandığında kendisinden şehri teslim etmesi istendi; buna yanaşmayınca da üstüne yeni bir ordu gönderildi. Tam da şu ilahî ikazın tecellisi olarak: 'Ey iman edenler! Sakın Yahudi ve Hıristiyanları veli / dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileri / dostlarıdır…' (Maide: 51.)

Bu hadiseden sonra da katliam, tahribat, zorla din değiştirme vs. gibi olaylar yaşanmaya başladı. Halbuki Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella Gırnata'yı teslim alırken Müslüman halka emanname vermişlerdi. Ama ona sadık kalmadılar. Halk, kılıç zoruyla Hıristiyanlaştırılmaya çalışıldı. Vaftiz olmakla İspanya'yı terk etmek arasında tercihte bulunmak zorunda bırakıldı. Direnenler engizisyon mahkemelerinde yargılanarak diri diri yakılmak, derisi yüzülmek gibi akıl almaz işkencelere tabi tutuldu ki katledilen Müslüman sayısının üç milyon civarında olduğu söylenmektedir. Sağ bırakılan Müslümanlardan bir kısmı da gemilerle diğer İslam ülkelerine gönderildi.

Bugünkü Avrupa teknolojisinin beyni konumunda olan kütüphaneler Bağdat'ta olduğu gibi burada da büyük şenlikler eşliğinde yakılıp yıkıldı.

Ve dördüncü bir misal de üç kıtaya hükmeden ecdadımız Osmanlının çöküşüdür. Tarih kitaplarında bu çöküşe dair pek çok sebep sıralanmakla birlikte sünnetullahtaki ölçüler doğrultusunda bütün bu sebepleri tek sebebe irca etmek mümkündür. O da, gayrimüslimlerle, özellikle de batıyla olan münasebetlerde Kuran ve Sünnet'in kaide ve kurallarına riayet etmemektir. Bu başlı başına bir araştırma konusudur.

Bu misaller daha da çoğaltılabilir.

III- VE GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ

Yazımızın bu son kısmında -detaylarına şimdilik giremeyeceğimiz- birkaç tespit yapmamız zaruridir:

Günümüzde yüce dinimiz, akaidimiz ve bütün mukaddesatımız akıl almaz bir tahrifle karşı karşıyadır. Tabiatıyla bu tahrif milli kimliğimizi, milli ve manevi değerlerimizi de temelinden sarsmakta, devleti ve milleti inkıraza doğru sürüklemektedir.

Dinin akaid konularının, temel kaynaklarının tartışmaya açılması, dinin içinin boşaltılması anlamına gelir. Akidesi bozulan bir inanç sistemi yerle yeksan olur; milleti ayakta tutan diğer temel unsurları da çökertir. Bu büyük tehlikenin farkında olmamız ve buna fırsat tanımamamız gerekirken, ne yazık ki bugün batı menşeli dini tahrif projeleri ayyuka çıkmış vaziyettedir. 'Dinde Reform', 'Modernizm', 'Dinlerarası Diyalog', 'İbrahimî Dinler', 'Tevhid-i Edyan', 'Tarihselcilik', 'Hadis ve Sünnet İnkarcılığı', yani 'Kuranizm' bunlardan ilk akla gelenler olup özellikle okumuş yazmış kesimi pençesine almış durumdadır.

Bu gidişat hayra doğru değildir. Buna behemehal müdahale edilmeli ve dur denmelidir. Oryantalistler, araştırmacı, ilim adamı rolüne bürünmüş batılı İslam düşmanları hedeflerine oldukça yaklaşmış vaziyettedirler.

Tam da meşhur misyoner Peder Louis Massignon'un sözlerini hatırlama zamanı:

'…Müslümanların her şeyini tahrif ve mahvettik. Dinleri, inançları, ahlakları, dine bakışları ve insani duyguları mahvoldu. Onların milli ve manevî değerlerini batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslamiyet'ten uzaklaştırdık. İslamiyet'i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur'an-ı Kerim öğrenmeyi suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu tam olarak hiçbir şeye inanmıyorlar… Son yıllarda ise Müslüman görünen bazı ilahiyatçılarla on dört yüzyıllık itikatlarını, ibadetlerini tartışılır hale getirdik. Derin bir boşluğa düşürdük…'

Aldıkları mesafeyi 1962'de -bundan atmış yıl evvel- bu şekilde ifade ediyorlarsa, bugün gelinen nokta herkesin tüylerini ürpertmeli…

İ'la-yı kelimetullah davası uğruna birçok devlet kurup her şeyini Allah yolunda feda eden bu aziz millet, ne acıdır ki -cahil bırakılması dolayısıyla- yaşanan bu yozlaşmanın, yıkılışa, yok oluşa giden bu sürecin farkında değildir. Milli ideallerimiz, manevi varlığımız ve kimliğimiz neredeyse sahipsiz kalmıştır. Yediden yetmişe toparlanarak bu vahim gidişe bir dur demek için fazla da bir zamanımız kalmamış gibi görünmektedir. İşte milli bekayı tehdit eden asıl tehlike budur.

Bunu görmek istemeyenler bilsinler ki, kadim düşmanlarımız bizi adım adım Endülüsleşmeye doğru sürüklüyorlar.

Tevhid inancımıza, akaidimize, mukaddesatımıza, ahlakî ölçülerimize sımsıkı sarılıp sahip çıkarak, yeniden dünyaya emsal teşkil edecek bir medeniyet şahikası ortaya koymak üzere, ferdî ve içtimaî bir şuurla uyanmaya, 'Ya ol ya öl' eşiğinde olduğumuz şu günlerde her şeyden daha fazla muhtaç ve de mecburuz.