Kutsal Savaş

Devletlerin birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen ve bu ilişkilerin çerçevesini belirleyen kriter nedir? Menfaatler mi, etnik köken mi, mezhep mi, din mi?

Ulus devletlerin diplomatik anlaşmalarla ve yazılı metinlerle idare ve idame edilen münasebetlerinde dinin rolü var mı?

Uluslararası ilişkilere dinlerin bakış açısı nedir?

Geçen yıl, Vatikan’da Katolik aleminin ruhani lideri Papa, AB ülkelerinin devlet ve hükümet başkanlarını toplayarak 21. Yüzyılın yol haritasını anlattı.

Bütün liderler elleri diz üstünde pür dikkat papayı dinlediler.

Bizlere laiklik pazarlayanlar papanın önünde el pençe strateji ve taktik dersi aldılar.

Türkiye 55 yıldır Hristiyan Kulübü olarak bilinen AB’ye tam üyelik için çabalıyor. Onlar alacakmış gibi, biz girecekmiş gibi onlar avutuyor, biz avunuyoruz. Türkiye din değiştirdiğini ilan etmedikçe de ALMAYACAKLAR!!!

Şöyle bir tasavvur edelim!

Payitahtta Hilafetin kandillerinin yandığını düşünelim…

Bütün İslam ülkelerinin liderleri Halifenin huzurunda uluslararası ilişkilerde İslam’ın ve İnsanlığın menfaatleri doğrultusunda strateji belirlediklerini farz edelim.

Her halde laiklik elden gider, yer yerinden oynar, ok yayından fırlardı.

Peki, günümüzde Müslüman ülkelerin ve liderlerinin nasıl bir dünya tasavvuru var? Dış politika ve uluslararası ilişkilerde kolektif bir stratejileri var mı?

Kendi aralarında koordinasyon ve işbirliğinin olmadığı bir İslam Coğrafyasında, gayri Müslim ülkelere karşı ortak bir stratejisi olabilir mi?

Maalesef yok!

İslam adına şiddet eylemlerinin zirve yaptığı bir çağda, buna ne kadar da ihtiyaç var değil mi?

Peki, İslam alemi İslamiyet’in ilahi kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in uyarıları doğrultusunda gerçekçi, idealist ve kapsayıcı bir dış politika inşa edemez mi?

Hiçbir ırk, dil, cins, toplum ve zümre ayrımı yapmaksızın bütün insanları ilahi vahyin muhatabı ve aynı insanlık ailesinin üyeleri sayan bir dinin, yani İslam’ın evrensel boyutu ne zaman ön plana çıkarılacak?

Müslümanların kendi içlerin de çekişme ve ihtilaflar son bulmadıkça, bu mümkün olmayacak.

Batı İslam’ı ve Müslümanları kendileri için bir tehdit olarak görüyor. Amerika’da ve Avrupa’da Müslüman olanların sayısının arttığı bir dönemde, kendi laboratuvarlarında ürettikleri virüsleri İslam coğrafyasına salarak “cihat” kavramı istismar edilerek İslam’a olumsuz bir imaj yüklemeyi başardılar.

Oysaki İslam’da cihat; sadece savaş değildir. İlim öğrenmek ve öğretmektir, insanlığa faydalı olmaktır, helal rızık peşinde koşmaktır, İslam’ı Müslümanları ve bütün insanlığı sevmektir. Savaş ise şiddettir. Terörün amacı masum insanları katletmektir.

Dünyada ki genel kanaat “insan haklarının” batının yeni icadı, günümüzün yeni buluşu olarak görülmesi şeklindedir. 1948 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi’nin maddeleri incelendiğinde, o tarihten 1300 küsur yıl önce İslam’ın köşe taşları olan “Medine Vesikası” (622) ve “Veda Hutbesi” (632) ile birebir örtüştüğünü görebiliriz.

İslam dininde “insan haklarının” korunması vicdanlara bırakılan bir husus değil, dini bir zorunluluk olarak görülmüştür. İnsanın insanca yaşayabileceği, insan onuruna yakışır bir hayat sürebileceği, can ve mal güvenliğine, namus emniyetine vurgu yapılmış garanti altına alınmıştır.

Bugün “insan haklarını” batının icadı olarak görenlerin “Medine Vesikasını” araştırmaları “Veda Hutbesini” okumaları gerekir.

Kalın Sağlıcakla…