Akaidimizin gereği odur ki Allah’a hesap soracak hiçbir merci - makam yoktur. Allah hiçbir insanın keyif ve arzularına göre hareket etmez. Hiçbir mahlûk da ona hesap soracak güç ve kuvveti kendinde bulamaz. Yaptığından sorgulanamaz olmakla birlikte, Rabbimiz kendisinin hakîm ve adil olduğunu haber veriyor. Onun “el- Hakîm” ism-i şerifi, hükmünde hikmet sahibi olduğunu “el- Adl” ism-i şerifi de mutlak adalet sahibi olduğunu ve yarattığı mahlûkata zerre kadar haksızlık yapmayacağını ifade eder.

Mustafa Öztürk vakasını çok yönlü okumaya devam ediyoruz.

Önce bir tespitle başlayalım:

Bu şahıs Kuran'ı tenkit ederek, hatta bu tenkitlerini Allah'a da yönelterek, tarihte benzeri nadir kaydedilmiş bir cüretkarlık göstermiştir. Onun bu hali bize 'buhranlı bir psikoloji içinde olduğu' izlenimini veriyor. Konuşmaları, kitapları, çeşitli yazıları üzerine yaptığımız araştırmalarda biz şahsen bu neticeye ulaştık.

Yine bize göre ondaki bu buhran iki şekilde tezahür ediyor:

1- İman Buhranı

2- Fikir Buhranı

I- İMAN VE FİKİR BUHRANI

1- İman Buhranı: Onun Kuran'la ilgili, hiçbir delile dayanmayan keyfî tespitleri ilerleyen yazılarımızda tek tek ele alınıp cevaplandırılacaktır. Ki bunların her biri ayrı bir akaid ihlalidir. O, Kuran'la ilgili bu tenkitlerini Allah'a da yöneltmekte, Allahu Teala'nın eşsiz, yüce sıfatlarını tasdik edip bunlara boyun eğmesi gerekirken, bu sıfatların ifade edildiği ayetlerdeki mana ve maksadı anlamadan, 'Allah niye kendini övüp duruyor?' deyip, bu hale 'kasıntı' diyebilmektedir. Kasıntı kelimesi hak etmediği bir makam ve mertebe iddiasıyla haksız yere kibirlenen insanlar için kullanılır. Allah ise, noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olarak, en yüce makamın sahibidir. Onun, Kuran'da birçok ayette geçen isim ve sıfatları bu büyük gerçeği anlatır. Allah haktır, en büyük gerçektir. Yarattığında, tasarrufunda, mülkünde eşsizdir; şeriki yoktur. Onun sıfatları, azameti vacibu'l vücud oluşunun gereğidir.

Hal böyleyken Allah'ın yarattığı aciz bir kul, nasıl olur da onun bu ulvî isim ve sıfatları konusunda ileri geri konuşabilir? Böyle vahim bir hale düşen nasipsizlerin sayısı pek azdır.

Yine o, lanet ihtiva eden ayetleri de diline dolayarak 'Bu ne biçim bir Allah ki dilinden lanet hiç düşmüyor?' diyor.

Akaidimizin gereği odur ki Allah'a hesap soracak hiçbir merci - makam yoktur. Allah hiçbir insanın keyif ve arzularına göre hareket etmez. Hiçbir mahlûk da ona hesap soracak güç ve kuvveti kendinde bulamaz. Yaptığından sorgulanamaz olmakla birlikte, Rabbimiz kendisinin hakîm ve adil olduğunu haber veriyor. Onun 'el- Hakîm' ism-i şerifi, hükmünde hikmet sahibi olduğunu 'el- Adl' ism-i şerifi de mutlak adalet sahibi olduğunu ve yarattığı mahlûkata zerre kadar haksızlık yapmayacağını ifade eder. Bu konuda birçok ayeti kerime de mevcuttur.

Buna rağmen Allah bir şeye lanet ediyorsa, demek ki o şey gerçekten lanetliktir. İnsanlar çoğu zaman hislerine ve zaaflarına mağlup olarak adil ve hakkaniyete dayalı değerlendirmeler yapamazlar. Allah ise bu tip noksanlıklardan münezzehtir. Eğer bir varlık lanetlik bir iş yapmışsa Allah onu gayet tabi lanetler.

Burada iman buhranına delil olsun diye bu izahatı verdik.

2- Fikir Buhranı: Düşünce tarihi incelenirse, iman buhranının kişide fikir buhranına da sebep olduğu görülür. Öztürk'ün halinde bu fikir buhranını görmek de mümkündür. Fikir buhranı 'cehalet'le birlikte değerlendirilmesi gereken bir meseledir. Cehalet aslında Allah'ı bilememek ve tanıyamamak demektir. Her şeyin kaynağının Allah olduğunu bilemedikten sonra, birtakım bilgi yığınları elde etmek kişiyi 'cahil' damgası yemekten kurtaramaz. Bu alem maddesiyle manasıyla baştanbaşa bir sebep - sonuç ilişkisiyle ve zıddıyla kaim olarak var olmuştur. Eğer bütün bu sebepler bir müsebbibü'l - esbabta (vacibu'l vücud olan Allah'ta) toplanmazsa, kainatta ne düzen, ne de ilim diye bir şey kalmaz.

İtikadi ihlalleri, akıl almaz hezeyanları böyle ayan beyan ortadayken, Öztürk hakkında 'cehalet' kelimesini kullanmanın abes hiçbir yanı yoktur. Zira ilim akademik kimlikte, unvanda değil, kalptedir; akl-ı selimdedir.

İnsanda heva ve heves fıtratı zorlayarak deforme eder. Heva ve hevesine uyarak ilim tahsil eden kişinin kar ve kazancı faydalı ilim değildir; o sadece hafızasında yük niteliğinde birtakım malumat taşımış olur. Bu sebeple Kuran-ı Kerim, ilmi olduğu halde heva ve hevesine uyanların sapkınlığından bahseder:

'Heva ve hevesini ilah edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? …' (Casiye:23.)

Dikkat edelim: Kuran bu kişiye 'ilmi yoktur' demiyor; onun nefsini ve hevasını ilah edindiğini ve bunu ilim kisvesine soktuğunu haber veriyor.

Öztürk'ün fikir buhranında olduğunu ispatlayan bir başka şey de, onun yazı ve konuşmalarındaki sayısız çelişkilerdir. Bunlardan bir kısmını ilerleyen makalelerimizde inşallah gündem edeceğiz.

Sonuç olarak bu şahsın Allah'ı bilmek ve tanımak, Kuran'ın yüceliğini anlamak hususunda ciddi bir idraksizlik içinde olduğunu söylemek mümkündür.

II- ALLAH'IN KADRİNİ BİLMEK VE KURAN'I ANLAMAK

Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:

'(Onlar) Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemediler, Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.' (Hac: 74.)

Peygamberimiz de (s.a.v.) şu hadisleriyle onun tenkit ettiği Allah'ın kelamı Kuran'ın önemini bize en vurucu şekilde anlatmaktadır:

'Allah kelamının öteki sözlere üstünlüğü; Allah'ın yarattıklarına üstünlüğü gibidir.' (Tirmizî, sevabu'l-Kur'an 25; Darimî fedailu'l Kur'an-6.)

Hz. Ali (r.a.) anlatır:

Bir gün Resulüllahın şöyle buyurduğunu işittim:

'Dikkat edin, ileride büyük bir fitne olacaktır.'

Ben 'Ey Allahın Resulü! Bu fitneden kurtuluş nasıl olacaktır?' dedim.

Resulüllah şöyle buyurdu:

'Allah'ın kitabına sarılmakla… Çünkü onda sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi, aranızdaki meselelerin hükmü vardır. O, hak ile batılı birbirinden ayıran kesin bir hüküm olup, gayesiz bir kelam değildir. Her kim zorbalık yaparak ondan uzaklaşırsa Allah onun işini bitirir. Her kim de doğru yolu ondan başkasında ararsa, Allah onu sapıklığa düşürür. O Allah'ın sağlam ipidir ve hikmet dolu sözleridir. O sırat-ı müstakimdir. Arzu ve istekler sadece onunla hakkın dışına çıkmaz. Diller onunla karışıklığa düşmez, alimler ona doymaz, fazla tekrarlamaktan dolayı eskimez ve tadı azalmaz. Onun hayranlık veren mesajları bitip tükenmez. O öyle bir kitaptır ki, cinlerden bir grup onu dinleyince şöyle demek mecburiyetinde kalmışlardır: 'Biz ne güzel bir Kuran dinledik! Doğruyu eğriden ayırt etme şuuruna ulaştıran bir Kuran! Ve böylece ona iman ettik. Artık bundan sonra Rabbimizden başkalarına ilahlık yakıştırmayacağız.' (Cin: 1 - 2.) Kim ona dayanarak konuşursa doğru söz söylemiştir, kim onunla amel ederse sevap kazanır. Kim onunla hüküm verirse adaletli davranmış olur. Ona davet eden doğru yola iletilir.' (Tirmizî, Hadis no: 2906.)

Bu hadisler Kuran'a nasıl bakmamız lazım geldiğini ortaya koymaktadır.

III- KURAN'I VE MUKADDESATI SAVUNMAK BİR HAK VE GÖREVDİR

Kuran-ı Kerim, Müslüman olarak inancımızın temeli, millet olarak mukaddesatımızın dayanağıdır.

İnancımıza ve mukaddesatımıza yapılabilecek 'saldırı' mahiyeti taşıyan her türlü tenkit ve itibarsızlaştırma faaliyeti, -Allah indinde çok büyük sorumluluk gerektirmesinin yanında- Anayasa ve kanunlarda da suç sayılmaktadır.

Bir insanın bu tür saldırılar karşısında inancını, itikat esaslarını, mukaddesatını, o mukaddesatla bütünleşen milli ve manevi değerlerini savunması kadar tabii bir şey olamaz. Bu, en temel insan hak ve hürriyetlerindendir. Aynı zamanda hukukî ve meşru bir hakkın korunması, savunulmasıdır. Buna mukabil mukaddesata saldırı veya onu itibarsızlaştırma şeklinde tezahür eden tahripkar ifadeler ise, asla insan hak ve hürriyetleri, din, vicdan ve fikir hürriyeti kapsamında düşünülemez.

Öyle olsaydı o zaman mukaddesatı koruyan beyannameler çıkarılmasının, Anayasa ve kanunlarda bu eylemin suç sayılmasının ne anlamı kalırdı?

Demek istiyoruz ki M. Öztürk'ün Kuran'a, Allah'a ve Hz. Peygambere yönelik yorumları, nitelemeleri asla meşru fikir hürriyeti kapsamında mütalaa edilemez. Bu tip görüş ve beyanlar mukaddesata saldırı niteliği taşır.

IV- KURAN'I ANLAMAK KİME NASİP OLUR, KİME OLMAZ?

Burada Kuran'ı anlamaya, onun kadrini, değerini, yüceliğini bilmeye esas teşkil edecek bir tespiti yapmalıyız:

Kuran-ı Kerim'in başka hiçbir kitapta olmayan bir özelliği vardır, o da şudur:

Kuran'ın mahiyet, hikmet ve inceliklerinin anlaşılması, daha ziyade iman ve takva sahibi, hidayet üzere olanlara nasip olur.

İnanmayanlar veya Allah'ın kitabına tenkit gözüyle bakıp onda hata arayanlar, kalplerindeki maraz sebebiyle onun incelik ve hikmetlerine vakıf olamaz, nurundan istifade edemezler.

Kuran kendini, ona iman nuruyla yaklaşanlara açar. Ve nurunu onların kalplerine ilka eder.

İman etmeyenlere ise kendini kapatır ve gizler.

Bu, 'hidayet' kavramının anlaşılmasına da yardımcı olacak önemli bir keyfiyettir.

1- Kuran, İman Ehli ve Takva Sahipleri İçin Hidayettir

Kuran'ın ancak gerçek iman ehline ve takva sahiplerine açılacağını ve onların hidayetine vesile olacağını ifade eden ayetlerden bazılarını zikredelim:

'Bu kitap, hiç şüphe yok, takva sahipleri için bir rehberdir.' (Bakara: 2.)

'Doğrusu Kuran, takva sahipleri için bir öğüttür.' (Hakka: 48.)

'Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam'a açar…' (En'am: 125.)

'Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifa ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kuran) geldi.' (Yunus: 57.)

2- Kuran'a İnanmayan veya Tenkit Gözüyle Bakanlar Kuran'ı Anlayamaz

Kuran'a tenkit gözüyle bakanlara, onun Allah kelamı olduğuna inanmayanlara, -belki de bir mucizedir ki- Kuran kendini kapatır, açmaz. Böyleleri Kuran'daki derin inceliklerden, hidayet nurundan istifade edemezler.

Bu konuyla ilgili bazı ayetler de verelim:

'İşte bunları Allah lanetlemiş, kulaklarını sağır, gözlerini kör etmiştir. Kuran'ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var? Doğru yol kendileri için apaçık hale geldikten sonra ona arka dönenlere şeytan bunu güzel göstermiş ve kendilerine yanlış yolda ilerleme cesareti vermiştir. Bu da onların, Allah'ın gönderdiği vahiyden hoşlanmayanlara, 'Bazı hususlarda sizin dediklerinizi yapacağız' demeleri yüzünden olmuştur. Allah onların gizlediklerini bilir.' (Muhammed: 23 – 26.)

'Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti! Sonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. 'Bu' dedi, 'Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.' Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım.' (Müddesir: 18 -26.)

'De ki: 'Hiç düşündünüz mü, ya bu (Kuran) Allah katından gelmiş, siz de onu inkar etmişseniz? Bu durumda böylesine kesin bir çatışma içine düşenden daha sapkın kim olabilir!' (Fussilet: 52.)

' … (Allah) kimi de saptırmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir. Allah inanmayanları işte böyle cezalandırır.' (En'am: 125.)

'… De ki: 'O, inananlar için bir rehber ve şifadır; inanmayanlara gelince onların kulaklarında bir sağırlık vardır, Kuran onlara kapalıdır. (Sanki) onlara çok uzaktan sesleniliyor.' (Fussilet: 44.)

'Şüphesiz biz, içinizden yalanlayanların olduğunu elbette biliyoruz. Şüphesiz bu Kuran kafirler için bir pişmanlık vesilesidir. Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir. O halde sen yüce Rabbinin adını tesbih et.' (Hakka: 49 – 52.)

'Şüphe yok ki, Allah herhangi bir şeyi, bir sivrisineği, hatta onun da ötesindekini misal vermekten utanıp çekinmez. Bunun karşısında iman edenler onun, Allah'tan gelen gerçek olduğunu bilirler, inkar edenler ise 'Allah misal olarak bununla neyi kastediyor?' derler. Allah birçok kimseyi onunla saptırır, birçok kimseyi de onunla doğru yola iletir; onunla başkalarını değil, ancak emrine karşı gelenleri saptırır.' (Bakara: 26.)

Öztürk'ün, tarihselcilik anlayışının bir gereği olarak, Arapça olması ve Arap toplumuna indirilmesi hasebiyle Kuran'ı bu millet ve coğrafya ile sınırlama yoluna gittiğini de görüyoruz. Kuran buna da cevap veriyor:

'Şayet biz onu yabancı dilde okunan bir kitap olarak indirseydik mutlaka şöyle diyeceklerdi: 'Ayetlerinin açık seçik anlaşılır olması gerekmez miydi? Bir Arap'a yabancı dilden bir kitap, öyle mi!'...' (Fussilet: 44.)

'Bu Kuran, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın katından indirilmiştir. Bilmek isteyenler için ayetleri apaçık hale getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak indirilmiştir ama çokları yüz çevirdi, artık onu işitmezler.' (Fussilet: 2 – 4.)

Buraya kadar verilen ayetlerden M. Öztürk'ün düşmüş olduğu bunalımlı ruh hali sebebiyle Kuran'ı anlayamadığını görmüş oluyoruz. Bu hususta daha birçok delil ortaya konulabilir. Bu kadarı maksada kafidir.

Okuyucularımızdan gelen talep doğrultusunda, yazımızın fazla uzamaması için buraya bir virgül koyuyoruz. Gelecek yazımızda kaldığımız yerden devam edeceğiz.