Bir önceki yazımda gazetemiz yazarlarından Senai Bey’in “O Resim” adlı yazısıyla Ali Eren Hocamızın o yazıya vermiş olduğu cevaba dair mütalaamı kaleme almıştım...

Bir önceki yazımda gazetemiz yazarlarından Senai Bey'in 'O Resim' adlı yazısıyla Ali Eren Hocamızın o yazıya vermiş olduğu cevaba dair mütalaamı kaleme almıştım.

Bu yazımda da aynı meselenin devamı olarak Senai Bey'in 'Kuran'ı Anlamaktan Utandırılanlara Gelsin' başlıklı yazısını ve yine Ali Eren Hocamızın bu yazıya verdiği cevabı konu edineceğim.

Ali Eren Hocamızın bu ikinci yazıya verdiği cevap da birincide olduğu gibi son derece tatminkar ve müdelleldir. Tahlil ve tespitlerine ben de aynen katılıyorum. Yine sadece birkaç ilavede bulunmak istiyorum.

Senai Bey'in 'Kuran'ı Anlamaktan Utandırılanlara Gelsin' başlıklı yazısındaki bazı iddiaları ve kendisine cevaplarım şöyledir:

1- 'Kuran'ı Anlamaya Çalışanları Utandıranlar mı Var?'

Her şeyden evvel ilgili yazının başlığının 'Kuran'ı Anlamaktan Utandırılanlara Gelsin' diye atılmış olması, yazarın demagojiye olan meylini yansıtmaktadır. Çünkü hakikatte Kuran'ı anlamaya çalışanların utandırılması diye bir vakıa söz konusu değildir, olamaz. Yazar bu başlığı atmakla önce kendince bir problem ihdas etmiş, sonra da gerçekte olmayan bu probleme çözüm sunma havasıyla kendi tezinin propagandasına koyulmuştur.

Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Kuran'ı samimiyetle anlamaya çalışan her insan takdir ve tebrik edilir. Şu var ki 'Kuran'ı anlamaya çalışma'nın da bir yolu yordamı vardır. Buna uymak herkesin vazifesi, uyulmasını beklemek ve talep etmek de yine her Müslümanın hakkıdır. Çünkü İslam'da usul ve metod, en az muhteva kadar önemlidir.

Nasıl ki hedefine varmak isteyen bir kişinin, bu maksadına ulaşmak için hangi yolları deneyeceğini önceden belirlemesi ve ona göre hareket etmesi gerekiyorsa, elbette ki Allah'ın Kitabını anlamanın da bir yolu, metodu, usulü olmalıdır.

Yol yordam bilmeyen bir kimsenin Allah'ın Kitabındaki maksat ve muradı anlaması elbette ki zordur. Zaten peygamberlere ve peygamber varisi alimlere bunun için ihtiyaç duyulmaktadır.

2- 'Profesyonellerin Protokolü' Yaklaşımı

Yazar şöyle diyor:

'Kur'an... profesyonelleri muhatap seçmiyor. 'Ey müftüler…' 'Ey din görevlileri…' 'Ey ilahiyat mezunları...' 'Ey doçentler…' türünden hitapları yoktur... 'Ey iman etmekte olanlar…' der...'

'...Allah, neden bizi profesyonellerin protokolüne tabi tutsun!...'

'...Ne yazık ki, su gibi ihtiyacımız olan Söz'e protokoller yüzünden uzak tutuluyoruz...'

Tıpkı Kuran'ı anlamaya çalışanların utandırılması gibi, 'profesyonellerin protokolü' de aslı olmayan bir yaklaşımdır.

Bu konuda yazara öncelikle İslamî konulardan bahsederken İslamî bir dil kullanmasını tavsiye ederiz. Bu önemli bir hassasiyettir.

Kuran'ın doğru anlaşılması meselesinde asıl merci, Allah'ın Rasulü Hz. Muhammed'dir (s.a.v.). Ondan sonra Onun Sahabesi, Tabiîn, Tebaitabiîn nesli alimleri, müfessirler, muhaddisler, fakihler gelir.

Yazarın bu asıl kaynağı, ondan sonraki silsileyi ve de onların Kuran'ı anlamada kullandıkları sistematiği dikkate almadan, 'profesyonellik'ten dem vurup, ardından müftü, vaiz, ilahiyatçı gibi kesimleri örnek vermesi, meseleye çarpık bakışının bir ispatıdır.

Protokole gelince; eğer protokolden maksadı Kuran'ı anlamadaki şart ve esaslar ise, bu takdirde burada İslamî kural ve kaidelerin 'protokol' adı altında tenkidi yapılıyor demektir.

Zira Kuran'ın nasıl anlaşılacağı, İslam'ın nasıl yaşanacağı, -Kuran yine temel kaynak olmak kaydıyla- Hz. Peygamberin sünnet ve hadisleriyle açıklanmıştır. Bunlar ise İslam'ın kendisi demektir. O halde protokol adı altında tenkit edilen nedir?

Bir kere daha ifade edelim ki, bu tip alafranga kelimeler İslamî muhtevayı yansıtmadığı gibi, dinin doğru anlaşılmasından sapmasına ve yozlaşmasına sebep olur.

Kuran'ı doğru anlamak profesyonellikle değil, Hz. Peygamberin görevlerinden biri olan 'teybin' ile ilgilidir.

Allah'ın dinini, Kuran'daki maksadı en iyi anlayan ve anlatan, şüphesiz ki Allah'ın seçip gönderdiği Peygamber'dir (s.a.v.).

O Rasul (s.a.v.) 'muhbir-i sadık' olarak Allah'tan vahiyle aldığı emir ve düsturları hiçbir şey katmadan insanlara aynen aktarmış, bunların uygulamasını bizzat kendi şahsında yapmış, ashabına örnek olmuştur. Kuran'ın beyanıyla 'O, hevadan (arzularına göre) konuşmaz. O(nun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir.' (Necm: 3 – 4.)

Bu kendi heva ve hevesinden konuşmama ilkesine Onun vahy-i gayrimetluv olan sünnet ve hadisleri de dahildir.

O Peygamber (s.a.v.) dini vahiy yoluyla Allah'tan almak, insanlara aktarmak, uygulamak, Allah'ın muradı ve maksadı istikametinde açıklamak görevini bihakkın yapmıştır. Veda Hutbesinde yüz binden fazla sahabeye hitaben yaptığı konuşmada üç kere tekrar ettiği 'Tebliğ ettim mi?' sorusuna aldığı 'Evet!' cevabı bunun delilidir.

Dolayısıyla on dört asır boyunca Kuran'ı 'anlamaya' ve 'anlatmaya' çalışan insanların yaptığı ve yazarın 'protokol' diyerek aklınca eleştirdiği şey, işte Hz. Peygamber, Sahabe, Tabiîn ve Tebaitabiîn neslinden tevarüs edilen bu birikim ve yaklaşımdır.

Buna göre yazarın 'Ne yazık ki, su gibi ihtiyacımız olan Söz'e protokoller yüzünden uzak tutuluyoruz' şeklindeki yakınmasının hiçbir anlamı ve geçerliliği yoktur.

Hatta çok rahat söyleyebiliriz ki o 'Söz'e olan uzaklığından şikayetçi ise, bu uzaklığın sebebi, 'protokol' diye burun kıvırdığı usul erkana riayet etmeyişinden başka bir şey değildir!

Yazar 'O Resim' başlıklı yazısında, buradaki 'Kuran profesyonelleri muhatap seçmiyor 'Ey iman etmekte olanlar…' der... cümlesindeki 'Ey iman etmekte olanlar'ın bir benzeri olarak, 'Ey iman etme çabası içinde olanlar' ifadesini kullanmış, biz de bir önceki yazımızda bunun değerlendirmesini yapmış idik.

'Ey iman etme çabası içinde olanlar', 'Ey iman etmekte olanlar' gibi tabirler, imandaki kesinliği ifade etmemeleri cihetiyle son derece yanlış ve tehlikelidir.

Böyle bir yaklaşım Hz. Peygamberden (s.a.v.) beri Sahabe içindeki ve diğer nesillerdeki dağ gibi imana sahip bütün muvahhidleri, mukarrebleri, muttakileri, veli ve alimleri, sadece 'iman etme çabası içinde olanlar' olarak göstermektir ki, bu onlara atılabilecek en büyük iftiradır.

Az evvel de ifade ettiğimiz gibi iman kesinlik ister. Buna göre bir kimse 'İman etmeye çalışıyorum', 'İman edeceğim', 'İman etmek gayreti içindeyim' gibi cümleler kursa, akaid ölçüleri içerisinde bu ifadelerin hiçbirinin gerçek imanı ifade etmediği bilinmelidir. 'İman ettim elhamdülillah' demek gerekir.

Üstelik milyarlarca müslümanı iman etme gayreti içinde göstermek, bir açıdan İslam'ın 'yaşanabilir, tatbik edilebilir, güç yetirilebilir' bir din olma vasfını inkar ederek onu (haşa!) felsefedeki ütopik bir tasarım gibi görüp göstermek anlamına da gelir.

Dolayısıyla bu sözler neresinden tutsak elimizde kalacak şekilde akaid ihlali ihtiva etmektedir.

3- Kuran'ı Anlama Meselesi

Yazar şu ifadeleriyle Kuran'ı anlama meselesinde de arızalı bir tavır sergilemektedir:

' Birisi ağzını açtığında anlaşılmak için açar... Âlemlerin Rabbi niye kendi Söz'ünü anlaşılmaya değer görmüyor olsun! Neden konuşurken, ancak bazı uzmanların anlayabileceği şeyler söylemeyi tercih etsin! ...Söz (Kuran) niye bu kadar bulanık ve erişilmez olsun!'

Ve ardından da 'Sen Kuran'ı anlayamazsın!' uyarısının, kalbine bir kırbaç gibi indirildiğinden dert yanıyor...

Allah maksat ve muradını anlatmak için vahiy yoluyla peygamberlerine konuşmuştur. O -haşa- kendini ve maksadını anlatmaktan aciz değildir.

Allah'ın konuşmasından bahsederken 'ağzını açmak' ifadesini kullanmak (haşa) Cenab-ı Hakkı insana benzetmek intibaı vermektedir. Bu husus İslam akaidinde 'müşebbihe / benzetme' ve 'mücessime / cisimlendirme' konuları diye adlandırılır ve son derece tehlikelidir. Kuran'da Allahu Teala'yı tanıtmada tenzih ifadeleri çok önemlidir. Bu meyanda 'leyse kemislihi şey'un / Onun misli gibi bir şey yoktur' (Şûra: 11) ayet-i kerimesi bize ölçü vermektedir.

Bu açıdan tehlikeli bir duruma düşmemek için, 'Allah her türlü noksanlıktan münezzeh olarak insanlarla vahiy yoluyla, peygamberleri vasıtasıyla konuşmuştur' denmesi doğrudur.

Bu sözler, yazarın Kuran'ın ve İslam'ın mantığını anlamadığını, akaid ölçülerini bilmediğini gösteriyor.

Allahu Teala'nın kendini, maksadını, emir ve düsturlarını Rasulü Hz. Muhammed (s.a.v.) vasıtasıyla kullarına nasıl anlattığını anlamak için şu üç önemli gerçeği bilmek icap eder:

Bir:

Kuran, vahiy yoluyla Peygamberin anlayacağı seviyeye indirilmiş, mana insanların idrak ve iz'anına hitap eder hale getirilmiştir. Kuran'da bu meyanda birçok ayet mevcuttur. Peygamberimiz de şu hadisinde buna işaret etmiştir:

'Biz peygamberler topluluğu, daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk.' (Zebidî, İthaf'u Sade, 2/65)

İki:

Allah Kuran'ı Hz. Peygamberin diliyle, yani Arapça olarak indirmiştir. Bu yönüyle Kuran edebî bir mucizedir. Elbette ki bu meyanda Kuran'ı anlamak için Arapçayı ve Kuran ilimlerini bilmeye ihtiyaç vardır ve fakat her müslümanın bunu detaylarıyla bilmesine de gerek yoktur.

Zira Allah, dinini peygamberleri ve onların varisleri olan alimler vasıtasıyla insanların net anlayacağı ve uygulayabileceği hale getirmiştir. Âlimlerin önemine işaret eden ayetler bu gerçeği ortaya koymaktadır. (Bak: Âl-i İmran: 8, 18, Fatır: 28, Nisa 59, 83.)

Hal böyleyken kimse dinin Hz. Peygamber ve onun varisleri aracılığıyla anlaşılması mecburiyetine 'protokol' deyip, 'Kuran'ı herkes anlar' diyemez.

Kuran kendi ifadesiyle yaş ve kuru bütün gerçekleri ihtiva eden (En'am: 59.) Allah Kelamıdır, İslam'ın temelidir. Hz. Peygamberin sünnet ve hadisleri ise Kuran'ı tefsir edip açıklayan dinin ikinci kaynağıdır. Dolayısıyla Kuran ve sünnet (ve hadisler) herkesi bağlar.

Bu iki kaynaktan gelen İslam, önce Peygamberimizin arkadaşları olan ve ilk İslam toplumunu teşkil eden Sahabe tarafından anlaşılmış ve yaşanmış, sonra da Tabiîn ve Tebaitabiîn vasıtasıyla günümüze kadar gelmiştir.

Asr-ı Saadet'ten hemen sonra Kuran ve Sünnet kaynaklı bütün ilimler, Hadis, Tefsir, Akaid, Fıkıh vs. sistemleşip oturmuştur.

Dünyada beşerî manada yapılmış anayasalar vardır. Bu anayasalar geneldir; onlardan kanunlar çıkar, kanunlardan tüzükler, tüzüklerden de talimatlar çıkar ve uygulanır.

Beşerî sistemlerde bile böyle bir yol – yordam mevcut iken, ilahî bir yapı olan İslam'ın doğru anlaşılması ve yaşanması için de bir silsileye ihtiyaç duyulmasında anlaşılmayacak ne olabilir ki? Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyas'ı işte böyle düşünmelidir.

Allah dinini nebiler ve alimler vasıtasıyla diğer insanların anlayacağı ve yaşayacağı seviyeye indirir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur.

Bununla beraber Kuran'ı okumaktan elbette ki her müslümanın kendince bir nasibi vardır. Ama mesela herkes Kuran'dan hüküm çıkaramaz.

Üç:

Kuran'ın ve İslam'ın anlaşılmasının yollarından biri de Hz. Peygamberin sünnet ve hadisleridir. Kuran mucize bir kelamdır. Elbette ki bazı terim ve kavramlarının açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç ilk olarak ve en kamil anlamda Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından karşılanmıştır. Buna Hz. Peygamberin tebyin görevi denir. Kuranda bu göreve işaret edilmektedir (Bak: Bakara: 151, Cuma: 2 -3, Nahl: 44.).

Hz. Peygamberin üsve-i hasene / en güzel örnek olma, hulukin azîm / büyük bir ahlak üzere olma gibi vasıfları da bu İslam'ın tebliği ve temsili çerçevesinde değerlendirilmelidir:

'Andolsun, Allah'ın Resûlünde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.' (Ahzab: 21.)

'Ve muhakkak ki sen, gerçekten yüce bir ahlak üzerindesin.' (Kalem: 4.)

Yine Allah Hz. Peygamberin (s.a.v.) bütün getirdiklerinin alınmasını emretmiştir:

'Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.' (Haşr: 7.)

Yazarın 'Sen Kuran'ı anlayamazsın' sözünün kalbine bir kırbaç yarası gibi indiğini (!) söylemesi de, muğlak bir ifade üzerinden tefsir ilminin önem ve gerekliliğini darbelemek anlamına gelmektedir.

Acaba ona 'Sen Kuran'ı anlayamazsın' diyen kişi bunu ne maksatla söylemiştir?

Eğer bundan kastı 'Sende bu altyapı mevcut değildir, sen Kuran ilimlerine vakıf değilsin. Arapçayı bilmiyor ve dinde istinbat edecek hal ve şartlara sahip bulunmuyorsun. Bu sebeple dini, kaynaklarından, yani ulemanın yapmış olduğu izahlardan anlamaya çalışmalısın' demek ise, bu söz elbette ki doğrudur. Neden derin bir kırbaç yarası olsun ki?

Aydın geçinen bir kişinin yapması gereken, mevcut haliyle Kuran'ı anlama iddiasında bulunmak değil, Kuran'ı gerçekten anlayabilmek için ne yapması gerektiğini öğrenip o yola tevessül etmektir.

4- Din - Akıl İlişkisi

Yazar, kendisine 'Siz kendi aklınıza göre yorumluyorsunuz Kuran'ı!' diyen birisine şu cevabı verdiğini söylüyor:

'Peki... sence benim kendi aklımdan başka sermayem var mı Kuran'ı yorumlamak için? Aklımı Kuran'ı anlamada kullanmayacaksam, nerede kullanacağım?... İzin ver, yanlış anlayarak da olsa, deneye yanıla tanışalım Kuran'la…'

Bu ifadeler 'İslam'da aklın yeri ve önemi nedir?' sorusunu sorup cevaplamamızı gerektiriyor.

Ama peşinen söyleyelim:

Evet, senin ve senin gibilerin, daha doğrusu bütün herkesin akıllarından başka sermayeleri de var. O aklı, 'akl-ı selim' haline getirecek 'nakil' denen bir sermayemiz var.

İslam'da ilim vasıtaları üçtür.

Bunlar 'akl-ı selim', 'hiss-i selim' ve 'sadık haber'dir.

İslam'da ilme vasıta olabilmeleri için aklın ve hislerin 'selim' olmaları önemli bir şarttır. Onları selim yapacak şey ise, başlarına 'imam' tayin edilen 'sadık haber (peygamberin getirdiği haberler)'dir.

Allah her şeyi bildiği ve kullarına, kendileri için en uygun olanı haber verdiğine göre, onun bize göndermiş olduğu nakil (Kuran ve Sünnet) noksansızdır, hakikatin ta kendisidir. Akıl bu naklî delillere tabi olduğu zaman 'akl-ı selim' olur.

Şayet akıl tek başına hakikati bulacak evsaf ve kabiliyette olsaydı, Cenab-ı Hakkın peygamberlerle kitap, emir, düstur göndermesine gerek kalmazdı.

Yazar akıldan başka sermaye kabul etmeyerek, aklın sıhhatinin teminatı olan 'nakil' gerçeğini göz ardı etmiş olmaktadır.

İslam'ın hakikat olması, değişmeden kalması ve kıyamete kadar her devrin şartlarına cevap verecek olması, onun ilahilik özelliği ile ilgilidir.

Ama İslam genel düstur, kural ve ölçülerini ortaya koyduktan sonra akla da alabildiğine bir hürriyet sahası bahşeder. Öyle ki, ona -sıkletinin kaldıramayacağı; 'Allah'ın zatı', 'ruhun mahiyeti' ve 'kader sırrı' hariç olmak üzere- her sahada derin tefekkür ve araştırma kapılarını sonuna kadar açar ve sonsuz tefekkür malzemesi sunar.

Buna göre akıl eğer naklin rehberliğini kabul ederse, kapasitesini güçlendirir; düşünmenin ilke ve prensiplerine uyarak takati nispetinde varabileceği son merhaleye kadar varır. Tarih boyunca çeşitli ilim dallarının ve tefekkür sistemlerinin çoğu zaman Müslümanlar tarafından geliştirilmesinin sebebi budur. Bütün bunların olabilmesinin olmazsa olmaz şartı, aklın rehbersiz ve gelişi güzel hareket etmemesi, naklin nuruyla aydınlanmasıdır.

Bu çerçevede İmam Gazali'nin 'akıl - nakil münasebeti'ne dair verdiği şu misali de önemine binaen burada zikretmek isterim:

Nasıl ki güneş olmadan göz bir işe yaramıyorsa, vahiy olmadan da akıl manasız kalır, yolunu istikametini bulamaz.

Şayet nakil olsa da akıl olmasa, bu da güneşin olup, gözün olmaması gibidir. Yani göz olmadan güneşin varlığı bilinemeyeceği, takdir edilemeyeceği gibi, akıl olmadan da naklin hikmeti, manası ve derinliği anlaşılamaz.

Bu gerçek bilinmeden İslam'da akıl - nakil münasebeti anlaşılamaz.

İslam, ilmin vasıtalarından beş duyuya da önem vermiş, ama ona da selim, yani sıhhatli olma şartını getirmiştir.

Böylece, akıl rasyonalist felsefecilerin dayanağı ve malzemesi iken; İslam onu nakil yoluyla 'akl-ı selim' evsafına kavuşturmuş, hakikati bulma aracı haline getirmiştir. Beş duyu ise tecrübeyi esas alan materyalistlerin elindeki malzeme iken, İslam onu da almış, 'hiss-i selim' yaparak mahlûkatın tefekkürü için bir vasıta kılmıştır.

İşte bunun içindir ki hakiki Müslüman, Allah'ın yanılmadığını bilerek, vahyi / Kuran'ı esas alır, aklını onun emrine verir. Usul ve metodlarına, şartlarına uyarak tefekküre ve araştırmaya koyulur. Sağlam beş duyuyu da sonuna kadar kullanmak suretiyle hakikatlerin keşfine hizmet eder. Tarih boyunca İslam alimlerinin her türlü ilim sahasında ortaya koydukları üstün başarıların, keşif ve icatların altında yatan gerçek budur.

Yazara bu gerçekle bütünleşmesini tavsiye ederiz.

'İzin ver, yanlış anlayarak da olsa, deneye yanıla tanışalım Kuran'la' ifadesinden anladığımıza göre, yazar Kuran'ı yanlış anlamakta hiçbir beis görmüyor.

Doğrusu bu sözleri anlamakta da güçlük çekiyoruz.

Bir meselenin çözümünde bilinen, denenmiş, hatasız bir yol varsa, böyle bir yolu kullanmayıp deneme yanılma yöntemini tercih etmek akıl işi olmadığı gibi, bir nevi de ahmaklık sayılır.

Konu Kuran'ı anlamaksa, yukarıda izah edildiği gibi bunun yolu bellidir. Deneme yanılmaya gerek yoktur.

Üstelik Kuran'ı anlama yolunda deneme yanılma yöntemini tercih edenlerin 'yanılmaları', duruma göre onların ebedî hayatlarına da mal olabilir.

Nitekim Kuran'ı tahrif edenler de 'Biz Kuran'ı anlamaya çalışıyoruz' hatta 'Onu en iyi biz anlıyoruz' diyorlar.

Böyle bir yaklaşım zehiri zehir olduğunu bile bile, bakalım nasıl etki ediyor diyerek tatmaya benzer.

Allah bize Kuran'ın nasıl doğru anlaşılacağını, sırat-ı müstakimin nasıl bulunacağını, Rasulünün rehberliği ile -sünnet ve hadislerle- haber vermiştir. Zaten kitap ve peygamber gönderilmesi, aklın bu deneme yanılma çıkmazından kurtulması içindir.

Kuran'ın doğru anlaşılması, sırat-ı müstakimde sabit-i kadem olunması, Rasule (s.a.v.) ittibayla, onun getirdiklerini almak ve yasak ettiklerinden kaçınmakla mümkündür.

Peygamberin metod ve düsturlarını dışlayarak kendi iradesi, kendi aklî kapasitesi ile hakikati bulmaya kalkışanlar buna asla muvaffak olamazlar. İnsanlık tarihi bunun binlerce ibretlik misaliyle doludur. İşte felsefenin bir kördüğüm, bir çıkmaz sokak olmasının altında yatan ana sebep, aklın böyle rehbersiz, gelişigüzel bir şekilde kullanılmasıdır.

'Hak gelince batıl zail olur' (İsra: 81) ayet-i kerimesi bize bu deneme yanılma noktasına girmememizi, Kuran'ın ve Rasulün (s.a.v.) rehberliğinde hakikatle buluşmamızı ihtar eder.

Hakikati bulma konusunda, Kuran'ı anlama hususunda Peygamberin rehberliği şarttır. Akıl bu rehberlik sayesinde kendini bulacak, badirelere düşmekten kurtulacaktır.

Bu meyanda Rasulüllahın (s.a.v.) şu hadis-i şerifi çok önemli bir ölçü ortaya koymaktadır:

'Kim kendi reyiyle Kuran'ı tefsir ederse ateşteki yerine hazırlansın.' (Tirmizi, Tefsir, 1.)

Üzülerek ifade edelim ki, yazar yazısında bu hadis-i şerifi de zikretmiş ve ne yazık ki hadisteki tehdidi, bizzat hadisin sahibi olan Hz. Peygambere (s.a.v.) yöneltmiştir.

Bu, korkunç bir hadsizlik olduğu gibi, Hz. Peygamberin misyonunu da, vahyi de, naklî delilleri de hiç anlamamak demektir.

Şu ifadelere bakınız:

'... Haşa, kendi görüşü ile Kur'an'ı tefsir edenlerin başında bizzat bu sözün sahibi olduğu söylenen Hazreti Peygamber geliyor!...'

Bu cümledeki cinayeti nasıl anlatalım?

Cümledeki 'haşa' ve 'sözün sahibi olduğu söylenen' ifadelerinden anlaşıldığına göre, yazar böyle bir hadis olmadığına, bunun uydurma bir hadis olduğuna inanıyor olsa gerek…

Eğer böyle ise bu onu mazur göstermez, özrü kabahatinden büyük bir duruma düşürür.

Zira hadisleri güvenilmez göstermek 'Kuran bize yeter' diyen din düşmanlarının, ifsatçıların, tahrifatçıların söylemidir.

Yazar eğer onların safında ise, edebiyat parçalayarak lafı dolandırmak yerine safını açık olarak belli etsin, biz de reddiyemizi ona göre yapalım.

Sonuç olarak bu hadise inanarak ya da inanmayarak onunla Hz. Peygamberi mahkûm etmeye çalışmak tarife gelmez bir hadsizliktir.

Yani haşa Hz. Peygamber Kuran'ı kendi reyiyle mi tefsir etmiştir ki onu kendi hadisiyle muaheze edip ateş azabıyla tehdit ediyorsunuz?

Halbuki Hz. Peygamberin kendine mahsus bir görüşü yoktur. Hangi görüş ve fikri ortaya koyuyorsa, hepsi Allah'tandır. Çünkü o hevasından konuşmaz. (Necm: 3 - 4.)

Böyle bir yaklaşımda bilerek veya bilmeyerek vahyin ve peygamberlik misyonunun dışlanması söz konusudur. Dileriz ve umarız ki yazar bunu gafletinden yapmış olsun. Ama öyle bile olsa, bu da ciddi anlamda istiğfar etmeyi gerektirir.

Sonuç:

Aslında yazarın bütün yanlışlarının temelindeki en büyük yanlışı şudur:

Yazar Hz. Peygamberin dindeki yerini, naklin önemini, bilerek veya bilmeyerek göz ardı etmekte, bunları bir ölçü olarak kullanmamaktadır.

Bu acaba sadece bir idrak problemi midir, yoksa az evvel de değindiğimiz gibi tahrifatçılardan yana saf tutmanın bir gereği midir, doğrusu bunu anlayamadık.

Yine bu yazıdaki yanlış yaklaşımların temelinde, sünnetin ve hadisin bilerek ya da bilmeyerek yok sayılması da vardır.

İslamî meselelere hadis ve sünnet rehberliğinde yaklaşmayan kimseler, mücerret / rehbersiz akıllarıyla baş başa kalırlar.

Yazarın 'Benim aklımdan başka sermayem mi var?' sözü tam da bunun teyit ve itirafıdır.

Halbuki akıldan önce en büyük nimet, yukarıda belirtildiği gibi Allah'ın vahyidir, yani nakildir.

Bir kimse bir şeyi ölçecekse, elinde o şeyin ölçü birimi cinsinden bir ölçüm cihazı olması gerekir. Eğer böyle bir cihaz yoksa yahut var ama bozuksa, bu insan hangi niyeti taşırsa taşısın, bütün ölçümlerinde yanlış yapacaktır, yapmama ihtimali yoktur.

İşte bu sebeple diyoruz ki İslam'ı ve Kuran'ı anlamanın yolu, Hz. Peygambere ittiba, bunun da müşahhas manası sünnete ve hadislere bağlılık ve onları ölçü almaktır.

Bu yaklaşım aynı zamanda imanı ifade eden kelime-yi tevhidin ikinci aslı olan 'Muhammedün Rasulullah'ın müşahhas manası ve gereğidir.

Bunu yapmamak, fiilen 'Muhammedün Rasulullah' gerçeğine ters düşmek demektir.

Yazımızın sonuna geldiğimiz şu satırlarda yazara bir tavsiyemiz daha olacaktır, o da şudur:

Kuran'ı ve İslam'ı doğru anlamanın usul ve metodunu yukarıda anlatmıştık.

Bunun için gerekli olan 'hal ve amel boyutu' ise, İslam'da ve imanda samimiyet, ilimde vukufiyet, salih amelde devamlılık, ihlas, korku ve ümitle Allah'a yönelmektir.

Allah korkusunun en büyük ilim olduğu unutulmamalıdır. Nitekim ayette '…Kulları içinde Allah'tan ancak alimler korkar…' (Fatır: 28.) buyurulmaktadır.

Keza yine Kuran'da Allah'ın birliğine, vahdaniyete şahit olarak ilmiyle kaim olan (adalet sahibi) alimler gösterilmektedir:

'Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. O'ndan başka ilah yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.' (Âl-i İmran: 18.)

Unutmayalım ki, Allah'a giden kurtuluş yolu Rasule bağlılıktan, onu sevmekten, ona ümmet olmayı şeref bilmekten geçer.

Son söz yine Kelamullah'tan olsun:

'Peygamber'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik.' (Nisa: 80.)