ÖĞRENİCİ olmak hayatın temel davranışıdır. Öğrenmek, bilmek, idrak etmek, bildiğin doğrular üzere yaşamak Anadolu insanının temel vasıflarındandır.  Toplumun sağlıklı inşası ancak doğru bilmekle mümkündür.

ÖĞRENİCİ olmak hayatın temel davranışıdır.

Öğrenmek, bilmek, idrak etmek, bildiğin doğrular üzere yaşamak Anadolu insanının temel vasıflarındandır. Toplumun sağlıklı inşası ancak doğru bilmekle mümkündür.

Bunun için öğrenici olmalı, hoca olmalı. Yetmez. Mekan da gerekir.

Bizim köyümüz ilim öğrenen öğrenicilerin kaldığı bir yer idi.

Civar köylerden gelen öğrencilerin birkaçı bizim köy odamızda, diğerleri de yine aynı şekilde başka odalarda kalırlardı.

Sözün, sohbetin, muhabbetin demlendiği bu mekanlar aynı zamanda bir barınaktı. Civar köylerden ilme talip olan talebelerin kaldıkları, ders çalıştıkları, yatıp kalktıkları yerlerdendi.

Tüm işlevlerinin yanı sıra bu görevi de bihakkın yerine getirirdi.

Geleceğin uleması olacak olan evinden yuvasından kopup gelen bu gençler burada rahat ederler miydi? Bilmiyorum. Ama burada kaldıkları ve ilim tahsilini sürdürdüklerini biliyorum.

Onların ders çalışma sisteminden kalan hatıraları hep dinledim. Babamdan, amcalarımdan, halalarımdan…

'Nasara, yansiru, nasran' diye anlatırlardı.

Köy odamızda sanırım onlar ders çalıştıkları zaman o sırada hazır bulunanlar biraz buna dikkat eder daha sessiz bir zaman dilimi oluştururlardı. Ders çalışması sonrasındaysa öğrenciler büyüklerin sohbetlerine tanık olur henüz o küçük yaşlarda hayatın önemli konularına dahil olurlardı.

Zira gelecekte bu tarz mekanlarda kendileri başköşede oturacaklardı. Hem de alim sıfatını üzerlerinde taşıyarak.

Köy odasında kalarak tahsillerini sürdüren gençler sadece hocalarının medresede kendilerine öğrettiği, alet, mantık, dil, tefsir, hadis, usul ve lügat gibi ilimlerin yanı sıra akşam kaldıkları köy odasında edep, erkan, hal ilmi öğrenirlerdi.

Bunların birbirinden ayrı düşünülmesi zaten mümkün değildi. Doğru da.

Toplumun temel harcı olurlardı.

Hem ilmi meselelere vakıf bir alim, hem de sosyal konuları okuyabilen bir toplum bilimci…

Bir nevi sosyolojik okumalara, analizlere sahip olarak yetişirlerdi.

Doğumdan ölüme ve sonrasına ait tüm hususlarda etkin bir insan olmaları bu mecralarda görüp algıladıklarını nasıl tahlil ettikleriyle ilgiliydi.

Örneğin yeni doğan bir bebeğe verilecek isim, onun için tertip edilecek merasimler, gençlik demlerinde karşılaşılacak hususlar, ebeveyn ve çocuklar arasında yaşanacak muhtemel çatışmalar, kız isteme ritüelleri, düğünün icrası, nikahın kıyılması, vefat durumlarında yapılacak hizmetler gibi pek çok görev için hazırlanırlardı.

Aile kavgaları, miras konusunda yaşanabilecek problemler, oluşan husumetlerin devam ettirilmemesi, sulhun sağlanması ve sürdürülmesi gibi nice hususlar köy odasında yetişen bu gençlerin omuzuna binecekti.

İşte tüm sebeplerle medresede öğrendikleri ilim, köy odasında şahit oldukları görgüler geleceğin inşasında bir yapı taşı mesabesindeydi.

Henüz küçük iken bunları görür yaşarlardı.

Köy odasında ilim tahsil eden öğrencilere davranış çok önemliydi.

İnsanlar kendi çocuklarına gösterdikleri davranışlardan daha özenli oldukları gözlenirdi.

Anadolu insanı geleceği, gelmiş sayardı.

Onlara çocuk muamelesi etmezdi.

Onlara saygın bir ilim adamı muamelesinde bulunurlardı.

Bu talebelere asla yalın olarak isimleriyle hitap etmezlerdi. Adlarının hemen yanı başına hoca kelimesi ilave edilirdi. Ahmet hoca, Mehmet hoca vs gibi ünlenirlerdi büyükler tarafından.

Bu davranış onlara şimdiden bir şahsiyet kazandırırdı.

İlmin mesuliyetine daha bu yaşlarda hazırlanmaları sağlanırdı. Yaşıtlarından farklı bir konumda olacakları ve cemiyetin onlara yüklediği mana henüz o küçük bedenlere hissettirilirdi.

Bu nedenle bu çocuklar henüz küçük iken olgunlaşmışlardı. Ehl-i kemal idiler. Sorumluluklarının idrakindeydiler.

Köy odasında ilim tahsil eden bu çocuklardan büyükler asla dünyevi bir talepte bulunmazlardı. Kendi çocuklarından istedikleri şunu al, bunu götür, böyle yap gibi emir kipi içeren cümleler kurmazlardı. Bu davranış bile onlardan beklenenin ne olduğunu anlatmaya yetecek bir inceliği barındırıyordu.

Köy odasında öğrenici olan bu gençler belirli aralıklarla kendi köylerine gider iki gün kalır dönerlerdi.

Bu sırada onlara kendilerini motive edecek küçük hediyeler, minik ikramlar yapılmaya çalışılırdı.

Unutulmaması gereken bir gözlemim var. Köy odasının büyüyen bu küçük talebeleri ömürlerinin hiçbir döneminde kalıp barındıkları bu köy odasının sahiplerini unutmazlardı.

Hep hayırla anarlardı.

Mümkün olan her fırsatta ziyaret ederler kendilerine hizmet eden bu aileyi ikinci yuvaları gibi görür buna göre davranırlardı.

İlim hakkı, edep hakkı, hocalık hakkı, emek hakkı, tuz ekmek hakkı gibi değişik tanımlamalarla ifade edebileceğimiz bu yaşanmışlık asla unutulmaz, unutturulmazdı.

Adana'da Kadılık görevini ifa ederken kıtlık nedeniyle oraya giden büyük ninemi görüp aşık olan Kahramanmaraş Elbistan'lı büyük alim dedem Münir Efendiye tek kızları olması nedeniyle uzağa veremeyeceklerini ifade etmeleri üzerine görevini bırakarak bizlerin doğup büyüdüğü Yozgat Sarıkaya Karaelli köyüne gelir.

Evlenir. Medrese açar. Burada ve civar köylerde alimler yetiştirir. Neseben Ehl-i Beytten olan Kadı Münir Efendi ömrü boyunca burada hizmet eder. Ben büyük dedemin yetiştirdiği bu talebelerin torunlarının Münir Efendinin torunu olan dedem Esed'i ziyaret ettiklerini hatırlıyorum.

İlme, alime gösterilen hürmet hiçbir zaman yere düşmedi.

Köy odasında talebe olmak zordu belli ki, ama bugünün öğrencilikleri ve hocalık ilişkileri ile asla ifade edilemeyecek bambaşka bir sosyal ve toplumsal zemine oturuyordu.