Koparılan dil 5

Kendi devletlerini kuran ve kaderlerine damga vuran Mustafa Kemal'in diline yabancı hâle gelen vatandaşlar, millî şâirimiz Mehmed Âkif'i anlıyorlar mı?

Heyhât!..

Bugünkü Türkçe ve edebiyat hocaları arasında "Safahat"ı -bırakın anlamayı- doğru okuyabilecek olanlar yüzde bir bile değildir, iddiâ ediyorum.

(Geçen yıl bir toplantıda Nûreddin Topçu'nun "Türkiye'nin Maarif Dâvâsı" isimli kitabı üzerinde sohbet ediyorduk. Bize kitaptan birkaç sayfa okumasını bir Türkçe hocasından ricâ etmiştik. Ezilip büzülmüş, "Ben okumasam olmaz mı?" diye özür beyân etmiş ve sebebini de açık yüreklilikle söylemişti: "Bu kitaptaki birçok kelimeyi telâffuz edemem..."

Evet, ayniyle vâki...

Hatırlatırım: "Safahat" gibi bir asırlık da değil, "Türkiye'nin Maarif Dâvâsı" yalnızca elli yıllık bir kitap...

Ellerin 300 yaşındaki kitapları hâlâ genç; bizim 50'likler bile ihtiyarladı...

***

Nutuk'un “Türkçeden Türkçeye” mütercimi olur da Safahat'ınki olmaz mı? Hem de üç kişilik bir akademisyen heyeti: Prof. Dr. Ömer Fâruk Huyugüzel, Yrd. Doç. Dr. Rızâ Bağcı, Arş. Gör. Fâzıl Gökçek.

90'larda ZAMAN gazetesinin 2 cild hâlinde bastırıp dağıttığı bu Safahat "Orijinal metin - Sadeleştirilmiş metin - Notlar" kaydıyla sunulmuş.

Nasıl ki Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun Nutuk'unda yarım sayfaya baktıysam bu Safahat'ın da baş kısmındaki iki üç sayfaya göz gezdirmek bana yetti.

Maalesef, Safahat da çarpılmış, çırpılmış ve kırpılmış...

***

Bakın şimdi:

Mehmed Âkif'in dediği: "Ne âşıkaane koşardım hasırlar üstünde!"

Bunların anladığı: "Hasırlar üstünde coşkuyla nasıl da koşardım..."

Buradaki "âşıkaane" kelimesi -bizzat TDK'nın îzâhıyla- "Âşığa yaraşır bir biçimde" demektir. Oysa bu akademisyenler onun yerine uyduruk ve kılkuyruk bir "coşku" koymuşlar.

Bu "coşku" TDK'nın 1940'lardan bugüne "şevk u teheyyüç, heyecan" yerine ikaame ettiği kelimedir. Böyle uydurukluğu bir yana, mânâ yönünden "âşıkaane" kelimesinin dengi olamaz...

***

Mehmed Âkif'in dediği: "Rûh-i itmînân."

Bunların anladığı: "Güvenmenin, huzurun ruhu."

Bu "itmînân" kelimesi Ferit Devellioğlu'nun lügatinde üç, Kubbealtı lügatinde dört farklı mânâ ile îzâh edilmiş:

"1. Emin olma, emniyet.

  1. İç huzûru, gönül rahatlığı, tatmin olmuşluk hâli.
  2. Güvenme, emniyet etme, îtimat.
  3. Kesin olarak bilme, kalben emin olma."

Demek, sâdece "Güvenmenin, huzurun ruhu..."

E, gerisi n'olacak?..

***

Mehmed Âkif'in dediği: "Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey"

Bunların anladığı: "Hükmünün yürüyüşü üstünde hiçbir şey etkili olamaz..."

TDK'nın "Baskı yapmak, zorbalık etmek, hükmetmek" diye târîf ettiği; Kubbealtı lügatininse "Baskı yaparak hükmetme, zorbalıkla hüküm sürme" şeklinde îzâh ettiği "tahakküm etmek" sözüne, Huyugüzel-Bağcı-Gökçek ekibi, uydurukçanın maymuncuklarından "etkili olmak" ile karşılık vermiş...

***

Mehmed Âkif'in dediği: "Yok âdil-i mutlak, diyecek ye's ile vicdan!"

Bunların anladığı: "Mutlak adalet sâhibi yok, diyecek bezginlik içinde vicdan..."

TDK'da "Umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü" diye îzâh edilen; Kubbealtı lügatindeyse "Şiddetli üzüntü, keder - Ümitsizlik" şeklinde târîf edilen "ye's / yeis" kelimesi aynı takım tarafından "bezginlik" olarak anlaşılmış ve anlatılmış. Oysa lügatlere göre bu kelime "Bezgin olma hâli, bıkkınlık, fütur, usanç, yorgunluk" mânâlarına geliyor...

***

Offf!

Ben yine âciz kaldım.

Mehmed Âkif olsaydım derdim ki:

"Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak..."