Din ve davranışlar arasındaki ilişkinin hakkını teslim etmekle birlikte kalıp davranışlar ile din arasındaki mesafenin alabildiğince açık ve ayrık olduğunun da altını çizmek istiyorum.

Din ve davranışlar arasındaki ilişkinin hakkını teslim etmekle birlikte kalıp davranışlar ile din arasındaki mesafenin alabildiğince açık ve ayrık olduğunun da altını çizmek istiyorum. Zira din taklit ve mukallit arasındaki ilişkiyi kendisinin dinamik yapısıyla cebelleşen, çatışan ve en hafif tabiriyle ruküş kaçan boyutunu kendi kitabı içerisinde defalarca açık ve net şekilde deklere etmektedir.

Dünyanın, çok çeşitli iletişim araçları ve aynı zamanda ulaşım araçları dolayısıyla global bir köy haline dönüştüğü, bir ucun diğer ucu aynen ve naklen izlediği, bir ucun diğer uca saklayabileceği, kamuflaja tabi tutabileceği adeta hiçbir şeyinin kalmaması dolayısıyla coğrafya bir kader olmanın çok ötesine düşmüştür.

Herşeyin ve herkesin birbirine bu kadar açık ve alani olduğu yaşanılan bu süreç, coğrafi özellik ve özgülükleride ortadan kaldırmıştır. Hal böyle olunca taklitin içerik, derinlik ve kümülatif kalite bakımından tamamen fukara olduğunu ve dolayısıyla kalıp davranışların tatsızlığını, lezzetsizliğini ve dolayısıyla getiri ve kazanımdan yana tamamen uzaklara düştüğünü de açık etmiştir.

Kimi zaman adet, kimi zaman anene, kimi zaman gelenek ve kimi zaman da görenek olarak karşımıza çıkan davranışsal kalıplar tefekkür, tezekkür, tedebbür ve ya aklın efektif ve rantabl kullanılmadığını göstermekle birlikte İman, eylem ve ibadet bakımından kalite yoksunluğunu da ortaya koymuştur.

Oysa İslam, İnsan ile arasında ki ilişkiyi mutlaka ama mutlaka akıl, düşünce, tez, analiz, sentez ve isyan paradigmaları üzerinden inşa ederken, bu değerlerden yoksun bütüm teslimiyet ve hatta pür dikkat taklidin anlamsızlığına defalarca dikkat çekmekte ve yapılanların herhangi bir değere denk düşmediğinin de altını özenle çizmektedir.

Elbette ki reddedilen şeyin bir muhtevası ve yine kendisini icra eden bir formu da vardır.

Bundan mütevellit bir şeyin reddiyesi ona hakim olmayı gerekli kılmaktadır. Bu hakimiyet dolayısıyla kabül, kendisini anlamlı bir temel üzerinden inşa etmesinin yanı sıra, reddiye de yine kendisini bilgi, birikim ve tecrübe üzerinden konumlandıracaktır.

Özü itibarıyla mat, donuk, renksiz, eylemsiz olan taklit, totem ile kurduğu gizemli ilişki sayesinden kendisine geniş ve makbul (!) bir alan yaratmış ve yarattığı bu alan sayesinde uzunca yıllar ve hatta yüzyıllar boyunca İslam coğrafyasında bile hayatiyet bulmuştur.

Oysa taklidin hayatiyet bulması ve hele hele de yüzyıllar boyunca da etkin olması namümkün olan bu Coğrafya, Kendi mutlak kaynağından uzaklaştığı oranda mit, efsane, uyduruk kahramanlık hikayeleri, totem ve dolayısıyla davranış kalıplarına boyun eğimiş ve dolayısıyla uzunca yıllar ve yüzyıllar boyunca edilgen bir hayatın boyunduruğu altında kalmıştır.

Gelinen nokta da her türlü kültürün, bilginin, sorgu ve sual mekanizmalarının tüm Coğrafyalar da etkinliği, Deizm, Ateizm ve Agnostizm gibi çok çeşitli eğilimlerin revaç bulmasına da zemin hazırlamıştır.

Nesnelerin ve üstelik haylice komik ve bir gram dahi ederi olmayan nesnelerin totemleştirilmesi ya da mitoslara konu edilmiş olması tutkuyu, heyecanı, anlam ve dinamizmi kökünden katlederken; gelinen nokta da bahsini yaptığımız değerlere olan açlık Deizm ve Ateizmin yüksek derece de prim yapıyor olmasının da ana etmeni olarak karşımızda durmaktadır.

Diriliş, varoluş ve Ontolojik gereksinimler aklın, tefekkürün, düşüncenin, kriminal davranışın anlam ve önemini can yakıcı şekilde ortaya koyarken İslam ve İnsanlığın temelini teşkil ettiğinin farkına varan birey ve toplumların geleceğin mimarı olacaklarından yana kimselerin kuşkusu olmadın.

Kabul ve reddedişini kendi kaynağı ve dolayısıyla akıl, bilgi, birikim ve tecrübe ışığında konumlandıranlara Selam olsun...