Aziz dostlar, bugünkü köşe yazımızda  sizlere hem tarih hem de günümüz penceresinden bakarak sesleneceğiz ve yazacağız. Anlayacağınız, bir “tarih ve günümüz bileşkesi” yapacağız.

Aziz dostlar, bugünkü köşe yazımızda sizlere hem tarih hem de günümüz penceresinden bakarak sesleneceğiz ve yazacağız. Anlayacağınız, bir 'tarih ve günümüz bileşkesi' yapacağız. Dünya ve ülkemizde güncel ve popüler bir konu olan 'İstanbul Sözleşmesi Olayı' nı dizi yazı halinde incelemeye ve irdelemeye devem edeceğiz. Bununla ilgi üç yazımız geçen günlerde gazetemizde yayınlanmıştı. Şimdi okuyacağınız bu dizi yazımın IV üncü bölümü olacaktır.

Genel ve Topyekun Bir Yaklaşımla Giriş

Dünya tarihi ve bizim tarihimizde 'Kadın Meseleleri' pek çoktur. Güncelliğimizden olarak bunun bir meselesi 'Kadına şiddet ve bunun önlenmesi' ne indirgendiği için veya gündem konusu yapıldığından bugünlerde hep bunu konuşmakta ve yazmaktayız. Politikacısından yazarına, televizyon yapımcısına kadar, konuşulanlar ve yazılanlara, kara ekrandan gözümüzün içine iğne gibi batırılanlara bakılırsa, kadın, aile, şiddet vb. konularındaki bütün olup bitenler, yaklaşımlar, meseleleri teşhisleri ve çözüm yoları çok yüzeysel, şekli ve sathi, derinliği, kesimlik ve ortak kabulleri olmayan 'günü kurtarmak' kabilinden hal ve hareketlerdir. Hele, 'çirkin' denilen politikacılarımızın büyük öneme sahip yazı başlığı konumuzu 'oya tahvil' için kullanmaları büsbütün faciadır. 'Toplumuzun beyni ve mekanik –sosyal çözüm üretim merkezleri' denilen üniversitelerimiz ise, bu konuda 'kısmen' değil 'tamamen' ölüktür. Yanılmıyorsam, 160 resmi ve özel üniversitemiz vardır. Bunların yarısında, kadın, erkek, çocuk ve aile konusu ana inceleme konularından birisi olan 'Sosyoloji Fakülteleri' veya daha indirgenmiş şekli 'Sosyoloji Bölümleri' vardır. Bunlar ne iş yaparlar? Konularında milletimizin hangi 'sosyal yarası' na merhem olabilmişlerdir? Bence hiç!... Öyleyse bunların 'hikmet –i vücudu' kalmamıştır. Hepsi kapatılmalı, elemanları 'emekliliklerini tamamlamak' için çeşitli kamu kuruluşlarına dağıtılma, teklifimden olarak, 'sosyal meselelerimize gerçekten merhem olabilecek ehliyet ve liyakatte kimselerden ibaret kadrolaşmış' denilen, hem eğitim ve öğretim hem de araştırmalar yapacak bir 'Türk Sosyoloji Akademisi' veya 'Türkiye Sosyoloji Üniversitesi' kurulmalı, böylece milletimiz 80 kalemlik masraftan kurtarılarak 1 kalemlik masrafa indirgenmeli, hazinemize 'tasarruf' sağlanmalıdır.

Görülüyor ki, 'Kadına Şiddetin Önlenmesi Meselesi…..', öyle kola kolay, şekli, yüzeysel, sathi ve derinliği olmayan 'topyekun' luktan uzak yaklaşımlar ve değerlendirmelerle çözümlenemez. Konuyu ta Hz. Adem ve Hz. Havva gülerine kadar indirgemek lazımdır.

Kainatın ve İnsanın Yaratılışı

İnsanlık tarihi boyunca, kainat, dünya ve içindeki insanlar ve diğer canlıların yaratılışı hem 'İlahi Yaratıcı Allah' nın 'büyük aklı' ndan kaynaklanan 'Dinlerin' ve hem de 'Yaratılmış Yaratık İnsan' ın 'küçük aklı' dan olarak 'insan ilimleri' nden 'Felsefelerin' konusu olmuştur.

Bu konuda, 'topyekun' olarak başlıca iki görüşün hakim oluşu ve birbirleriyle hem fikir ve düşünce ve hem de insanların yönetim biçimleri anlayışında sürekli çatışır olmuşlardır. Bunlar şunlardır:

1-Maddeci bakış açısı,

2-Maneviyatçı bakış açısı.

'Avamı' olan bu bakış açıları, biraz da 'havası' veya 'bilimsellik açısı' dan sınıflandıracak, değerlendirecek olunursa:

1-Darvinist (Evrimci), Materyalist ve Pozitivist bakış açısı,

2-Spiritüal, İlahi ve Kutsal bakış açısı.

Maddeci –Materyalist bakış açısına göre, kainat ve dünyadakiler 'İlahi Yaratıcı' yani 'Allah –Tanrı' tarafından yaratılmamışlardır. Biz insanlar olarak, bizim varlığımız, 'Evrimler veya Sürekli Mutasyonlara uğramak' suretiyle ortaya çıkmıştır'. Ve devamla, 'Biz insanların ilk ataları, denizlerdeki balıkladır. Çünkü, hayat önce denizde –suda başlamış olup, balıkların ataları tek hücreli en basit yaratık amiplerdir. Balık karaya çıkmış, maymun olmuş, maymunlar da evrimler veya sürekli mutasyonlarla insan olmak suretiyle, insan nesli türemiştir.' (Bir ara not: Madem ki insan maymunun evrimi sonucu insan olmuştur; bu durumda dünyanın her yerinde insana dönüşmesi soncu, Yerküremiz'de maymun ırkı veya hayvanı hiç kalmayacağından, bugün itibariyle bütün dünya ormanlarında ağaçtan ağaca kuşlar gibi atlayarak yaşamaya devam eden hem de 60 çeşit maymun neyin nesidir' diye sormazlar mı? Evrimleşerek başkalaşma sonucu bunların tümden yok olması gerekmek miydi?' Bana öyle geliyor ki, materyalistlerimiz –evrimcilerimiz ve bizim 'Siyasal ve Sosyal Devrimcilerimiz' dediklerimiz, 'biz maymundan geldik' demekle, hep maymunlarımızın hak ve hukuklarına 'tecavüz' ediyorlar. Bunları, onlardan 'hayvan hakları' ndan olarak 'özür dilemek' e çağırıyoruz. Herhalde dünyada ilk defa bir 'Hayvan, Hayvan Hakları Mahkemesi' kurulacak olunursa, burada ilk yargılanacakların maymunlara sürekli iftira atmakta ünlü 'insan hayvanları' olabileceğini tahmin ediyoruz. Elbette ki, maymunlarımızın da avukatlığını yapacak birileri çıkacaktır!...)

Manevi-İlahi bakış açısına göre ise kainat, dünyamız ve içindeki canlı- cansız bütün yaratıkların varlığı bir, tek, kudreti ve varlığı sonsuz olan Allah tarafından yaratılmışlardır. Zaten bizim Müslümanlar olarak inandığımız kutsal kitabımız ve 'hayatımızın rehberi' Kuran'ı Kerim'in birçok ayetinde bu yaratılışlar, 'Uzay ve Yaratılış Ayetlerinden' den olarak uzun uzun anlatılır. Topyekun yaratılışın bir değerlendirilmesi olarak bu ayetler mecmuundan çıkan özet şudur: 'Bir zamanlar her yer bir toz bulutu gibi idi. Biz (Allah) bunları yoğunlaştırarak gezegenlerin doğması ve her gezegene de bir yörünge tayini ile bunların birbirlerine dokunmadan uzayda yüzmelerini sağladık. Dünyayı da meleklerden sonra yaratacağımız İnsanlar için bir uğrak ve döşek yeri olarak hazırladık ve donattık. Adem ve Havva çifti olarak yarattığımız insan unsurunu, önce cennetimize koyduk. Kedilerine yasakladığımız yiyecekleri Şeytana uyarak yemeleri üzerine onları, 'Birbirinize düşman olarak inin oraya' diyerek dünyaya gönderdik. Dünya, sizin benim (Allah'ın) emir ve yazlarıma uymanızın 'imtihan salonu' olacaktır. Öldükten sonra, yeniden diriltilecekseniz ve dünyada yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İçlerinde ebedi kalmak üzere (Allah'ı inkar etmeyip de günahları az olan Müslümanlar cezalarını çektikten sonra Cennete döneceklerdir) sevap işleyenleriniz yemyeşil, içi ırmaklarla, huri kızları ile dolu Cennete, beni (Allah) inkar edenler ve günah işleyenler ise, kıpkırmızı ateşten ibaret Cehenneme gideceklerdir.'

Kadına Şiddet veya Aile İçi-Dışı Kavgaların İnsanlık Tarihi Kadar Eski Oluşu

Yaratılışı, biz Müslümanların bakış acısına, yani maddeci ve mekanik olmayan 'Manevi –İlahi Bakış Açısı' na göre değerlendirirsek, Hz. Adem ve 'İnsan nesli devam etsin' gerekçesiyle yine ilahi olarak ondan biraz farklı yaratılan eşi Hz. Havva, bütün insanların ilk baba ve anneleri, yani anlayacağınız 'ilk ataları' dır. Daha sonra çoğalmışlar, çoğaldıkça kendileri için döşek ve geçim yeri olarak dünyanın dört bir tarafına yayılarak, farklı iklim ve coğrafya özelliklerine göre kimi beyaz, kimi siyan, kimi sarı tenli, ufak veya iri boylu insanlar olmuşlardır. Bu da yine Büyük Yaratıcı'nın 'hikmetleri' nden olmuş, bunun için de Kur'an-ı Kerim de 'Biz sizi, birbirlerinizi tanıyasınız diye çeşit çeşit renklerde yarattık' denilmiş, bunlar Allah'ın 'iklim çeşitliliği' nin birer göstergesi olmuştur.

Konumuz aile içi ve dışı şiddet olduğu için, bunun varlığına 'ilk defa' dan olarak, insanlığın 'ilk aile birimi' denilen Hz. Adem ailesi içinde görülmüştür. Bunun nasıl olduğunu, 'İlahiyatçı Danışmanlarım' dan Ethem Hoca Efendi ve Zehra Hanımefendiye sordum. Hz. Adem - Hz. Havva çiftinin oğullarından olarak Kabil ve Habil isimli iki oğulları varmış. Bir kız kardeşleri ile evlilikleri (bu sırada dünyada tek bir aile ocağı bulunduğu için Allah tarafından kardeşlerin birbirleriyle evlenmeleri helal kılınmıştı) sebebiyle aralarında kıskançlık ve rekabet yol açmış ve en sonunda bu 'şiddet' e dönüşerek 'ölüm' le sonuçlanmış, v Kabil Habil'i öldürerek kıza bir çeşit' aile içi şiddet' sonucu sahip olmuş. İnsanlık tarihinde 'ilk katillik ve ölüm olayı' da kendisini bu olay sebebiyle göstermiş. Yani anlayacağınız bir çeşit 'cinsellik' nden kaynaklanmış.

Hz. Adem'den günümüze, aile içi ve dışı şiddetin ve özellikle de 'Kadınlara şiddet' in her toplum birimine göre tezahürleri başka başka olmuştur. Buna bir örnek hatırlatmasından olarak bu yazı dizimin ilk bölümünde Ortaçağ Avrupası'nın 'Kadına Şiddet Tarihinden' kısaca bahsetmiş, Kıta Avrupası' da bu cümleden olarak 'kadınların insan sayılıp sayılmayacakları' tartışmalarının bile yapıldığı üzerinde durmuştuk. 'Kadına Şiddet' veya 'Aile içi ve dışı şiddet' in en az veya hiç yaşanmadığı toplum birimi 'İslam toplumu ve toplumları' olmuştur. Bunun sırları nelerdir? Aşağıda açıklanmıştır.

Çözüm veya Erkek= Kadın Fiziksel Formülü Yerine E2 K= H2 O Kimyasal Formülü

Uzay'dan baktığımızda Yerküre' miz, cansız ve canlı, yaratılış özellikleri birbirinden çok farkı, birbirlerine hiç benzemeyen veya çok az benzeyen yaratık cins ve çeşitleri ile doludur. Bunları, 'insanın tabiat ilimleri' den olarak fizik ve kimya temel ilimleri inceler. Yaratıkların, özellikle 'maddesel cisimlerin' in hal ve hareketlerini inceleyen ilim dalına 'Fizik', cevherleri ve özlerini (element ve moleküler yapılanmalarını) inceleyen ilim dalına ise 'Kimya' denilir.

'Yaratıklardan birbirilerine az-çok benzeyenler vardır' demiştik. Buna en güzel ve kalıcı örnek aynı cinsten olan yaratıkların erkek ve dişilerinin birbirlerine benzemeleridir. En basitinden bir örnek insan unsuru olmasıdır. Allah, 'insan cinsinin devamı' kanunundan olarak insanları erkek ve dişiden yaratmıştır. Bu olamasa idi, insan nesli ve tarihi olmazdı. Allah bu iki 'uyumlu çifti' yaratırken, 'Erkek' i 'insanoğlunun tohumu', 'Kadın' ı ise 'tarlası' olarak yaratmıştır. 'Tohum' ve 'tarla' deyip de hemen küplere binmeyelim ve bana "kadınlara hakaret edildi' ye yönelik 'absürt' mahkeme davaları açmayalım, tazminat istemeyelim. Hakkımda davalar açılırsa, '42 milyonluk' kadınlarımıza tazminat verecek param yoktur. Dünya Bankası ve IMF'den de isteyemem. Hapis yatar, cezamı ölene kadar burada çekerim. Tabutum hastaneden çıkar gider. Biraz sakin olalım. Tarlaya attığımız, ektiğimiz buğday onun tohumu ve ondan yiyip beslenmemiz için 'bire yedi yüz' veren özne de onun 'tarlası' değil midir? Konuyu en basit mantık açısından olarak böyle değerlendirelim.

'Erkek' ve 'Dişilik' dedik. Ortada farklı 'ikilem' olduğu için, demek ki bunlar arasında da 'yaratılış', 'fıtri veya doğal yapılanma' olarak farklılıklar ve fonksiyonları da mutlaka olacaktır. Bunu tahlil veya 'uydurukça Türkçe' ile 'irdelemek' e tabi tutacak olursak, fiziksel yaklaşımdan olarak Erkek- E =Kadın- K formülü yanlış olup, doğru olan E2 K= H2 O kimyasal formülüdür. H2 O, öğrenim görmüş herkesin kimya derslerinden öğrendiğini göre, ölmemek için içtiğimiz, yıkandığımız, yemek pişirdiğimiz, tarlalarımızı – bahçelerimizi suladığımız ve içinde cıbıldak cıbıldak yüzdüğümüz denizlerdeki 'Su' dur.

H2 O'yu irdelersek karşımıza, 2 molekül Hidrojen elementi ve 1 molekül Oksijen elementi çıkar. Bunları haspel kader görürseniz, (bunların ayrışımı, 'suyun diyalizi' den olarak gerçekleştirilir) sakının ha, elimizde kibrit veya çakmak varsa yakmayınız! Aksi takdirde sizi yakarlar, yok ederler. Çünkü bunlar tek başlarına birer yanıcı gazlardır. Uyumlu birleşirlerse 'Su' olurlar ve bu özellikleriyle de yanan her şeyi söndürerek de insanla faydalı olurlar. Anlayacağınız, kimya ilmi içinde bir şube 'Su İlmi' nden olarak 'Uyumlu Su Yapılanması' nda Hidrojen 1 molekül olarak Oksijen' den yapısal hacım olarak üstünlük göstermektedir. Anlayacağınız, iki 'kimyasal cinsellik' in bileşkesinden Su (Su=H2 O) meydana gelmiş olup, bu formülde, Hidrojen'in 1 molekül olarak üstünlüğü sırıtmaktadır. Ona göre Oksijen, 1 molekül ondan aşağıdadır. Yani, fıtrattan veya doğallıktan olarak Su = H2 0 kimyasal formülüyle yaratılmışlar ve Yerküremiz' in her tarafına salıverilmişlerdir. Eğer böyle yaratılmasalardı ne olurdu? Diyeceksiniz. Şu olurdu: Su yaratığı olmazdı. Mesela, Oksijen Hidrojen' e 'Sen yanıma 2 molekül, ben ise 1 molekül olarak geldim, bu eşitsizliği kabul etmek istemiyorum, bu benzerliği adaletli olarak eşit paylaşalım' derse ve bu minval üzere anlaşırlarsa, H2 O2 formülü yapılanması ortaya çıkacağından bu 'SU' olmaz, bambaşka bir şey olur, belki de 'ATEŞ' olur dünyamızı bütünüyle yakar veya 'ASİT' olur dokunduğu her şeyi kavurur, en sonunda kendisi de yok olarak Yerküremiz'i Ay veya Mars'ın yüzeyine çevirirdi.

H2 O= Su 'uyumlu kimyasal formülü' den hareketle E2 K=Aile 'uyumlu ailesel formolü' ne geleceğiz. H2 O kimyasalındaki 2 molekül Hidrojen'i (H2) E2 K ailesel formülündeki 2 molekül Erkek'e (E2) benzetebiliriz. Yani E2 = H2. Bu durumda 'Oksijen = Kadın veya O= K demektir. Su'da, Hidrojen eşi Oksijen'e nazaran iki kat fazla olduğu için ona karşı bir 'üstünlük ve hakimiyet kurma, onu ezme, aile içi ve dışı şiddete tabi tutmak' gibi bir lüks ve geleneğe sahip değildir. Aileden Oksijen de eşi Hidrojen' den bir gömlek eksik olduğu için onun karşısında 'aşağılık duygusu, eşitsizlik anlayışı ile darp ve şiddet' e başvurmaz. Herkes uyumlu olarak statülerini kabullenmiş oldukları halde huzur ve barış içinde yaşarlar. Uzatmayalım, E2 K aile formülünde de durum tıpa tıp Su aynısıdır. Aralarındaki hacım farklılıklarına rağmen, bu uyumlu iki düzen 'Su' ve 'Aile' düzenleri kıyamete kadar böyle devam edecektir. Çünkü fıtrat ve doğallıkları, her ikisinin de yaratıcısı Allah tarafından tayin edilmiş ve elimizde olamayan 'KADER' e böyle tecelli etmiştir. Bunlara isyan, başta Allah olmak üzere, fıtrat ve doğallığına karşı çıkmak dolayısıyla da insanın kendi kendisine isyan etmesi demektir. Kendi kendisine isyan edenlere, literatürde 'Deli' derler. Zaten günümüz 2021 yılı itibariyle Uzay'dan bakıldığında Yerküremiz' deki insanoğlu büyük ölçüde 'Delirdiği' için Kadın, Çocuk ve Erkeğe yönelik iyece artan aile içi ve dışında şiddetin ana sebebi bu olmuştur.

İşin gerçeği budur. Yoksa, 'Yok efendim, İstanbul Sözleşmesi'nin iptali Meclis'ten geçmeliymiş, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile olmazmış, çünkü temel insan hak ve hürriyetlerini (Eşcinsellik ve Cinsiyet Değiştirmek' i kabullenmek ve serbest bırakmak nasıl bir 'insan hakları' ise? Oldu olacak, 'Benin paşa gönlüm böyle istiyor' diyenler için 'Katillikler' de insan hak ve hürriyetlerinin kullanılması ve korunması şıkkına sokularak serbest bırakılmalıdır) içeriyormuş, bunları Meclis'ten geçirmek zorunlu ve Anayasa'nın amir hükümleri böyle imiş, Sözleşme'yi iptal etmek 'Tarikatları memnunu etmek' veya 'Şeriat ve İrtica –Gericilik 'e geçit vermek ve yol açmak faşizmi' imiş, miş, miş!...' 'deli saçması' benzeri çıkışlar, bir zamanlar rahmetli Necmettin Erbakan'ın sık sık kullandığı tabirden olarak 'fosa, fiso' dur.

Erkek ve Kadının Farklılıkları ve Aile Fonksiyonları

Erkek ve Kadın'ın birbirleriyle hem cinsellik yapılanmasına yönelik olarak 'biyolojik' yönden hem de sosyal yapılanmadan olarak 'psikolojik eşitlikler' inin olmayacağını yukarıdaki basit formüllerle de gördük. İş buraya gelmişken 'Adalet' ve 'Eşitlik' kavramı üzerinde de az çok durmamız gerekiyor. Dünyada ve bizde çoğu kez Adalet ve Eşitlik denilince, bunların tıpa tıp birbirlerinin aynısı olduğu algılanır hep!... Bu, temelde doğru değildir. Nihayetinde ayrı ayrı kavramlardır. 'Adalet olgusu' kavramsal yapılanma olarak her alanda az çok 'genel kabul' görecek bir kavramdır ve bu açıdan 'Eşitlik olgusu' kavramının kapsamı daha dardır. Genelde 'özneler' i değil 'nesneler 'i sınırlı olarak ihtiva eder. Ördek = Yılan denilemez. Yaradılış özellikleri sebebiyle aynı cinsten olanlar arasında da eşitlik yoktur. Bu değerlendirmeden hareketle Erkek Kaz = Dişi Kaz demek nasıl yanlışsa 'Erkek= Kadın demek de yanlıştır. Ama bu insan 'ikilem'i arasında adalet duyguları ve yapılanması genelde kabul gören bir görüştür, 'Adalet kavramı' yönüyle bu ikili arasında pek fazla ayırım yapılamaz.

'İkilem' li cinslerin 'biyolojik' ve 'psikolojik' farklılıklarını zaten herkes az çok biliyor. Bu, tarih boyunca her yerde 'genel kabul' gören bir durumdur. Bu fonksiyonlarının 'korunması ve vazgeçilmezliği' ne yönelik olarak hem de 'İstanbul Sözleşmesinin Derin Tahlili' ne bir diğer katkıda bulunmak için bu iki faklı yön üzerinde kısaca duracağız.

Allah, daha Cennet'te iken, 'İnsan' ı 'çoğalsınlar' gerekçesi ile bir erkek ve bir de dişiden yaratmış ve Cennet'ten bu halleriyle çıkararak Dünya'ya 'geçici bir süre' kaydıyla indirmiş, salıvermiştir.

İnsan cinsinden olarak, kadın ve erkeğin aile hayatında ayrı ayrı ana fonksiyonları veya işlevleri vardır. Bunlar şunlardı:

1-Kadının fonksiyonları: Bu fonksiyon, ana işlev olarak 'çocuk yapmak', buna bağlı olarak tali işlevleri ise, çocuğu doğurduktan sonra, besleyip büyütmek, ona 'ilk başöğretmen' i olarak toplumunun 'mili kimliği' nden olarak dili, dini, örf ve adetlerini öğreterek, 'yuvasından yeni uçan leylek yavrusu ' benzeri topluma salıvermektir.

Kadının erkeğine bakmak, onun tabii ve sosyal ihtiyaçlarını gidermek, yemek yapmak, ev temizliği ve düzeni ile uğraşmak vb. tali işlevlerindendir. Yani anlayacağınız, bizim bir atasözümüzde iyice ifade edildiği halde 'Yuvayı dişi kuş yapar ve devam ettirir'.

Kadının bu ana-tali fonksiyonları dışında bir de 'çalışma hayatı' düzeni vardır ki, o da, evin dışında, erkeğinin işlerine ona elinden geldiği ve gücünün yettiği kadar yardım etmektir. Özellikle tarım toplumlarında kadınlar neredeyse erkelerle eşitlik derecesinde çalışarak üretime büyük katkıda bulunurlar. Bu uğurda çocuklardan da 'iş gücü' olarak faydalanılır.

Kadının aile dışı aktivitesine gelince: Bizim toplumumuzun geleneğinde kadının istihdam (işe yerleştirme) yönünden statüsü genelde 'ev kadını' olmaktır. Zaten, 'Kadınların işleri evlerinde başlarından aşkın' denilerek ve özellikle de 'çocuklarını bakımı ve büyütülmesi' ne yönelik olarak, bunları düzenli ve problemsiz yürütebilmek için geleneğimizden olarak kadınların ev dışında çalıştırılması düşüncesi bizde pek hakim bir düşünce değildir. Zaten zengin ve daha muhafazakar ailelerde bu gelenek tamdır. Fakat, modern toplum yapılandırılmasından olarak şehirleşme ve sanayileşmenin getirdiği 'kapalı toplum' ve 'kapalı aile' geleneksel statülerinin kırılması sonucu, ailevi masraflar da artamaya başladığından, 'erkeğin yetersiz kaldığı yerde ailenin bütçesine kadının da ev dışında çalışarak katkısı' geleneği yeni bir gelenek olarak bizde son yüzyılda ortaya çıkmaya başlamıştır. Buna rağmen, bugün bile son istatistiklere göre erkeklerin çalışma hayatındaki %92'lik oranı ile eski geleneğimiz varlığını sürdürmeye devam etmektedir. 'Çalışan kadınlar' denilenlerin oranı % 7'dir.

'Kadını güçlendirmek ve bu yola ona yönelik 'Erkek şiddet' ni ortadan kaldırmak için bütün kadınlarımız çalışır hale getirilmeli ve erkeğinin karşısına büyük bir ekonomik güç olarak çıkarılmak suretiyle, onların tahakkümünü ortadan kaldıracak yapılandırmalara gidilmelidir' görüşü de İstanbul Sözleşmesi'nin bir hedef ve amaç versiyonlarından olarak, 'yüzde yüz kabul görmeyecek' bir konu olup, 'tartışmalı' dır. Tarafları 'at yarışına sokmak' benzeri bir yarışa sokmak, yanlış ve yarışa girenleri 'takatten düşürücü' bir eylem biçimi olsa gerektir. Aile içinde erkeğin ana fonksiyonu 'evinin rızkını sağlamak' olduğundan, kadınını onunla bu uğurda yarışa sokmak, onu giderek 'takatsizleştirmek ve ana fonksiyonu çocuk ve ev işlerini layıkıyla yapamaz hale getirmek' ten olarak 'sendromlu yapılanmalar' doğurur ki, ailenin saadeti ve devamlılığı için bu kabul edilemez. 'Aile içi ve dışında Kadını Erkeğinin şiddetinden korumak için Kadının Erkeğinden ekonomik ve parasal yönden daha güçlü veya hiç olmazsa eşit hale getirmek gerekir' demenin bir diğer anlamı da, belki de E2 K 'ailesel formolü' nü bozmaya da yorumlanabileceğinden, bu bozulma, aile ve topluma huzur getirmekten ziyade huzursuzluk getirebilir. Zaten adı geçen formülde hem erkek hem de kadın fıtratlarından gelen 'asil ve uyumlu unsurları' dırlar; bunlarda yaşanacak bir 'sapma' veya 'isyan' hali girişimleri hayra alamet olarak görülmeyebilir.

Kadını çalışma hayatında erkeği ile gereksiz yere 'rekabete sokmak' yerine, işin normali tercih edilmelidir. Zaten toplum istemese de, modernleşme yapılanmalarının toplum hayatında, kadının gerek resmi devlet daireleri ve gerekse özel sektörde kendi güçleri ve yeteneklerine göre çalışarak hem topluma faydalı olmak ve hem eşinin gelirinin 'yetersiz' kaldığı zamanlarda 'ev bütçesi' ne katkıda bulunmak aktivitesinden 'tali' aktivite sayılabilecek mesleklere yerleştirilmesi revacı günümüzde kendisini iyice göstermeye başlamıştır. Öğretmenlik, hemşirelik, hasta bakıcılık, tekstil işçiliği vb. yanında tercih ederlerse daha üst düzey mesleklerden doktorluk, ekonomistlik, kaldırabilecekleri mühendislik dalları vb. görevlere de talip olabilirler. Demiryolu ray döşemeciliği, yeraltında 10 bin metreden kömür çıkartmak, metalürji fabrikalarında (demirin kömürle eritilmesi) vb. çalışma durumları, erkeğe göre vücut yapılarının fıtraten 'narinliği, güzelliği ve zayıflığı' sebebiyle buralarda çalıştırılamazlar. Erkekler tarafından çalıştırılmak istenilirlerse bile, 'fıtratları ve doğal yapı ayrıcalıkları' sebebiyle onlar bunlara zaten talip olmazlar.

Kadının fıtrat yapılanması ve doğasında zaten, 'kendisini erkeğine beğendirmek' için denilerek erkeğe nazaran 'özel bir güzellik' hali vardır. Vücut yapısı çekicidir. Saçları gür ve uzundur. Sakalı yoktur. Kolları, elleri daha narin yapılı, gözleri erkeklerin gözlerine göre daha güzeldir. Bu fıtri ve tabii yapılanmaları icabı, bu güzelliklerini 'sun'i yapılanmalar' a feda etmeleri toplumda pek uygun karşılanmaz. Doğal güzellik esastır. Evli kadınlar, milletimizin aile ve kadın geleneğinde güzelliklerini 'daha da çekicilik ve sevgi kazanmak' alametlerinden olarak evli oldukları erkeklerine evlerinde sergilerler. Evli kadınlar, ev dışında toplum huzuruna 'yapay, sun'i' değil, 'tabii güzellikleri' ile çıkarlar. Bu da aile geleneklerimizdendir. Güzel vücutlarını toplumda, bazı iç ve dış 'algı operasyonlu' aykırı güçlere 'cinsel meta' aracı ve 'cinsel istismar' unsuru olarak kullandırtmazlar. Bizde, Kadın – Erkek bileşkesi 'ARAÇ' değil, 'AMAÇ' tır. Bu da kadınlık ve erkeklik fıtratlarının harfiyen yerine getirilmesi demektir. Aksi takdirde aile hayatı ve toplumda 'buhran halleri ve huzursuzluklar' kendisini gösterir. İşte konumuz olan 'aile içi ve dışı şiddet' in en önemli sebeplerinden birisi de, Allah'ın yaratırken her iki çifte vermiş olduğu fıtrat ve doğallıkların kaybedilmesinden veya 'cinsel organlar' ın yanında, 'vücudun artık bir işe yaramaz, pis ve kötü atıklarını boşaltım organı popo' nun 'müspet ve tabii' olmayan işlevler dışında kullanılmasından ileri gelir.

2-Erkeğin işlevleri: Evli erkeğin ana işlevi, evli olduğu kadının ve ondan olan çocukların rızıklarını temin ve her türlü ihtiyaçlarını görmektir. Bu sebebiyle erkek genelde hep ev dışındadır. 'Dış işleri' sebebiyle evini, benzetmede hata olmasın bir çeşit 'otel' gibi kullanır.

Erkeğin vücudu, fıtratı ve doğası icabı rızık temininde kadının vücuduna göre daha güçlü, kemik ve kas yapıları daha sağlam ve dinamiktir, Soğuğa ve sıcağa daha dayanıklıdır. Fıtraten ve doğal olarak böyle yaratılmıştır.

Kadın –Erkek çiftlerinde fıtrat ve doğasına en çok isyankar olanlar kadınlardan ziyade erkeklerdir. Genelde Eşcinseller (LGBTİ + olanlar), yaratılmış fıtri ve doğal olan 'ezelden iradeleri dışında takdir edilmiş' var olan cinsel kimliklerini beğenmeyerek bunu değiştirmek cihetine gidenler neredeyse hep erkeklerdir. Cinsel organlar yapılanmaları da buna az çok uygundur.

Erkekte, 'çocukların poposu' dediğimiz 'vücudun istenilmeyen katı artıklarını boşaltım organı', fıtraten ve doğal olarak bu 'AMAÇ' la yaratıldığı için, bu amacın dışına çıkılarak normalde bir 'cinsel meta' 'ARAÇ' ı olarak kullanılamaz. Kullanılması halinde, kişi, aile ve toplum yapılanmasında buhran ve huzursuzluk halleri doğurur ki, 'aile içi ve dışı şiddet' in ana sebeplerinden birisi de işte budur. Bu normal olmayan eyleme İstanbul Sözleşmesi ile, 'toplumsal cinsiyet', 'cinsiyet tercihi' ve 'cinsiyet kimliği' ifadeleriyle 'işlerlik ve genel kabul' oluşturmak doğru değildir. Sözleşmeler ve kanunlar, haksızlıklar ve hukuksuzlukların, fıtratlara isyanın aleti, aracı olarak kullanılamaz. 'Sapma' göstermiş, 'üç –beş kişiyi tatmin edeceğim' diye milyonlarca, milyarlarca insanın 'his ve heyecanlar' ı ve 'ortak kabulleri' ile oynanamaz. Sözleşmeler, yönetmelikler ve kanunlar 'azınlıklar' ın değil, 'çoğunluk' ların 'hak ve menfaatlerini korumak' için yapılır. Boşaltım organı poposunu 'cinsel zevki ve iştahı' için kullandırmak ve kendisi de başkalarının bu organlarını kullanmak istiyorsa, gitsin 'gizli' bir yerde kullandırsın veya kendisi de bir başkasını böyle kullansın. Bunu, 'ONURSAL BİR EYLEM' 'saçmalığı' olarak topluma açık açık taşımanın kimseye faydası yoktur. Kendisi bununla mutlu olabiliyorsa olsun (olmasa iyi olur) ve fıtrata isyan bunu, topluma yaygınlaştırmasın ve bütün toplumu kendisine benzetmeye çalışmasın. Zaten bizde ve bütün dünyada 'cinsel işlevler', 'aile mahremiyeti gelenekleri' den olarak 'gizli' yapılır. Toplum içinde aleniyet kazanmaz.

Tekrar edelim, 'Eşcinsellik' in 'ONURSALLIK' ı olmaz. Üstelik de 'cinsellik aracı' olarak kullanılan popo için 'vücudun en pis ve pis kokulu organıdır' denilir. Normal bir insan, midesi alarak, kaldırarak buna 'cinsel araç' olarak kendisini kaptırmaz; bu, 'toplumsal huzursuzluklar' ve 'toplumsal helakler, yok oluşlar' ı da beraberinde getirir. Buna tarihten bir örnek, 'Peygamber Hz. Lut Kavmi Sendromu' nu doğurur. Zaten adı geçen Peygamber, Allah tarafından 'temel işlevi' olarak, kavminin eşcinsellik sendromunu gidermek, ortadan kaldırmak için gönderilmiştir ama, Peygamber bile bir peygamber olarak bunu başaramadığı için, kendilerine yapmamaları tebliğinde bulunduğu Somon ve Gomora şehirleri, 'Allah'ın onlara bir cezası' olarak yerin dibine batırılmışlardır. Bu batık şehirler, bugün itibariyle İsrail'in sınırları içindedirler. Hatta, adı geçen iki şehrin 'çok derince' denilerek' yere batırılması sonucu 'dünyanın en derin gölü' denilen yerden yaklaşık 200- 300 metre derinliğindeki 'Lut Gölü' nün olduğuna yönelik spekülasyonlar bile vardır. Her halde gölün 'Lut' ismini alması tesadüfün bir eseri olmasa, bunun bir sonucu olsa gerektir. Somon ve Gomora şehirlerinin 'batık' oluşunu izafeten bu ismi almış olabilir.

Adı geçen iki şehrin 'yerin dibine batırılması' olayı, Tevrat ta ve Kur'an-ı Kerim'de açık açık ve teferruatlı olarak anlatılı. Hz. Lut, kavmini 'Escinsellik' ten vazgeçiremediği için çok mahzun ve üzgündür. Allah tarafından bir melek ona elçi olarak gönderilir. Melek, Hz. Lut'un huzuruna gelerek, 'Ya Lut!... Bu şehirleri derhal ve hemen terk et' der ve ortadan kaybolur. Peygamber, kendisine inanan ve sözlerini tutan çok küçük bir azınlığı yanına alarak, herkesin derin bir uykuda olduğu geçe yasını geçkin bir sırada şehirleri sessizce terk eder. Ardından, sabaha doğru yeri göğü inleten, büyük bir ses ve gülütü olarak zelzele (deprem) ortaya çıkar. Hz. Lut, çok uzaklaşmıştır ama, ardına bakar ve irkilir. Atom bombası gibi çok şiddetli bir sesin ardından göğe kilometrelerce yüksek büyük bir toz bulutu yükselir. Sesler kesilip, toz bulutu dağıldıktan sonra, geri döner ve olup bitenlere bakar: Çok büyük bir çukur açılmış, kavminin iki şehir halkı yerin dibine batmış, tarihten ve Yerküremiz'den silinmiştir. 'Eşcinseller' üzerinden 'Allah'ın azabı' böyle tecelli etmiş, açılan büyük ve devasa çukur, yer altı sularına kadar uzandığı için, 'göl' halini almış, o günden bugüne 'Lut gölü' için toprak yüzeyinden itibaren 'Dünyanın en derin gölü' denilmiştir. Üstelik de ona bir ırmak veya dere akmadığı halde, yer altı suyu görünümü ile göl özelliği ortaya çıkmıştır. İşte tarihte, 'Somoro ve Gomora İlahi Azabı' böyle yaşanmıştır.

Erkekler erkeklik organlarını 'popo cinselliği' olarak kullanamayacakları gibi, bunları 'yontturarak' kadın olmak kaderlerine de sahip değildirler. Çünkü 'tayin edilmiş' kader denilen buna da isyan edilemez ve 'ben tayin edilmiş kaderimi değiştireceğim' şansı da yoktur. Atalarımız, 'kaderle oynanmaz. Kadere küsülmez' demişlerdir. Bu aynı zamanda 'külli irade' nin bir tezahürüdür. İnsana verilen 'cüzi irade' kaderin şekillenmesinde rol oynasa bile, bu tam anlamıyla bir rol sayılmaz.

Dinimiz İslamiyet'te, 'İnsanın yaratılmış fıtratından ve kaderinden bir sapma' olarak değerlendirildiği için 'Eşcinsellik' yanında, 'Cinsiyet Değiştirmek' e yönelik olarak erkeğin kadına, kadının ise erkeğe benzemesi yasaktır, yoktur. İslam tarihinden olarak buna göze çarpan en dikkate değer örnek, 'Müslüman Erkek Muhannes Olayı' dır. Sürekli, kadınlara benzemeye ve onlar gibi yaşamaya çalışmıştır. Peygamberimiz, bunları yapmaması için onu devamlı uyardığı halde, bir türlü yola gelmediği için en sonunda O'nun tarafından 'darp' ve 'şiddet' e başvurmaksızın 'Buralardan git, gözüme görünme' cezası vermiştir, O da o zamanda bulunduğu Medine'yi terk ederek bir daha gelmemiştir.

Gerek 'Eşcinsellik' gerekse 'Erkeğin Kadına Benzemesi Sendromu' na ne Müslümanlık' ta ne Musevilik' de ve ne de Hristiyanlık' ta cevaz vardır. Kur'an, Tevrat ve İncil'de bunlar yasaklanmıştır. Musevi İsrail'de aile veya kadın-erkek ilişkileri kanunlarında da bunlar yasaklanmış, günümüzün Vatikan'ından oturan Papa da, İstanbul Sözleşmesi'ndeki 'Eşcinsellik' ve 'Cinsiyet Kimlik Tercihi' ihsas ve imalarını gerekçe göstererek 'Vatikan Devleti' olarak adı geçen sözleşmeyi imzalamamıştır. Aynı tavrı Rusya Ortodoks Patrikhanesi Patriği de de göstererek, Devlet Başkanı Vladimir Putin'e imzalanmaması için telkinde bulunmuş, O da bunu imzalamaktan imtina etmiştir.

İnsanın 'Fıtrat' ı veya 'Doğası' na İsyan Edilemez

'İstanbul Sözleşmesi' nde 'direkt olarak' değil de 'satır aralarında ima ve ihsas' lı olarak:

1-İnsanın, 'Eşcinsellik- Erkeğin Erkekle , Kadının Kadınla Cinsel İlişkilerinin Olması -LBGTI + tercihi ile yeni bir 'Cinsiyet Kimliği' kazanılması,

2-Erkeğin erkeklik organları ve kadının kadınlık organlarını 'kendi özgür iradi tercihi' isteğiyle denilerek değiştirilmesi sonucu yeni bir 'Cinsiyet Kimliği' kazanması.

3-Herkese, bir diğer 'Cinsel Yaşama Tercihi Tekniği' nden olarak 'hür ve serbest olma hakkının tanınması' denilerek, yasal olan 'NİKAHLI YAŞAMAK' geleneğini terk ile 'NİKAHSIZ YAŞAMAK' arzusundan olarak 'BİRLİKTE YAŞAMAK' halinin getirilmek ve yaygınlaştırılmak istenilmesinin ima ve ihsası.

Adı geçen Sözleşme'nin, iptali veya iptal edilmemesi konularında, bunları savunanlar arasında asıl fırtınayı koparak, işte bunlar cinsel kimlik tercihinin veya cinsiyet tercihinin, 'TOPLUMSAL CİNSİYET', 'CİNSİYET TERCİHİ ', 'CİNSİYET KİMLİĞİ' ifadelerinin Sözleşme' de geçen bu halleri ile, adı geçen üç halin varlığına ihsas ve imada bulunulmasından ileri gelmekte ve neredeyse olup biten bütün kavgaların Sözleşme etrafında ana savaş unsurunu bu teşkil etmektedir. Bu yapılanma, Sözleşme konusunda toplumuzu 'çat, pat' diye ortasından tam ikiye bölmüştür. Bu alanda ülkemizde sanki 'İKİ CEHPELİ BİR CİNSEL İÇ SAVAŞ' başlamıştır. Daha uzun yıllar devam edeceğe benzeyen bu savaşın iki cephesini meydana getiren doktriner ve ideolojik argümanlar, biraz da içlerine kendi yorumlarımız ve değerlendirmelerimizi kattığımız halde şöyledir:

1-Kainat ve Hayatı genelde maddeci-materyalist olarak izah eden, fikriyat ve yaşamına bu yönde yön veren kesim: Bunların alt versiyonları şunlardır:

a- Atatürk'ü 'haksız' olarak 'Atatürkçülük' doktrin ve ideolojisi kalıbına sokarak, 'Atatürkçülük şemsiyesi' altına sığınanlar. Yani anlayacağınız, 'ATATÜRKLE ALDATMAK' la geçinenler.

Bunların görüşlerinden olarak basında yer alan bir kısım köşe yazısı ve haber örnekleri şöyledir: : 'Artık kadın dövmek serbest' (21 Mart 2021) Kısa açıklama: Bu nasıl bir yazardır ki, olup bitenlerin 'zır cahili' olduğu anlaşılıyor. İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011'de dünyada ilk defa Türkiye'de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından imzalanıyor, onaylanması isteğiyle 11 Kasım 2011'de Başbakan Erdoğan tarafından TBMM'ne gönderiliyor, 24 Kısım 2011'de TBMM'de onaylanıyor ve ardından adı geçen sözleştirmeyi kanunlaştırmaktan olarak, onun hemen hemen aynısı olan 8 Mart 2012'de 6284 sayılı 'Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun' çıkarılıyor ve 2 Ağustos 2014 yürürlüğe giriyor. Adı geçen sözleşmenin iptal edilmesine rağmen adı geçen kanun halen yürürlüktedir. Bu haliyle kadınları dövmek nasıl serbest olabiliyor? Anlaşılan 'can' lı ve 'ataklı' oluşu ile tanınan yazarımız, iktidara karşı muhalefet yapmak için muhalefet yapıyor. Buna 'militan, jakoben muhalefet' denilir mi denilmez mi sizlerin takdirine bırakıyorum. Bir başka gazeteden devamla: 'Tek kadının canı yanarsa vebali sizin (AK Parti ve Erdoğan'ın) üzerinize!...' (24 Mart 2012) 'Bir ayağı mezarda' (Allah uzun ömürler versin) denilen ahım –şahım bir profesörümüzün görüşleri: 'Bir takım gerici (nasıl bir gericilikse?) çevrelerin baskısıyla Erdoğan'ın kendi Başbakanlığı zamanında imzaladığı Sözleşmeyi feshetmesi dramatik bir gelişmedir. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmek, Türkiye'yi kadınlara karşı şiddeti, aile içi şiddeti, cinsel tacizleri onaylayan bir ülke durumuna düşürecek, Avrupa Konseyi üyeleri arasında yalnızlaşarak Avrupa Birliğinin kapılarının tamamıyla kapanmasına yol açacaktır.' (23 Mart 2021) Bir köşe yazarımızın 'aslında Babasına çekmiştir' değerlendirmesinde bulunduğu, üstelik de 'bir Anayasa profesörü' denilen zatın, Sözleşme'nin iptalini dallandırıp budaklandırıp ta I. Napolyon'a ve İspanya Diktatörü Franko'ya kadar götürmesine yönelik görüşlerini anlı –şanlı gazetemiz, 'Franco İspanyası Gibi' manşeti ile verdi. Yeni anlı –şanlı olmaya başlamış ve soyunmuş profesörümüzün görüşleri haberinde şöyle yer alıyordu: 'Bonapartizm özellikleri hayat bulmuştur… Ya da bir nevi Caudillo (Franko'nun faşist şeflik lakabı) ortaya çıkmıştır. Franco İspanyası' nı betinleyen bu düzenin sanki bugünden pek bir farkı yok!...' ( 22 Mart 2021). Aynı gazetenin bir diğer manşeti ve haberi 'Tarikatlar Teşekkür Kuyruğunda', 'Tarikatlara Hediye' (23 Mart 2021). Yine aynı gazetenin İstanbul Sözleşmesi'nin iptalini 'Olmayan Gericilik veya İrtica öcüsü' ne indirgemesi haberi: 'Gericiler İstanbul Sözleşmesi Feshedildiği İçin Kurban Kesti'. Kurbanlar Sivas'ta kesilmiş, 8 tane imiş (28 Mart 2021). Ahım –şahım iki yazarın daha görüşleri: 'Kadınlar karanlığa teslim olmayacaklar!...' (22 Mart 2021), 'Biz kadınlar artık dövülebiliriz'(23 Mark 2021). 'İstanbul Sözleşmesi'nden çıkarak yeniden köleleştirmeye çabalıyorlar.' (4 Nisan 2021). Her halde bütün bunlar canınızı sıkmıştır. Bunları daha çok sıralayıp tatlı canınızı fazla sıkmak istiyoruz.

'Atatürkçü geçinmek, 'Atatürk'le Aldatmak' tan mangalda kül bırakmayan' bunlar, Atatürk'ün hangi ifadesinde 'Eşcinsellik ve cinsiyet değiştirmek öğüdü veya ve vecizesi' ne rastlamışlardır?' Kendi başlarına martavallar okuyup duruyorlar!...

b-'Siyasal bir versiyon ve argüman' olan Laiklik kavramını da İstanbul Sözleşmesi'ne bulaştırarak onu da bu uğurda bir 'İstismar' unsuru olarak kullanan zümre. Bu zümre nezdinde, Laikliğin sanki, aslı, astarı ve esası 'İnsanın Yaratılış Fıtratı ve Doğası' na külliyen aykırı' olan 'Eşcinsellik ve Cinsiyet Değiştirmeler' e 'onay' veriyormuş gözüyle bakılması doğru değildir.

Laiklikle ilişkilendirmekle ilgili yanlış, akıl dışı ve mantıksal olmayan yazılarından alıntı yapacağımız iki yazara ait şu görüşler gerçekleri yansıtmamaktadır. Yıllanmış, yaşını başını almış. ahım – şahım bir profesörümüzün yazdıkları: 'İstanbul Sözleşmesinin 'reddi' ile çağdaş uygarlık değerlerine karşı çıkılmıştır. Siyasal İslamcı bir çizginin amaçlandığı görülüyor. Bu yolla demokratik sivil örgütlenmenin yerine tarikatların desteği öne çıkıyor. Laikliği ret eden uygulama ile toplumsal yaşam çağdışı bir yere sürüklenmek isteniyor. Siyasal örgütlenmeler üzerine oturtulmuş bir anti demokratik iktidar düzeni rejimi söz konusu.' (30 Mart 2021)

Bayan bir yazarın da 'Siyasal İslam'ın Panzehiri Laikliktir'. (Ara not: Bir kere 'Siyasal İslam', 'Ilımlı İslam' ve 'İslamcılık' olmaz. Bunlar, iç ve dış 'algı operasyonlu ve etki ajanlığı' nın İslamiyet'i, bir azınlık grubun 'ideolojik yapılanması' içine hapsederek veya indirgemek suretiyle İslamiyet' in 'protestanlaştırılması, gözden düşürmesi' algı operasyonlu, çoğu, dış istihbarat örgütleri ve özelikle de CIA uydurmasıdır. İslam, İslam'dır. İslamcılığı, Siyasallığı ve Ilımlılığı olmaz) başlıklı yazısında, üstelik de LGBTİ+'yi Laiklik üzerinden savunması ibret ve dehşet vericidir: 'Laiklik olmasa bu ülkenin özellikle kadınlar ve LGBTİ + bireyleri için yaşanmaz olacağını anlatmak zorundayız.

Laiklik olmasa Türkiye'de iç barışın yok olacağını hiç durmadan söylemek zorundayız.' (28 Mart 2021)

Yine aynı yazarın, İstanbul Sözleşmesi'nin iptaline tepki ve onun bağlamında LGBTİ + yı açık açık savunmaya yönelik ' Faşizmin Daniskası Şeriatın Ayak Sesi' başlıklı yazısından bir alıntı: 'İstanbul Sözleşmesi, dinci faşist kesime yaranmak için feshedildi… Öncelikle eşcinsellik, bozukluk ya da anomali değildir, temel ana cinsel yönelimlerden biridir. Anomal (normal olmayan) olan, homofobi (bireysel yaşamak korkusu) ve transfobidir (değişime direnmek). Birileri yok dese de LGBTİ + vatandaşlar vardır ve devlet bu çağda yetişkin insanların yatak odalarından çıkmayı öğrenmek zorundadır. Devlet adına yapılan açıklama, açıkça LGBTİ + bireylere karşı ayrımcılıktır ve kendini böyle tanımlayanlara yönelik kötü muameleyi ve şiddeti teşvik edebilecek bir yaklaşımdır… Anlaşılıyor ki, devlet, eşcinselleri ve evli olmadan ilişki yaşayanları dışlama gayretinde. İnsan hakkı korumayı hedefliyen bir sözleşmenin bu grupları koruması sorun oluyorsa bunun adı nedir biliyor musunuz? Faşizmin daniskasıdır, şeriatın ayak sesidir.' ( 23 Mart 1021)

Bu bayan yazar, LGBTİ+ 'yi savunmak için daha neler yazmadı ki, bu uğurda 'Laikliğe sığınma saldırısı' yanında, yukarıda 'Şeriat 'a saldırısı' ından sonra topyekun 'maneviyat' dünyamıza da saldırıdan olarak, adı geçen savurmasını daha geniş boyutlarda yapmak için 'Pimi Çekilmiş Bombaya Dönüştü 'Maneviyat'' başlıklı yazısında da 'akla ziyan' şunlardan bahsetti: ' LGBTİ + bireylere karşı açık bir nefret suçudur. (Bir kuruluşun 'fıtrata saldırı var' sözüne izafeten) İnsanların biyolojik ya da farklı nedenlere sahip olduğu cisay yönelimi 'sapıklık' olarak duyurmak suçtur. Bunun sonucu, ortaya çıkabilicek şiddeti tekiler.' (30 Mart 2021)

Gazete köşelerine tüneyerek, buralardan Türk toplumunu 'Somoro ve Gomora toplumları' (Peygamber HZ. Lut kavminin eşcinsellikten helak olması) haline dönüştürmeyi İslam'ın kendisi de tarih de affetmez. Hatta, Hristiyanlık ve Musevilik de affetmez. Çünkü bu iki büyük din ve inanları nezdinde de 'Eşcinsellik' ve 'Evlilik Dışı İlişkiler' gelenekleri yoktur ve insan fıtratı ve doğasının 'ailevi tabii kanunları' na', 'nesilleri bozmamaktan' gerekçesi olarak aykırıdır. Hz. Musa'nın '10 Emir' inden birisi de 'Zina etmeyeceksin' dir. İsrail'in 'aile kanunları' nda 'evlilik dışı ilişkiler' yasak ve suçtur. Bütün bu dinleri, bunlardan dolayı 'faşizm' le suçlamak ' kendi faşizmleri' nin ta kendisi olsa gerektir.

Bir üniversitenin öğrencilerinin derslerini boykotunun ve sokak gösterilerinin İstanbul Sözleşmesi ve LGBTİ + ile de ilişkilendirilerek basında yer alan bir haber: 'Eylemciler alana tek tek aranarak alınırken LGBTİ + sembolü olan bayraklar ve üzerinde gökkuşağı (eşcinselliğin tabiattan bir sembolü) bulunan pankartlara polisin el koyduğu görüldü… Bütün arkadaşlarımız derhal serbest bırakılsın LBGBTİ + lara ve diğer hedef gösterilen bütün gruplara itibarsızlaştırma kampanyaları sona ersin! BÜLGBTİ + kulübü yeniden açılsın. Başta Bulu olmak üzere bütün kayyımlar istifa etsin!...' (28 Mart 2021). Anlaşılan, 'Bilim Yuvaları' olması gereken üniversitelerimize kadar LBGTİ + sirayet etmiş ve hatta buralarda kulüpleşerek adlarına yönetim yeri için odalar bile verilmiş, tahsis edilmiş. Acaba bütün Avrupa, Amerika, dünya üniversitelerinde böyle kulüpler var mıdır?

c-'Çağdaş yaşam yutturmacası' ile, 'çağdaşlık' olarak yalnızca yaklaşık 200 yıldan beri, Kıta Avrupası'ndan olup biten 'yaşam modelleri' ni ölçü almak ve kendi milli ve yerli değerlerini 'gericilik ve irtica' le suçlayıp 'toptan ret' e yönelik, 'dışarıdan' esen rüzgarlara kendisini kaptırmış bir zümre. Bir gazete haberi: 'Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği kadınlarından bir grup, Taksim'de İstanbul Sözleşmesi'nin iptalini protesto için gösteri yaptılar. Etrafları polis araçları ile çevrili kadınlar, bir bildiri okuduktan sonra dağıldılar.' (23 Mart 2021)

d-Çoğu gizli - açık, 'Anglo-Sakson' veya Kıta Avrupası Frenklerinin 'Avrupa eksenli Ajandaları', 'Tasmalı Çekirgeleri' veya nihai tahlilde 'Celladına Ȃşıkları' olanlar. Bunlar, genelde 'Etki Ajanları' oldukları için hemen hemen her gazetenin 'köşe yazıları' ve kara ekranın dehlizlerinde 'yapımcı' olarak vardırlar. Yerine göre 'suret-i haktan' göründükleri için bunları 'deşifre' etmek pek zordur. Yukarıda adı geçen eksenlerden yüklü paralar ve tahsisatlar alarak Türk Milletinin yalnızca 'AİLE VARLIĞI' nı değil 'BÜTÜN HAYAT ALANLARINI-DAMARLARINI ÇÖKERTMEK' için durmadan çalışırlar.

e-Siyasi partiler ve politikacılardan olarak, Sözleşme' yi 'Bilimsel' lik veya 'Derinlemesi' ne analizden ziyade, olup bitenleri 'oya tahvil' etmek için 'siyasi istismar' konusu yapmaya çalışan siyasilerimiz ve politikacılarımız çoktur. Bunlarla uğraşmak da ayrı bir konudur.

f-Marksist solun zaten, aile, kadın –erkek ilişkilerine 'dejenerasyon' yapılanması bakış açısından, her sistem anlayışından çok 'cinsel serbesti' ye çok olumlu bakışı sonucu, bu azınlık çevrenin de Sözleşme' ye aktif destek vermesi.

Buna bir haber örneği yapılanmasından olarak şu örneği verebiliriz: 'Halkın Kurtuluşu Partisi (HKP) üyeleri, İstanbul Sözleşmesi'nin fesih kararına karşı yürütmenin durdurulması ve iptal edilmesi istemiyle, Danıştan 10. Dairesi'nde dava açtı… Başvuru dilekçesinde, kararın 'devletin amaç ve ilkeleri' ne aykırı olduğu üzerinde durularak, bu davranış, hem yasama fonksiyonunun gaspı hem de Anayasa'nın açık ihlalidir. Tam kanunsuzluk niteliğindeki bu idari işlem kabul edilemez' denildi.' (Cumhuriyet, 23 Mart 2021)

g-Yaptıkları 'Eşcinsellik' ve 'Cinsiyet Değiştirme' fonksiyonel yapılanmalarından olarak, toplumda 'istenilmeyen' bu halleri ile kendilerini 'istenilenler, yaptıklarını topluma kabul ettirmek isteyenler' statüsüne toplumu kazandırmak için İstanbul Sözlemesi'ne 'CANKURTARAN SİMİDİ' gibi sarılan ve onu kendilerine 'BAYRAK' yapmak isteyen 'cinsel serbesti' grupları ve çevreleri.

h-DIŞARIDAN TEPKİ' olarak Anglo –Sakson ve Frenk Ekseni' nin Sözleşme'nin iptaline itirazları. Bir örnek, Amerika'nın adı geçen sözleşmeyi, kendisinin hem imzalamadığı ve hem de Kongre'den geçirip onaylatmadığı halde Başkan Joe Biden'in (Ben ona, 'bidon kafalı' olabilir mi? diyorum) Türkiye'nin Sözleşme' yi iptaline yönelik olarak, 'Küresel çapta kadına karşı şiddete son vermeyi amaçlayan uluslararası hareket içeren cesaret kırıcı bir adımdır' (Takvim, 23 Mart 2021) sarf ettiği sözleri çok garip olmuştur. Amerika'nın bu tarz davranışı altında bence 'öküz altında buzağı' aranmalıdır. Acaba 'Amerikan Haydut Devleti' bu Sözleşme ile diğer 'dış ortakları' gibi , 'gizli –açık' sağlam aile yapımızı çökertmeyi mi hedef almıştır? Sözleşmeyi, hem kendine 'sakıncalı' bularak imza etmek istemeyecek hem de iptal eden Türkiye'yi 'niye iptal ettin?' diye suçlamaya, sıkıştırmaya kalkışacak. Amerika'nın bu 'çifte standardı' nı dile getirmek için AK Parti Milletvekili TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Fatma Aksal da şu görüşlere yer vermişti: 'İstanbul Sözleşmesi'nden çıkmamıza yönelik olarak yorum yapan ABD'nin öncelikle kendisinin sözleşmeyi imzalamaya yönelik isteğini görmek isteriz.' (Sabah, 28 Mart 2021) Dıştan diğer başka itirazlardan sonra bahsed