21 inci yüzyılın başlarına gelene kadar, “Kadına şiddet ve önlenmesi” hiçbir zaman dünyanın gündeminde  bu derece hızlı ve sürekli yer almadı. Bu, düpedüz, Modern Avrupa Medeniyetinin, sömürgeci ve yayılmacı “Vahşi ve Acımasız Kapitalizm” nin, “egoist ve benmerkezci fikir, düşünce ve eylemlerinden” kaynaklanmıştır. Tarihi  boyunca  bu merkezden kaynaklanan ve  insanlığı kasıp kavuran, belli başlı üç şiddet olayı olan bu şiddet olaylarının doğuşu ve sonuçları  şunlar olmuştur.

21 inci yüzyılın başlarına gelene kadar, 'Kadına şiddet ve önlenmesi' hiçbir zaman dünyanın gündeminde bu derece hızlı ve sürekli yer almadı. Bu, düpedüz, Modern Avrupa Medeniyetinin, sömürgeci ve yayılmacı 'Vahşi ve Acımasız Kapitalizm' nin, 'egoist ve benmerkezci fikir, düşünce ve eylemlerinden' kaynaklanmıştır. Tarihi boyunca bu merkezden kaynaklanan ve insanlığı kasıp kavuran, belli başlı üç şiddet olayı olan bu şiddet olaylarının doğuşu ve sonuçları şunlar olmuştur.

'Kültür - Medeniyet Şiddeti'

Modern Avrupa Kapitalist Medeniyeti, kendisi dışındaki bütün medeniyetleri 'normal ve geçerli, iyi bir medeniyet' sayılmayıp, dünyada tek üstün medeniyetin kendi medeniyeti olduğu ve bütün insanlığın buna mutlak uyması gerektiği inhisarcılık veya tekelciliğinden doğdu.

İnsanlık tarihi boyunca şimdiye kadar irili, ufaklı yaklaşık 300 çeşit medeniyet örneği yaşanmıştır. Adı geçen Avrupa medeniyeti, ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee'nin ifadesiyle bu medeniyetleri yok etmiş, günümüz itibariyle ona direnmeye devam eden ancak 17 medeniyet kalmıştır. Esaslı ve kapsamlı medeniyet anlayışlarından olan Japon, Çin ve Hint medeniyetleri de en sonunda yelkenleri indirince, dünyada Batı medeniyetine 'tek direnen ve onunla mücadele edebilme yeteneği ve gücü olan İslam medeniyeti ' kalmıştır' denilmiştir. Şimdi bu medeniyet ise, başta Anglo- Sakson ve Frenk eksenli 'dış odaklar' yanında, içimizde bunların 'yerli işbirlikçileri' statüsünde bulunan, bir saat gibi ayarlanmış ajandaları, dublajası, 'tasmalı çekirgeleri' ve giderek 'celladına aşık olanları' tarafından 'iç cepheli' savaş alanlarında yok edilmeye çalışılmaktadır.

Her medeniyetin kendi doğallığı ve güzelliği vardır. Avrupa medeniyeti 'Dünya Kültür Düzeni' olarak bu güzellikleri ve doğallıkları bozmak suretiyle dünyada 'Kültürel Şiddet' in kaynağı olmuştur.

Anglo –Sakson Ekseni (Amerika – İngiltere Bileşkesi ) ve Kıta Avrupa'sının (Frenkler ekseni) kendisinin sebep olduğu ve 'Sömürgecilik Tarihi veya Sömürgecilik Çağı'nın (bu çağ halen devam ediyor ve insanlık yeni bir 'Aydınlık Çağ' bekliyor) ' nin başladığı 1492'den beri artarak sürüp gelen 'Kültürel Şiddet' i önlemek uğrunda hiçbir gayreti yoktur. Bir kere, 'problemlerin kaynağı' olan denilen bunların bu problemleri çözmesi beklenemez. Hatta, biraz aşağıda göreceğimiz üzere, kendilerinin sebep olduğu 'Kadın'a şiddet' i önlemeye yönelik 'İstanbul Sözleşmesi' ile bunu çözmeye kalkışmaları, çözümden ziyade daha da çözümsüzlük ve 'kaos' getirecektir ve getirdiği de zaten görülmüştür.

Avrupa Modern Kapitalist Medeniyeti-Emperyalizmi, son 17 medeniyetten neredeyse günümüz itibariyle 'tek rakibi' olarak kalan 'İslamiyet' ve 'İslam Dünyası' nı yok etmek için 'canhıraş' bir mücadelenin içinde bulunuyor. 1990'da, öteden beri şeytanı olarak ilan ettiği Komünizm (bunu da zaten 19 üncü yüzyılda kendisi yaratmıştı) dünyada çökünce, şeytansız yaşamayacağı için bu sefer de İslam ve Medeniyetini şeytanı ilan etti. Anlayacağınız, kendi tabiri ile 'Kızıl Tehlike' nin (olmayan bu öcünün) yerini 'Yeşil Tehlike' (yine olmayan hayali bir öcü) aldı. Yine kendisinin uydurduğu saçmalıklar (İslam İslam'dır, başka şekillerde tanımlanamaz) 'İslamcılık', 'Siyasal İslam'ı, 'en büyük tehlikesi' ilan etti. 'Ilımlı İslam' saçmalığını da İslam'ı 'Protestanlaştırmak' suretiyle budamak için yine kendisinin yumurtlamasıdır. 1990'dan günümüze bu mücadele 'amansız' bir şekilde ediyor ediyor.

Avrupa'nın sebep olduğu 'Kültür – Medeniyet Şiddeti' ni, onun Eski Yunan'dan beri süzülüp gelen 'Sapık, fıtrat ve doğalığa isyan etmiş doktrin ve ideolojileri' ni değiştirmedikçe önlemeye imkan yoktur. Bu, bütün insanlığın 'uzun soluklu' bir mücadelesi olacaktır.

'Kültür –Medeniyet Şiddeti' nin Türkiye'ye Yansıması

Adı geçen şiddet, Avrupa Kapitalizm Emperyalizmi Medeniyetinin özellikle 'etki ajanları' tarafından içte ve dışta Avrupa dışındaki bütün kültür ve medeniyetleri 'aşağılık, barbar, iptidai, gerici' gösterip bunların sürekli gözden düşürülüp yok edilmek istenildiği gibi, bizde de adı geçen medeniyetin çeşitli algı operasyonları ile bunun hayranı ve 'yerli işbirlikçileri' haline getirilen bizim insanlarımız tarafından, sanki onların içimizdeki 'kültürel vekalet savaşçıları' imişlercesine 'kırılma noktası' 3 Kasım 1839 Tanzimat Sözleşmesi veya Fermanı ilanı olan bu tarihten itibaren her gün artarak ve giderek, Batı'nın 'TASMALI ÇEKİRGELERİ' halini aldıktan sonra 182 yıldan (1839 – 2021) beri devam etmektedir. Avrupa Medeniyetinin hayranlığına yeni bir rütbe almaktan olarak 'CELADINA ȂŞIK OLMAK' tan hayranı haline getirilen bizim insanlarımız, maalesef en azından Avrupa insanı kadar milli, manevi değerlerimiz, örf ve adetlerimize hep 'GERİÇİLİK – İRTİCA - ORTAÇAĞ KALANTISI VE KARALIĞI' edebiyatıyla saldırdılar ve 2021 Türkiyesi itibariyle de saldırılarını daha da artırarak bu 'Kültürel Vekalet Savaşçılığı' na devam ediyorlar.

Bu şiddet çeşidinin bizdeki boyutları çok büyüktür ve ayrı bir inceleme ve 1000 sayfalık büyük boy kitap konusudur. Şimdilik 'özet bilgi' olsun diye bu kadarını verebiliyoruz.

'İklim Şiddeti'

Modern Avrupa Medeniyeti, dünyadaki tabii ve doğal kültürel dengeleri bozup, 'KÜLTÜR – MEDENİYET ŞİDDET' i doğurduğu için, 'TABİAT VARLIKLARI' olarak Allah'ın bunlara yaratılışından verdiği 'TABİATIN DOĞAL VE FITRI DENGESİ' ni bozmak suretiyle 'İKLİM ŞİDDETİ' nin de doğmasına yol açmıştır. Vahşi Avrupa Kapitalizmi' nin, 1800'lü yılların başında getirdiği 'SANAYİ İNKILABI' ile bütün dünyayı, açgözlülüğü ile aşırı - orantısız bir şekilde sömürmesine yönelik olarak tabiatın doğal dengesini bozması, ilkin kendisini, 'AFRİKA'NIN ÇÖLLEŞTİRİLMESİ' ile göstermiştir. Amerika'yı keşfedip buranın bütün yerlilerini (Kızılderililer, Mayalar ve İnkalar), 'bunlar insan değildirler' gerekçesi ile topyekun soykırıma tabi tutup, burası üzerinde hakimiyetini tam sağladıktan sonra, 1600'lü yılların ilk yarısından itibaren de 'Eski Dünya'nın Kapalı Kutusu' denilen 'Kara Afrika' yı da 'keşif' e başlamıştır.

Tarihte adı, bol ve dev orman zenginliği yapılanması ile 'YEŞİL DENİZ' e çıkmış Afrika'nın bu ormanlarını, 'yeşillik hayat demektir' diyerek kendi ormanlarından bir yaprak bile koparmadığı halde, 'kereste kaynağı' olarak gördüğü sömürgesi Afrika'nın bütün ormanlarını kesmeye başlamıştır. Bunların, dev gemilere yüklenerek Kıtı Avrupa' sına taşıması, sonuçta Afrika'nın çölleşerek yaşanılamaz hale gelmesine sebep olmuştur. Üstelik de bu talihsiz ve bahtsız kıtanın 'kara insanı' denilen yerli ırkı Zencileri, evlerinden tavşanlar gibi avlanarak, Amerika ve Avrupa'da 'karın tokluğuna bedavadan iş kaynağı' olarak kullanılmak için yine dev gemilere balık istifi doldurularak, adı geçen kıtaların ağalarına 'kereste ticareti' yanında 'insan ticareti' olarak da satılmışlardır. Kereste ve insan ticareti ana kaynağı kıta Afrika!...

Görülüyor ki, 'Haydut ve Vahşi Batı', 'İklim Şiddeti' ne yol açmanın ilk merhalesine, kıtanın fıtri ve doğal dengesini bozmak suretiyle işe böylece Afrika'da erkenden başlaması olmuştur.

Afrika'nın ormansızlaştırılarak ve Zenci köle ticaretiyle de insansızlaştırılarak çölleştirilmesinden sonra Uzay'dan bakıldığında Yerküremiz'in diğer bir iklim şiddeti sebebi olarak bunun doğuşu ve sonuçları da şöyle olmuştur:

a-Dünya'da makinaya dayalı sanayileşme ve fabrikalarının en yoğun olduğu Avrupa'da bu fabrika bacalarından uzaya atılan kirli ve zehirli duman atıkları ile birlikte başlayan 'ATMOSFER KİRLENMESİ' sonucu, dünyamızı giderek Cehennem'e çevirecek bu olay, 20 inci yüzyılda iyice yoğunluk kazanmıştır. Özellikle 1950 – 2000 zaman diliminde, Avrupa ve buna ilaveten Amerikan fabrikalarından atmosfere atılan atık yılda ortalama 55 bin tonu bulmuş, atmosferimizde bir 'TOZ BULUTU' halinde sürekli asık kalmaya devam etmiştir ve etmektedir. Böylece, atmosfere Büyük Yaratıcı tarafından verilen fıtri ve doğallığı bozmaya yönelik, 'ATMOSFERİMİZDE SERA ETKİSİ' yaparak dünyamızın ısınmasına ve bu ısınmayı günümüz itibariyle +1 derece artırmasına yol açmıştır. Ayrıca, ikinci olarak atmosferimize atılan gaz cinsinden tehlikeli atıkların da 'DÜNYAMIZIN SÜZGECİ OZON TABAKASI' denilen atmosferin sonundaki ince tabakada da tahribatlar ve delikler meydana getirmesi sonucu, güneş ışınları Yerküremiz'e süzülmeden direkt olarak geldikleri için, bu olay da 'ATMOSFER ISINMASI' na yola açan iklime dayalı şiddet olaylarının doğmasını yol açan diğer bir sebep olmuştur.

b- Uzay'dan bakıldığında Yerküremiz'de açık açık görülen sayıları yüzbinleri bulan fabrikaların katı atıklarını ise, 'ÇEVRE KİRLİLİĞİ' ne yol açmaktan olarak tabiatta akarsulara, denizlere, boş arazilere vb. rast gele atılmasının getirdiği bu 'katı atık kirliliği' de hem toprak, hem su ve hem de bunlardan çıkan gazlar sonucu atmosferin kirlenmesini tabiatın fıtri ve doğal dengesini bozan ikinci bir olay olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

'İKLİM ŞİDDET UNSURLARI' üç çeşit olup bunlar şunlardır:

i-'DÜNYA YAĞIŞ DENGESİNİN BOZULMASI': Büyük Yaratıcı tarafından yaratılan fıtri ve doğal yapılandırmadan olarak dünyamıza atmosferden Yerküremiz'e yağmur, kar ve çiğ şeklinde düşen yağış dengesinin bozulması 'İKLİM ŞİDDET' inin birinci derecede amili olmuştur. Doğal denge atmosferin ısınması (şimdi dünyanın atmosfer ısısı +1 derece artmıştır, bunun +3 dereceye çıkması halinde Dünyamızın güneş ışıkları-harareti sebebiyle tamamen yanacağı ve bunun sonucu insan, canlılar çeşitliliğinin sona ereceği tahminleri yapılmaktadır) sonucu s mevsimler artık birbirlerine karışmış, doğal 'MEVSİMLİK VE SAĞNAK YAĞIŞLAR' ın yerini, bundan böyle, özellikle de son elli yılda 'MEVSİMSİZ VE MEVZİİ – LOKAL YAĞIŞLAR' almaya başlamıştır. Ayrıca, 'YETERSİZ YAĞIŞLAR' sendromu da daha büyük bir bela olarak karşımıza çıkmıştır. Bunlar sonucu, dünyada birçok coğrafi bölge parçasının çölleşeceği ve bunlar içinde 'en riskli alan' denilen alanın Anadolu yarımadası olduğu gerçek değerlendirmesi kendisini göstermiştir. (Ara bir not: Benim köyümün büyük merasında 1980'li yıllarını ortalarına kadar tırpanla ot biçilir, hayvanlar yayılırken ve 2 metre kazılınca dörtlük (boru çapı 10 cm) bir su motorunun hiç bitiremediği yer altı suyu bulunurken, şimdi bu 40 metreye inip sondajlık olduğu halde, burası 2021 yılı itibariyle Çad ülkesinin bir çöl bölgesi haline dönüşmüştür. Yani 'Çölleşmek' ten olarak 'Çadlaşma'nın başlaması çoktan kendisini göstermiştir. 2021 yılı yazı ortasında, tam ortasına oturup, basına vermek için fotoğraflarını çekerken, 'çocukluk ve gençlik yıllarım hep üzerinde geçen Mera'm ne hallere düşmüşsün' diyerek hüngür güngür ağladım. Bir zamanlar, çoban olup evimizin öküzleri, buzağıları ve eşeklerini üzerinde yaydığım ve güttüğüm, rengarenk çiçeklerini topladığım, uçan –konan kelebeklerini kanatlarından yakalayıp sevdiğim, çeşit çeşit uçan kuşlarının ötüşlerine bayıldığım, üzerinde mahalleli arkadaşlarımla güreş tutuğum, top oynadığım, koşum seğirttiğim, üzerine, daneleri saplarından ayırmak için harman döküp geçe gündüz edemeden 40 gün 40 geçe düver sürdüğümüz, Erciyes manzarasının da Kayser'den ve Develi'den en iyi göründüğü fıtrat ve doğa güzeli Sindenhöyük Köyü Meramız, bugün itibariyle üzerinde hiçbir otun bitmediği, içi - dışı köstebekler tarafından delik deşik edilmiş, içinde bunlardan başka hiçbir varlığın yaşamadığı ve çölleştiği Mera'mız böyle mi olmalı, bu hallere mi düşmeliydi? İçimden: Uzay'dan bakıldığında Yerküremiz'de 'İKLİM ŞİDDET TERÖRÜ' nü de doğurarak, köyümüzün Mera'sını da bu hallere düşüren 'Kahrolsun Modern Avrupa Kapitalizmi Emperyalizmi' demek geldi içimden!... Yine şimdilerden olarak, ' 'Avrupalı olmak ve kendimizi onlara sevdirebilmek için 'AVRUPA BİRLİĞİ MUKTESEBATLARINA UYGUNLUK' yutturmacasından olarak çıkartılan 'YABANCILARA TOPRAK SATMAK KANUNLARI VE YÖNETMELİKLERİ' gereği bu dev meramızın, köyümüz hane halklarına değil de, ırkı, meşrebi, soyu, sopu belli olmayan, belki de kansız ve dinsiz ve YİNE belki de 100 yıl önce bu topraklarımızı onlara yar etmemek için buralardan savaşarak çıkardığımız yabancılara, yaban ellere (bölgemizi kendileri için 'VAAT EDİLMİŞ TOPRAKLAR' zihniyeti ve emelleriyle gören Yunanlılar, Fransızlar ve İsraillilere vb.) satılmak istenildiği spekülasyonlarını duyunca daha da kahroldum doğrusu!...

İşte 'İklim Şiddeti' nin bir versiyonu olarak 'YAĞIŞ ŞİDEDETİ' böyle doğmuştur ve artarak da devam etmektedir.

ii- 'DÜNYA RÜZGAR DENGESİNİN BOZULMASI': 'Rüzgar Dengesi' nın bozulması sonucu da normalde veya fıtri -doğal olarak 50 -70 metre hızla esmesi gererek rüzgarlar da bundan böyle artık, 70 - 150 metre arasında hızla esmeye başlayarak, geçtiği her yeri deviren, yıkan 'RÜZGAR ŞEDETİ' doğmuştur.

iii- 'DÜNYA DENİZLER DENGESİNİN BOZULMASI': Yine Dünya fıtri ve doğal dengesinin bozulmasından olarak 'DENİZDEN GELEN ŞİDDET' (Denizlerin, normalinin çok üstünde kabarması ile gelen dev dalgaların önüne çıkan her şeyi yerle bir etmesi).Bu da, 'İklim Şiddeti' nin önemli bir diğer unsuru olarak kendisini göstermiştir. Bizden bir örnek: 2020 yılında yaşandığı halde, 'dünyanın en sığ körfezlerinden' denilen İzmir Körfezi dalgalarının tarihinde 5 metre yükseldiği ne zaman görülmüştür? Bu kadar dalga boyu ancak okyanuslarda olur.

'İklim Şiddeti' nin Türkiye'ye Yansıması

Tarih boyunca Kıta Avrupa' sında çıkan her şiddet olayı, burası ile sınırlı kalmamış, tabiatı ve algı operasyonları icabı bütün dünya yayılmıştır. Türkiye'miz de 'Kültür –Medeniyet Şiddet Olayı' gibi 'İklim Şiddet Olayları' ndan da hem de 'fazlasıyla' nasibini almıştır. Bundan iki örnek olarak yukarıda köyümün merası ve İzmir Körfezi dalgalarının Okyanus dalgaları kadar büyüdüğü örneklerini vermiştik. Daha bir çok örnekler verilebilir. Hele bunlar için de 'DÜZENSİZ –ZAMANSIZ YAĞIŞ ŞİDDETİ' en çok karşımıza çıkan şiddet örneklerinden birisi olmaktadır. Büyük bir şehir düşününüz ki, bütün mahallelerini bir kenara bırakınız, yalnızca bir mahallesine yağan düzensiz – zamansız ve lokal yağışlar sebebiyle yalnızca burası çok aşırı yağmur suyu kabarmaları ve baskınların ile tek başına bir 'Venedik' haline gelebilip, bütün evlerin neredeyse bodrum katlarını bir kenara bırakınız birinci katlarına kadar su baskınlarına uğradığı ve caddelerinde arabaların denizde yüzer gibi yüzdüklerini hep televizyonlardan görüyorsunuzdur.

'Paris Uluslararası İklim Sözleşmesi ve Antlaşması'

Modern Avrupa Vahşi Kapitalizmi Emperyalizmi devletleri, kendilerinin doğurdukları ve 'İKLİM ŞİDDETİ UNSURLARI' zararları kendilerine de dokunmaya başlayınca (dokunmasa bir işlem yapmazlardı) yanılmıyorsam, 1970'li yılların ortalarında Paris'te ilk defa bir 'ULUSLARARASI İKLİM KONFERANSI' toplayarak, bunun sonunda bütün devletlerin imzası ve yaptırımına açık bir 'DÜNYA İKLİM SÖZEŞMESİ –ANTLAŞMASI' yaparak, dünyamızı 'DÜNYA İKLİM ŞİDDETLERİ' nden kurtarmaya soyunmuşlardır.

Anlayacağınız, 'VAHŞİ VE HAYDUT KITA AVRUPASI -AMERİKASI' hem Dünyamızın ölümü sürecini kendisi başlatmış ve hem de, bütün dünyaya sözleşmeler ve antlaşmalarla çağrıda bulunarak 'gelin Dünya'yı birlikte kurtaralım' feryadını basmışlardır. 'Problemlerin kaynağı olanlar, bu problemleri çözemezler' denilir. Doğrudur. Anlaşılan, Dünyamız'ın ömrü, tek başına adı geçen şiddetin kaynağı Avrupa ve Amerika'ya bırakılacak kadar değersiz ve önemsiz değildir. Özellikle, bunun 'sendromlu bir yapılanma örneği', ABD Başkanı Donald Trump zamanında bu başkanın, 'Paris İklim Antlaşması sınırlandırmaları bizim ekonomik kalkınma ve gelişmemizi engelliyor' gerekçesiyle bu antlaşmadan çekilmesi Dünyamız'ın geleceği açısından ibret ve dehşet verici bir yapılanma ve örnek olmuştur. 26 Kasım 2020'de 'Trump'a rakip' olarak seçilen yeni Amerikan Başkanı Joe Biden'in, bu sefer de 'DÜNYAMIZ'IN ÖMRÜNÜ UZATMAK' cümlesi ve gerekçesinden olarak Paris İklim Antlaşması'na geri döndüğünden bahsedilmektedir.

'Kadın ve Aileye Yönelik Şiddet' ve Bize de Yansıması

Sömürgeci, yayılmacı ve tekelci Modern Avrupa Medeniyeti Kapitalizm Emperyalizmi, Dünyamızda geleneksel fıtri ve doğal 'Kültürler –Medeniyetler' dengelerini bozarak 'Kültür-Medeniyet Şiddet' ine sebep olması yanında, tabiatın fıtri ve doğal dengesini de bozarak 'İklim Şiddeti' ne sebep olduğu gibi, insanın ve ailenin de fıtri ve doğal dengesini bozmak suretiyle ' Kadın, Aile İçi –Dışı Şiddet' e de sebep yine kendisi olmuştur.

Özellikle, Avrupa' da bu şiddet sonucu ailenin iyice çökmeye başladığı ve hatta tam anlamıyla çöktüğü için, Kıta Avrupa'sı kendisinin doğurduğu bu sendromlu yapılanmasına da bir çözüm yolu bulmak için 1980'li yılların başlarından itibaren 'Kadına Şiddeti Önlemek…' adı altında bir sürü uluslararası konferanslar ve sözleşmeler imzalamak için harekete geçmiştir. Bunların ön çalışmalarını dizi yazımızın 4 üncü bölümünde anlatmıştık.

Avrupa Konseyi ve İstanbul Sözleşmesi

Kıta Avupasının 'Kadına Şiddet Aile İçi-Dışı Şiddeti Önlemek' için en son ve daha geniş kapsam ve boyutlarda girişimi, İstanbul'da Yerküremiz'e ilan edilen ve her devletin bunu imzalaması tavsiyesinde bulunulan ve 11 Mayıs 2021'de imzalaya açılan 'İstanbul Sözleşmesi" ile oldu.

'İstanbul Sözleşmesi', 'Avrupa'nın Uluslararası Kuruluşları' ndan denilen 'AVRUPA KONSEYİ' ne inhisar ediyor, onun tekelinde bulunuyordu. Bunun için, adı geçen sözleşmeyi daha iyi 'deşifre' edebilmek ve 'perde arkası' ndan olup bitenleri öğrenmek için bu konseyin kısa tarihi üzerinde durmak gerekecektir.

  1. Dünya Savaşı sırasında 'Pirüs Zaferi' benzeri bir zafer kazanarak sözde 'savaşın muzaffer devletleri' nden olarak 'Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk' adını alan İngiltere, 1774'den beri 'Dünya'nın Süper Gücü' olmaktan (adı geçen tarihe kadar Dünya'nı süper gücü Osmanlı Devleti idi) artık iyice yorulduğu, yorgun düştüğü için, 'yeni süper güç olmak' teklifinden olarak, İngiliz Başbakanı Churchill, bunu Yalta'da Amerikan Başkanı Roosevelt'e teklif etmiş, o da 'evet' deyince, 1945'den itibaren dünyanın birinci süper gücü Amerika Birleşik Devletleri olmaya başlamıştı.

İngiltere, Amerika'nın zaten 'İkiz Kardeşi' olduğu için, kendisi bu 'roller değişikliği' den fazla bir rahatsızlık duymamıştır. Bundan böyle hep artık gözümüzün önünde 'İNGİLTERE HAYDUT DEVLETİ' devleti değil, 'AMERİKA HAYDUT DEVLETİ' olacak, İngiltere onu 'gölgesi' olarak takip edecektir.

'SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ' denilen 1945- 1990 zaman diliminde bütün Dünya'da 'YENİ DÜNYA DÜZENİ' kuramcısı ve lideri ABD olmuş, bu düzenin tek hakimi olmaya başlamış ve bunu böyle devam ettirmiştir. Kıta Avrupa'sının bu statüdeki yeni konumu ise, tarihinden beri hep 'ÖZNE' oluşu, bundan böyle ABD'nin hakimiyeti ve nüfuzunda 'NESNE' oluşuna indirgenmesi kendisini göstermiştir. Bu 'yükseltilme' ve 'indirgenme' den Türkiye de nasibini almış, zaten 3 Kasım 1839 Tanzimat Fermanının ilanından beri tarihinde ilk defa özne olmaktan çıkıp Avrupa'nın nesnesi haline gelen Türkiye, 1945'den sonra da Amerika'nın nesnesi olmak durumuna düşmüştür. Bu statü günümüzde de devam etmekte ve bu 5000 yıllık (Amerika 245 yıllıktır) Türk Milletinin 'Tarihi Misyonu' na yakışmamaktadır.

4 Nisan 1949'da NATO'nun Amerika'nın liderliğinde kurulmasının ardından bir ay geçince, 5 Mayıs 1949'da 10 Batı Avrupa ülkesi tarafından 'Avrupa Konseyi' nin kurulması yanında, 1 Mayıs 1953'de bir kısım Avrupa devletleri arasında bugünkü Avrupa Birliği'nin ( ABD gibi, giderek bir Avrupa Birleşik Devletleri'nin kurulması ) ilk kilometre taşı 'Çelik –Kömür Ortaklık Antlaşması' nın yapılması ve bunun da giderek genişletilmesi sonucu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve günümüzde ise artık son merhalesi olarak Avrupa Birliği (AB) olarak anılması tesadüflerin eserleri değildirler. Dünya'nın süper gücü Amerika, Kıta Avrupası'nda bu üç yapılanmasıyla bunları, burada 'YENİ DÜNYA DÜZENİNİN AVRUPA AYAKLARI' statüsünde kullanmak için planlamış olup, bunlardan faydalanmaya günümüzde de devam etmektedir.

Tarihte olup bitenlerden olarak işlerin esasına bakılacak olunursa, tarihte 'HAYDUT AMERİKA' yı, 1453'de İstanbul'un fethinden yaklaşık 50 yıl sonra 'kırılma noktası' olmak üzere 1492'den başlayarak 'AVRUPA' NIN HAYDUT SÜRÜLERİ' kurmaya başlamışlardı. Bu tarihte Kıta Avrupası 'BÜYÜK AÇLIK' la çalkalanması yanında, 'BÜYÜK ADLİ VAKALAR' dan olarak, her türlü eşkıyalık, uyuşturucu, kumar suçları, cinsel sapıklık, katillik ve soygunlarla vb. tarihinin en karanlık günlerini yaşıyordu. Devletlerin, bunların suçlularını içine tıkmak için yaptıkları hapishaneler ve zindanlar ağızlarına kadar dolmuşlardı. Bunları, 'kolayca def etmek' çareleri aranırken 1492'de İspanyol denizci azılı bir İslam düşmanı Katolik Kristof Kolomp'un 'Amerika'yı keşfi' onların imdadına yetişti. Yerli ahalisi az, uçsuz bucaksız yeni topraklar bulunmuştu. İşte bunun ardından, Kıta Avrupası'ndan hangi ülkeden olursa olsun bütün kanun kacakları, kodeslerde ve zindanlarda ölümüne hapis bütün mahkumlar buralardan alınarak dev gemilere balık istifi bindirilmek suretiyle 'Ama aman bunlardan kurtulalım!...' düşüncesiyle Kıta Amerikası'na sürekli olarak sevk edildiler. ABD işte bu 'HAYDUTLAR SÜRÜLERİ' tarafından, Kuzey Amerika'nın yerli halkı Kızıl Derililer bütünüyle soykırıma tabi tutulduktan ve malları yağmalandıktan sonra 1776'da kuruldu. Daha sonra bunlar, 1945'den itibaren geldikleri kıta, yani anavatanları Kıta Avrupası'na yine bir 'HAYDUKLAR SÜRÜSÜ' halinde dönerek, bu sefer de 'ESKİ EFENDİLERİ' ni bunları kendi esirleri olarak aldılar. Anlayacağınız, Kıta Avrupası ettiğini buldu. O bulmakta kalmadı, bulaşığı biz Türkiye'ye (ve hatta bütün İslam dünyası ve Dünya'ya da bulaştığı halde) de sirayet ederek, bizi de sürekli rahatsız etmeye devam edecektir ve günümüz itibariyle etmeye devam etmektedir. Yani Anlayacağınız, Avrupalılar Amerika'ya 'HAYDUT' olarak gittiler, başta Avrupa olmak üzere bütün dünyaya 'HAYDUT- HAYDUT DEVLET' olarak geri döndüler.

Asıl konumuz olan 'AVRUPA KONSEYİ' nin yapılandırılmasına gelince: Amerika'nın öznesi ve Avrupa'nın nesnesi olarak kurulan bu kuruluş, 'Birleşik Avrupa' yı kurmak zemininde, bu yolla bütün Avrupa'yı Amerikan Emperyalizminin hakimiyet ve nüfuzuna 'kültürel ortam hazırlamak' tan olarak sokmak için (bu arada Türkiye'yi de kendisine bulaştırarak ) harekete geçtiği görüldü.

Adı geçen Konsey'in amacı, çalışma düzenini açıklayan anayasası ve yönetmelikleri hükmündeki belgelerinde, amacı olarak; 'Üye ülkelerinin Avrupa Siyasi Birliğini kurmak uğrunda her türlü meseleleri ve konularını, müşterek görüşmelerle karar altına alarak, bunların üye ülkeler arasında tatbikatlarını sağlamak' deniliyordu. Meselelerin ortaya konulması, müzakereleri ve çözüm yollarının bulunması konularında kriterlerden olarak da hangi 'felsefi görüşler' ve 'kültür çevresi' nin ölçü alınacağına dair de şu karara varılıyordu: 'Konsey, Avrupa devletlerinin siyasi birliğini gerçekleştirmede, Eski Yunan Felsefesi, Roma Hukuku, Batı Hristiyan Kilisesi, Rönesans Hümanizmi ve Fransız İhtilali gibi ortak geleneklerden faydalanacaktır.' (Yeni Rehber Ansiklopedi, C. 3, s. 316) Peki, Avrupa dışında hiçbir 'felsefe, kültür ve medeniyet' gelenekleri ve çevreleri yok mudur? Belgeden yok olduğu apaçık görülüyor. Bir kere bütün bunlar Avrupa'nın kendi içinde 'ortak gelenekleri' olup bütün Dünya'nın ortak gelenekleri değildirler. Kıta Avrupası'nın benmerkezciliği, tekelciliği ve egoizmi böylece bu belgede de kendisini açık açık sırıtarak göstermektedir. Yaptığımız bu alıntılardan olmadığı anlaşılıyor. 'Batı Hristiyan Kilisesi ' denmekle sanki bir 'Katolik –Protestan - Anglikan -Kalvenist kiliseleri' ön plana çıkarılıyor ve bu haliyle de Konsey bir nevi 'kilise kurumu' özelliği taşıyor. Üstelik de, bırakınız İslam' ın bunun içinde yer almasını, Doğu Hristiyanlarının Ortodoks kilisesi 'Doğu Ortodoks Kiliseleri' nin adı bile yok. Çünkü bu kilise, Batı Hristiyanları tarafından 'HRİSTİYANLIĞIN ŞİASI' sayılarak ret edilmiş, kendisiyle tarih boyunca 'mücadele edilecek' bir odak olarak görülmüştür.

Görülüyor ki, Avrupa Konsey' i bütün bu hal ve hareketleri ile tam bir 'AMERİKA – AVRUPA KURUMU - KURULUŞU' dur. Türkiye gibi hem bir Asya-Doğu ülkesi hem de İslam ve Türk felsefi ve kültür gelenekli olarak bu kuruluş içinde olamaz. Adı geçen ikiliye hizmet için kurulan bir kuruluş bize ve hatta bizim dışımızdaki bütün Avrupa dışı Dünya'ya da hizmet edebilecek, edecek bir kuruluş olarak görülemez, gösterilemez. Amerika ve Avrupa'nın kendi yöresel veya bölgesel meseleleri ve problemlerine çözüm yolları bulmak için kurulan bir kurumun getirdiği çözümler ve kararlar, bütün Dünyaya şamil hale getirilemez. Her bölge ve yöre, kendi problemlerini kendisi içinde çözmeli, çözümlemelidir. Dış ve özellikle de Amerika –Avrupa'dan, ısmarlama ve taklitçilik eseri çözümlemelerden huzur ve medet umulamaz. Zaten, adı geçen ikili tarihi boyunca da ne kendi ve ne de Dünya meselelerine, problemlerine kalıcı, huzur ve barış getirici çözümler üretememiş, 'üretiyorum' diye işleri büsbütün berbat etmiştir. İşte konumuz olan 'İstanbul Sözleşmesi' de bu cümleden çözüm olmuştur.

Konsey'in teşkilat yapılandırılmasına gelince: Merkezi Fransa'nın Strazburg şehrindedir. Başında bir Genel Sekreterlik vardır. Bir Danışma Meclisi ve Bakanlar Komitesi mevcuttur. Üye ülkelerin dışişleri bakanlarından ibaret bu komite bir yıl içinde aralık ve mayıs aylarından olmak üzere iki kere toplanır. Her toplantının dönem başkanı üye ülkelerden birisinin dışişleri bakanı olur. Danışma Meclisinde alınan kararları müzakere ederek onaylar ve imzaya açar. Danışma Meclisi 170 milletvekilinden ibarettir. Her üye ülke nüfus oranına göre buraya milletvekili verir. Türkiye düşen sayı 12' dir. Bunlar, TBMM içindeki milletvekillerinden seçilerek buna dahil olurlar. Görülüyor ki 'Avrupa kıtası içinde bir devlet' yapılanmasında diyebileceğimiz Konsey'in kurulduğu tarih 5 Mayıs tarihi 'Avrupa Günü' olarak ilan edilmiş olup, her yıl kutlanır.

İstanbul Sözleşmesinin Yazılmaya Başlanması ve Türkiye'nin Handikapları

Konumuz, 'İstanbul Sözleşmesinin Derin Analizi' olunca, biz bu sözleşmenin tamamen Avrupa'da, Avrupa Konseyi bünyesinde yazıldığını ve Dünya'ya ilan merkezi olarak da İstanbul'un 'kasti' ve 'algı operasyonlu' olarak seçildiğini bu incelememizin başında dile getirmiştik. Halbuki , bütün olup bitenlerin içlerini iyice deşelediğimizde bunun yüzde yüz böyle olmadığını, işin daha da acı tarafı bu sözleşmeyi yazmada ve üstelik de Türkiye'nin Mayıs'ta 2011' de toplanacak Avrupa Konseyi Bakanlar Konseyi toplantısının başkanı olduğu için bu toplantının İstanbul'da yapılmasının kendisi tarafından teklif edildiğini öğrendik. Avrupalılar da zaten bu teklifi 'Mal bulmuş Mağribi' gibi değerlendirerek hemen kabul etmişler, biz sanki onların değerleri ve ölçülerinin 'zaferi' ni' kendi elimizle İslam Dünyasının ve Türk Dünyasının merkezi - başkenti İstanbul'da ilan etmek garabetine düşmüşüzdür. Anlayacağınız, bizim topraklarımızın tohumu ve mahsulü olmayan ve neredeyse tamamen Avrupa – Amerika'nın kendi 'Kadına Şiddet, Aile İçi-Dışı Şiddetlere Çare' olarak gösterilecek bir sözleşmeyi bizimkilerini 'raportörlüğü' olarak hazırlaması , 'kraldan fazla kralcı geçinmek' e benzemektedir. Bütün bunlar yapılırken, dönem başkanı biz olduğumuz için, 'Dönem başkanı olarak Konsey'e ve Avrupa Birliğine bir jest yapalım, onlardan bir aferin alalım, bizi bağırlarına bassınlar' İngilizce tabiriyle 'absürt' düşüncesi yanında, 'Bu sayede, AK Parti'nin ve Türkiye' nin de isimleri, uluslararası platformlarda övgülerle anılacağı için bu da bizim için bir diğer ek kazanç olacak, partimiz ve ülkemize puan kazandıracaktır' çok garip kaçan düşüncesiyle de Hürriyet gazetesinin haberleri ve köşe yazarları yanında, Yeni Akit gazetesinin yazarlarından Abdurrahman Dilipak ve daha başkaları tarafından İstanbul Sözleşmesini yazanların öncü 'Türkiye ayağı' isimleri açık açık verilerek dile getirilmiştir.

Bunlardan ve daha başkalarından yaptığımız alıntılarda şunlar göze çarpmaktadır: Sağ'dan bir genel değerlendirme olarak Dilipak şunları yazdı: 'Dün bunu başımıza saranlar bürokratlar oldu. Başımıza bela açtılar. Bu kadrolar değiştirilmeli, millete manifesto yayınlanmalıdır.' (Yeni Akit, 22 Mart 2021) Sol'dan olarak Cumhuriyet gazetesi köşe yazarları da Dilipak benzeri genel değerlendirme yaparlarken, İstanbul Sözleşmesi' ni AK Parti iktidarının kendisinin yaptığını ve iptaliyle de tezada düştüğü, çifte standardına yönelik olarak Şükran Soner, 'Kendi Ayağına Kurşun Sıktı' başlıklı yazısında AK Partinin yaptıklarını 'Kendi ayağına kendisi kuruşun sıktı, bu yapılanlarla AK Parti'nin beyin ölümü gerçekleşti' görüşlerine yer verdi (Cumhuriyet, 23 Mart 2021). Cumhuriyet gibi AK Parti iktidarına muhalif gazetelerden Karar'da Yusuf Ziya Cömert de şunları yazdı: 'Kendiniz yazıp kendiniz imzaladığınız bir metni bütün kötülüklerini anası ilan edebileceğinize göre, günah keçisi ilan etmekten de zorluk çekeceksiniz.' (Karar, 24 Mart 2021)

Hürriyet gazetesinin haberinde ise, Sözleşme' yi hazırlama ve uygulamada 'Türkiye'nin kraldan çok kralcı kesilmesi' ve üstelik de bunu hazırlayan Türk bürokratlarını 'mükafatlandırmak' tan olarak 'önemli görevlere getirildiği' nden bahisle şunlar yer alıyordu: 'Sözleşme, Avrupa Konseyi Dışişleri Bakanlarının 2011 yılında İstanbul'da yaptıkları toplantıda imzaya açıldığı için Türkiye'nin en büyük kentinin adını taşıyor. Böylece bir uluslararası insan hakları hukuku metnine adını vermesi, İstanbul'un marka kimliğine bir artı değer olarak eklenmiş bulunuyor. (Bir ana not: Ama, bizim lehimize olmayan bir 'marka' oluşuna yönelik Türkiye Yazarlar Birliğinin kurucusu ve eski başkanlarından yazar dostumuz D. Mehmet Doğan'ın bir değerlendirmesi : 'Bu sözleşme, Avrupa' lı için kendi zihniyetleri üzerinden, Müslümanlığa karşı hem de İstanbul'da kazanılmış bir zaferdir – Gerçek Hayat Dergisi, 26 Mart – 4 Nisan 2021)

Türkiye, ilk imzayı atan (11 Mayıs 2011'de ilk defa atan, parlamentosunda ilk defa 24 Kasım 2011'de onaylayan, 8 Mart 2012'de Sözleşmeye dayalı olarak ilk kanununu çıkaran ve 2 Ağustos 2014'de uygulamaya başlayan) ülke olmasının ötesinde de her bakımdan tuğrasını vurmuştur bu metinde. Sözleşme taslağını müzakere edip kaleme alan heyette Türkiye'yi temsil eden ve metnin yazımında aktif rol oynayan ODTÜ öğretim üyesi Prof. Feride Acar, daha sonra Avrupa Konseyi bünyesinde sözleşmenin uygulanmasını izlemek üzere oluşturulan komitenin - en yüksek oyu alıp seçilerek - başkanlığını da yapmıştı 2015 – 2018 yılları arasında.

Keza, Sözleşme' ye taraf ülkelerin oluşturduğu 'Taraf Devletler Komitesi' nin 2014'de faaliyete geçmesinden sonra dört yıl süreyle başkanlığını yapan diplomat da Türkiye'nin o dönemde Strasburg'da Avrupa Konseyi'ndeki Daimi Temsilcisi olan Büyükelçi Erdoğan İşcan'dan başkası değildi.' (Hürriyet, 23 Mart 2021) Bütün bu olup bitenler biraz da, dizi yazımızın 2 inci bölümünde bahsettiğimiz Dünya –Kainat güzelimiz (!?) 'Keriman Halis Sendromu' na benziyor sanki!...

Mayıs 2011'de yapılan Avrupa Konseyi Dışişleri Bakanları Toplantısının başkanı, dönem başkanlığı sırası Türkiye'de olduğu için, bu başkanlık görevini o zamanlar Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu yapmıştı. Prof. Dr. Safa Saygılı dostumuzun yazdıklarına göre de Sözleşme'nin çıkması için en büyük rolü oynayan Türkiye'nin en üst düzey bürokratı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olmuş, bu cümleden olarak Saygılı yazısında, 'Hatta mucip (sebep) olan İstanbul Sözleşmesi'nin mimarı Davutoğlu ve partisi olmuştu' ifadelerini kullanmıştı.( Yeni Akit, 27 Mart 2021) Yine hattalardan olarak, Sözleşme'nin Bakanları Kurulu' nda kabul edildiği 11 Mayıs 2011 günü, 'Konsey üyelerine ve Dünya'ya bir jestimiz, kıyağımız olsun' gerekçesiyle sanki 'Yangından mal kaçırırcası' na alelacele ilk defa imzalayan da Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmuştu. Herhalde, Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilince onun da 'Başbakanlığa terfi' etmesinin sebeplerinden birisini de belki bu teşkil etmişti.

'İktidar yanlısı' denilen Yeni Şafak'ın köşe yazarı Yusuf Kaplan da AK Partinin işin başlangıcında yaptığı hataları dile getirmekten olarak şunları yazdı: 'Yasa yapmakta aciz Türkiye, kendi eli ile Batıya teslim oldu.' (Yeni Şafak, 21 Mart 2021)

Hürriyet'in köşe yazarlarından olarak da az çok 'iktidara yandaşlığı' ile tanınan yazar Fuat Bol'un genel bir değerlendirmesi de şöyle idi: 'Bugün neden kendi hukukumuzu ortaya koyamıyoruz? Bu kadar köklü devlet olmamıza karşın hala başkalarının sözleşmelerinden medet umuyoruz. Bunca hukuk fakültelerimiz ne güne duruyor? Anlı şanlı hukuk profesörlerimiz nerede? Hala Avrupa' nın gözlerine bakıyoruz. Ayıp değil mi? Avrupa'nın aile yapısıyla, gelenekleriyle, görenekleriyle, inanç ve töreleriyle bizimkiler aynı mıdır? Neden kendimize güvenmiyoruz? Avrupa'yı taklit edersek en iyi halimiz bile, Avrupa'nın gerisine düşmektedir. Zira taklit eden taklit edilen gibi olamaz.

Ayrıca, bu Sözleşme öyle iddia edildiği gibi kadına şiddeti azaltmamış, bilakis artırmıştır.' (Hürriyet, 24 Mart 1021). 'Hukuk fakültelerimiz sendromları' da 'Sosyoloji fakültelerimiz veya bölümlerimizin sendromları' yapılanmalarına benzemektedir. Eğer hukuk fakültelerimiz de bunlar gibi görevlerini layıkıyla yapmayacaklar, yapamayacaklar ve gerçek Laikliği değil Laikçiliği savunmalarının yanında, Atatürk'ü de gerçekten sevmekten ziyade, onu 'İstismar' a yönelik, 'Sömürülen Atatürk' ten olarak 'Atatürkçülük' doktriner ve ideolojik kalıplaşması, tabulaşmasıyla 'Atatürk'le Aldatmak' veya 'Atatürk'ten geçinerek, makam, mevki i, iaşe ve ibade sahibi olmak' a yönelik dersler ve mesajlar vermeye devam edeceklerse ve çok azınlıkta olan bir kısımları ise, hala 'milli, ilmi ve yerli çözümler üretmek' yerine Batının, bilmem neresi 'yaban elleri' nin 'ajandası veya dublajası' olmaya devam edeceklerse, bunlara kaşı da demokratik, adaletli, hukuki, ilmi, ehliyetli ve liyakatli tedbirler yapılandırmaları da mutlaka gündeme getirilmelidir,

İşler bu olup bitenlerle kalmamış, daha neler olmuş neler? Yeni Akit'de Dilipak, neredeyse 'İstanbul Sözleşmesi' nın baştan sona mimarının Türkiye olduğunu 'İstanbul Sözleşmesinde Susanlar' başlıklı yazısında daha geniş boyutlarda dile getirdi. O da herkesin üzerinde durduğu üzere Prof. Feride Acar konusunu daha geniş olarak dile getirdi. Dünya'da her 'Kadına Şiddetin Önlenmesi….' konusu ve kuruluşunda o varmış. Dünya' nın ilk 'Kadına Şiddeti Önleme…' belgesi ve sözleşmesi olan Birleşmiş Milletler –Avrupa Konseyi bileşkesinde hazırlanan CEDAW'ı yapımında aktif görev almış ve bununla ilgi olarak şunları söylemiş: '16 yıl BM CEDAW, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin denetim komitesinin üyeliğinde bulundum. CEDAW Raportörlüğü ve Başkanlığı yaptım. Kadınlara yönelik şiddet konusundaki en güncel küresel standart olan CEDAW Genel Tsfiyesi35'i (GR 35) belirleyen görev grubunun başkanı olarak çalıştım.'

Feride Acar, en son olarak İstanbul Sözleşmesinin de baş mimarlarından birisi olmuş ve bunula ilgili olarak da şunlardan bahsetmiş: 'Sözleşmeyi yazan uzmanlardan biriyim. Yapılması ve yürürlüğe girmesi için çok caba sarf ettiğimi uluslararası kamuoyu bilir.' Sözleşmeyi hazırlayan 7 kişilik raportörler grubunun en aktif üyesi imiş. Sözleşme yürürlüğe girdikten sonra, onun 'denetim kurulu üyesi' olmuş. Türkiye'nin adı geçen sözleşmeye kanun hükmünde uyumunu sağlayacak olan 6284 sayılı 'Kadına Şiddetin Önlenmesi….' kanunu o hazırlamış. (Yeni Akit, 4 Nisan 2021)

Dilipak, yazısında Feride Avar dışında 'Sözleşmenin diğer Türkiye ayaklarından' olarak şu isimler ve rollerinden bahseder: ' Ankara'dan bir arkadaşa sordum, diyor ki: ' Sözleşmeyi hazırlayan 7 kişilik kurulun en aktif üyesi Türkiye Dışişleri'nin Konsey'e önerdiği Prof. Feride Acar'dı. Sözleşme hazırlanırken ve onaylanırken Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclis Başkanı Mevlut Çavuşoğlu'ydu. Konsey'in Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyon Başkanı CHP Milletvekili Gülsün Bilgehan'dı (İsmet İnönü'nün torunu) .

Sözleşme, 2011'de Türkiye'nin Avrupa Konseyi dönem başkanlığına yine Türkiyeli siyasetçilerin girişimiyle yetiştirildi. Avrupa Konseyi'ndeki Türk Parlamenter heyetinin başkanı şimdi Washington büyükelçisi olan Murat Mercan idi. Bu iş, hem Avrupa Birliği'ne sadakat göstergesi olacaktı, hem de dünyada kadın hakları için Türkiye'nin ve AK Parti'nin tanıtımı için iyi bir propaganda vesilesi olarak görülüyordu.

Nihayet sözleşme Mayıs 2011'de İstanbul'daki Avrupa Konseyi Dışişleri Bakanları zirvesini yetiştirildi ve imzaya açıldı. O yüzden adı 'İstanbul Sözleşmesi' oldu, Toplantıda sözleşmeyi ilk imzalayan da Türkiye adına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu idi. İmzalandıktan 7 ay sonra Sözleşmeyi Meclis'ten geçiren ilk ülke de Türkiye oldu. Sözleşme oybirliğiyle Meclis'ten alkışlarla olağanüstü bir hızla geçti.' (Yeni Akit, 4 Nisan 2021)

Türkiye'nin Ataklığı İle İlgili Genel Bir Değerlendirme

Bütün bunların özetinden olarak işin esası ve toplu genel değerlendirmesine bakılacak olunursa, iktidara geldiği 2002 Kasımından başlayarak İstanbul Sözleşmesi'nin imzalandığı 11 Mayıs 2011 zaman diliminde, AK Partinin herkesçe kabul edilen 'liberal kimliği' nden denilen bu kimlik yapısının da adı geçen sözleşmenin imzalanması konusunda 'Türkiye'nin işin şampiyonluğunu yapması' nın getirdiği diğer görünür ve görünmez sebeplerinden olarak da benim kanaatimce şunlar olmuştur:

1-Sözleşme'nin bizde yapılanması ve imzalanması ile, Avrupalılar yanında, zaten bunların kimliklerine de az veya çok yatkın oldukları halde, içimizdeki Atatürkçü, Seküler, Laikçi ve Marksist Solcu kesimi yanında, Batı'nın içimizdeki ajandası ve dublajası çevrelerine de, 'bakınız biz de sizden yanayız' cümlesinden olarak bir mesaj verilmiş olabilir kanaat ve düşüncesindeyiz.

2-Bunların 'alkışları' alınarak, AK Partiye yönelik reaksiyonları kırılmak düşünülmüş olabilir.

3-Sözleşme' yi imzalanmakla, az da olsa bunlardan AK Partiye oy gelebileceği hesabı da yapılmıştır sanki.

4-Daha da önemlisi ve esası olan, 'Zaten Avrupa Birliğine girmek için –onlar istemese bile de dile getirildiği halde- can atmakta olan Türkiye' denilerek, kendisinin bu Sözleşme' yi imzalamada atak davranmakla, 'Kendini onlara beğendirmek, aferin dedirtmek cümlesinden' olarak da her devletten çok bu işin şampiyonluğuna Türkiye'nin soyunması, böyle de izah edilebilir. Kur'an 'dan bir ayet: 'Siz onlara benzemedikçe, onlar sizin dostlarınız olmazlar'. Bu da olup bitenlerin iç yüzünü veya deşifresinin, tarihin derinlikleri ve dinimizin mesajlarından olarak bize daha devasa boyutlarını ortaya koymaktadır.

Tarihimizin hiçbir döneminde biz 'Avrupa'yı hakkımızda memnun etmek istesek' bile o hiçbir zaman bunlardan memnun olamamış veya kendi çirkin hesapları için kullanmıştır. Bu, en çarpıcı misali, örneğini Osmanlı Devletinin yıkışında göstermiştir. 'Avrupa bizi sevsin ve İmparatorluğumuzun yıkılmaması için çalışsın' diyerek, -üstelik de metinlerini İstanbul Sözleşmesi gibi kendileri ve içimizdeki 'yerli işbirlikçileri' yle birlikte yazdıkları halde, - 3 Kasım 1839'da, İngiltere'nin başkenti Londra'da yapılıp ve yazılıp İstanbul'da ilan edilen 'Tanzimat Fermanı veya Sözleşmesi', 5 Şubat 1856'da Avusturya'nın başkenti Viyana'da yapılıp ve yazılıp İstanbul'da ilan edilen Islahat Fermanı veya Sözleşmesi, 1876 – 1877'de 'Londra ve Paris olurlu kaynaklı' olarak İstanbul'da ilan edilen 'Meşrutiyet ilanı veya Sözleşmesi' Cihan İmparatorluğumuzu yaşatmaktan ziyade, onu ta temellerinden kemirerek yıkılmasına sebep olmuş, ardından da 'Amaaa!... çok yanlışlar yapmışız' diyerek boşunu dövünmüş ve hayıflanmışızdır. (Bu üç Sözleşme veya ilanlarının getirdiği büyük yıkımlar için canlı belgelere dayalı olarak benim şu üç kitabıma bakabilirsiniz: Süleyman Kocabaş, Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı 3 Kasım 1839 - 13 Haziran 1913, Vatan Yayınları, İstanbul, 1996, s. 9 – 276), Süleyman Kocabaş, Tarihimizde Yanlışlıklar Geçidi, Vatan Yayınları, İstanbul, 2004, s. 9 – 184, Süleyman Kocabaş, Kendi İtiraflarıyla Jön Türkler Nerede Yanıldı? Hayaller… Komplolar…Kayıplar…, 1890 – 1918, Vatan Yayınları, İstanbul, 1986, s. 17 – 567)