Son yıllarda İslam’ın “tek hak din olma” vasfını ortadan kaldırmaya yönelik plan ve projelere verilen hız, ehlinin malumudur. “Dinlerarası diyalog ve hoşgörü” adlı Vatikan projesi bunlardan biridir.

Son yıllarda İslam'ın 'tek hak din olma' vasfını ortadan kaldırmaya yönelik plan ve projelere verilen hız, ehlinin malumudur. 'Dinlerarası diyalog ve hoşgörü' adlı Vatikan projesi bunlardan biridir.

Müslümanları dinlerarası diyaloga mahkûm etmek için, İslam'ın tabii yapısı gereği buna yanaşmayanları, 'ötekileştirme' ve 'nefret söylemi'nde bulunmakla suçlamak, insaf ve iz'anla bağdaşmayan şeytanî bir hiledir.

İnsan haklarını konu edinen evrensel sözleşmelerde ittifak edilen hakim prensip odur ki, hiç kimse dinî inancından ve inancının gereklerini yerine getirmekten dolayı kınanamaz.

Bu yazımızda söz konusu prensibi hafızamızda hazır tutarak İslam'ın temel özellikleri, muharref ve beşerî diğer din mensuplarına yaklaşımı ve o dinlerin de İslam'a ve Müslümanlara bakışıyla ilgili bazı tahliller yapacağız.

I- İSLAM'IN TEMEL ÖZELLİKLERİNİN VERDİĞİ MESAJ

İslam'ın temel özellikleri, yüce kitabımız Kuran'daki ayetlerin hükümleriyle sabittir. Bunları yanlış tevile yahut esnetmeye imkan ve ihtimal yoktur. Bir kimse Müslümansa bunlara inanır; değilse kendi bilir ve sonuçlarına katlanır.

Ayetleri / dini tahrif ve ifsat, hem gayrı ilmîdir hem de İslam'a saldırı niteliğinde büyük bir ahlaksızlıktır.

Bir Müslümanın nasıl inanacağını ortaya koyan ayetlerden bazıları şöyledir:

'Şüphesiz ki Allah katında din İslam'dır…' (Âl-i İmran: 19.)

Bu ayet-i kerimede 'din' kelimesi tekil olarak kullanılmış, o dinin de İslam olduğu haber verilmiştir. Bu, hak ve doğru dinin birden fazla olamayacağı, yani 'dinde çoğulculuk' denen şeyin ilimden uzak, asılsız bir hurafe olduğu anlamına gelir.

'… Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslamiyet'i beğendim, ondan razı oldum…' (Maide: 3.)

Bu ayette ise İslam'ın Allah tarafından vazedildiği, seçildiği, mükemmel hale getirildiği, bu sebeple de Allah'ın sadece İslam'dan razı olacağı anlatılmaktadır.

'Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.' (Âl-i İmran: 85.)

Bu ayette Allah indinde başka bir dinin geçerli olmadığı açık ve net bir şekilde anlatılmaktadır.

'Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur.' (Fetih: 28.)

Bu ayette tek hak din olan İslam'ın galebe çalacağı haber verilmektedir. Nitekim bu, tarih boyunca yaşanarak görülmüştür.

'Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu İslam'ı söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirlerin hoşuna gitmese de Allah nurunun tamamlayıcısıdır.' (Saf: 8.)

Bu ayette İslam'a düşmanlık yapanların asla muvaffak olamayacakları anlatılmaktadır. Yeryüzüne nur / ışık olan İslam, mutlaka hakim olacaktır. O, inanmayanların üflemesiyle söndürülemeyecek kadar güçlüdür.

'Hak geldi, batıl yıkılıp gitti! Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur.' (İsra: 81.)

Bu ayette de İslam'ın hak, onun dışındaki her şeyin batıl olduğu, batılın, yani yanlışın, küfrün, cehaletin kalıcı olamayacağı, mutlaka hezimete mahkûm olacağı anlatılmaktadır.

Daha pek çok örnek verilebilirse de bu kadarı yeterlidir.

Bunlar, Allah'ın kelamı olan Kuran'ın emir ve hükümleridir. Müslümanlık, bu emir ve hükümlere olduğu gibi inanmak demektir. Bu hüküm ve prensipleri zaafa uğratmaya, hükümsüz bırakmaya çalışmak kişiyi iman ve İslam dairesinin dışına çıkarır.

Bir Müslümanın ayetlerin çizdiği bu çerçeveye göre inanması ve dinini böyle yaşaması, en tabii hakkıdır. Evrensel beyannameler ve hukuk sistemleri de bu hakkı tanır ve bu hakların kullanılabilmesi için gerekli hukuki çerçeveyi çizer. Bugün 'din ve vicdan hürriyeti', 'fikir ve kanaat hürriyeti' diye adlandırılan temel insan hakları bunu ifade eder.

Buna göre hiç kimse veya hiçbir telakki, din, fikir veya ideoloji, bir Müslümanın inancının gereği gibi yaşamasını tenkit konusu yapamaz. Dinini yaşama hakkını kullanan bir Müslümanı 'ötekileştirme' ve 'nefret söylemi'nde bulunmakla suçlayamaz.

Peki, İslam diğer muharref – beşerî dinlerin mensuplarına nasıl bakar?

Onları İslam'a davet eder. Kabul etmedikleri takdirde inançlarıyla baş başa bırakarak kendilerine İslam hukukunun belirlediği çerçevede dinlerini yaşama hürriyeti verir ve tabi olacakları hukuku belirler. Çünkü İslam hukuku her topluma layık olduğu ölçü ve adaletle muamele eder. Bu hukuku da Allah belirlemiştir. Ahirette kendilerine nasıl muamele edileceği ise Allah'a aittir.

'Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır.' (Bakara: 256.) prensibi bu büyük gerçeğin delilidir.

Nitekim tarih boyunca İslam'ın hakim olduğu dönemlerde Yahudi ve Hıristiyanların her türlü haklarının korunduğu, onlara inanç ve ayinlerinde hiçbir baskı yapılmadığı, askerlikten dahi muaf tutuldukları, ama hak ve hürriyetlerinin teminat alınması ve korunmasının bedeli olarak kendilerinden cizye alındığı bilinmektedir.

Görüldüğü üzere İslam hakkı ortaya koyar, batılı tanımlar, sonra da insanları tercihleriyle baş başa bırakır. Onları tahkir etmez, bilakis İslam hukukunda tanımlanan hak ve hürriyetleri çerçevesinde güzellikle idare eder. İslam'ın güzelliklerini görüp de İslam'ı tercih etsinler diye gayret eder.

14 asırlık bu tarihî tecrübe ortadayken, hiç kimse kalkıp biz Müslümanları, dinimizin nefret içerdiği gibi bir yalanla itham edemez.

II- EHL-İ KİTABIN İSLAM'A BAKIŞI

İslam'ın ve Müslümanların nefret söylemiyle suçlanması açık bir itham iken, bilhassa ehl-i kitabın ve diğer beşerî din mensuplarının bu yöndeki uygulamaları gerçeğin ta kendisidir. Yani nefret suçunu asıl onlar işlemektedir.

Nitekim ehl-i kitap, Cenab-ı Hakkın kendilerine gönderdiği kitapları bozmuşlar, muharref hale getirmişler; sırf kendilerinden gelmediği için Hz. Peygamberi (s.a.v.) kabul etmemişler; hasetlikleri, kin ve buğuzları sebebiyle düşmanlıklarını hem peygamberimizin zamanında hem de daha sonraki zamanlarda göstermekten çekinmemişlerdir.

Keza tarih boyunca yaşanan haçlı seferleri de bu tespitimizin fiilî ispatıdır. Yine Endülüs'ün başına gelenler de insanın tüylerini diken diken eden bir fecaat olarak tarihin sayfalarında kayıtlıdır. İşte asıl nefret suçu bunlardır.

Onların İslam'a bakışlarını ve düşmanca tavırlarını anlatan çok sayıda ayetten iki örnek verelim:

'Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kafir yaparlar.' (Âl-i imran:100.)

'Onlar sizi bir yakalasalar size düşmanca davranırlar, elleriyle ve dilleriyle size kötülük etmeye çalışırlar ve isterler ki sizler de hakkı inkar edesiniz.' (Mümtehine: 2.)

Kuran'ın haber vermiş olduğu bu yaklaşıma 14 asırlık tarihi şahit tutarız. Mesela haçlı seferleri sırasında Hıristiyanların geliştirmiş olduğu slogan şuydu:

'Bir Müslümanı / Türkü öldürmek cennete gitmek için yeterlidir.'

İslam'a ve Müslümanlara bazen münferit olarak bazen de Hıristiyanlarla işbirliği halinde Yahudilerin tertiplediği plan ve projeler ise ayrı bir araştırma konusudur. Bu yazının hacmi çerçevesinde sadece Osmanlının yıkışışında ve günümüzde Afganistan, Bosna, Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin başına gelen felaketlerdeki payını hatırlatmakla yetinelim.

İşte asıl nefret söylemi budur.

Bugün batılı ülkelerde adeta bir felaket halini alan İslamofobi hareketleri, tarih boyunca gelen bu tutumun son örnekleridir.

Ve aslında gözden en çok kaçan, bu sebeple de en fazla dikkat edilmesi gereken bir başka örnek de, milenyum hedefi doğrultusunda Hıristiyanlığı dünya dini haline getirmeye çalışmalarıdır. Bunun önündeki en büyük engel İslam olduğuna göre, İslam'ı imha etmek, hedeflerine ulaşabilmeleri için bir zarurettir. Bir dine yaşam hakkı tanımayıp kefen biçmekten daha büyük nefret söylemi olabilir mi? İşte 'tarihselcilik', 'tevhid-i edyan', 'dinlerarası diyalog' ve 'ılımlı İslam' gibi projelerin devreye konması hep bu maksada yöneliktir.

Ve ne hazindir ki gerçek bu olduğu halde bu mihraklar nefret suçu işlemek, nefret dili kullanmak konusunda ısrarla Müslümanları ve İslam'ı suçlamaktadırlar.

Halbuki İslam ezelî olan hak ve batıl çizgisinin hak safını temsil etmekte ve mensuplarını da Allah'a itaate, insanlığı ihya ve alemi imara çağırmaktadır. İslam bu hüviyeti ile barış dinidir. Dünyaya huzur ve sükûnu hakim kılmak istemekte ve insanları iki cihan saadetini kazanmaya davet etmektedir.

III- TAHRİFATÇI VE REFORMCULAR KİMİN SAFINDA?

Bugün tahrifatçı ve reformist çizgide olup, İslam'ın anlatmaya çalıştığımız bu gerçek hüviyetini bozanlar, ne hazindir ki batılı oryantalistlerin, tarihselci ve dinlerarası diyalogcu çevrelerin dümen suyuna kapılarak, sanki ötekileştirmeyi ve nefret söylemiyle kendisinden olmayanlara yönelik şiddet teşvikini Müslümanlar yapıyormuş gibi büyük bir şenaate kalkışmaktadırlar.

Tekrar ediyoruz, bunun yapılmasının sebebi, hile ile Müslümanların bir Vatikan projesi olan dinlerarası diyaloga zorlanmasıdır.

İster böyle bir zorlamanın psikolojik baskısı altında olsun, isterse de başka sebeplerle, dinlerarası diyalog projesine kapılanların hazin ve vahim durumlarını şöyle özetleyebiliriz:

- Bu tahrifatçı – reformistler, çok yazıktır ki -güya- mensup oldukları İslam'ın hak ve batıl ayrımı konusundaki temel ölçüsünü zaafa uğratmışlar, adeta yok saymışladır.

- Böylece tek hak din olan İslam'ı (haşa) muharref dinlerle eşit hale getirmek istemişlerdir.

- İşledikleri bu iki cinayeti kabul etmeyen gerçek Müslümanları da ötekileştirme ve nefret suçu söylemiyle ithama kalkışmışlardır.

Reformist ve tahrifatçıların bu yaptıklarının manası şudur:

1- Bu yaklaşım ilmî, insanî değildir; İslamî hiç değildir.

2- Bu büyük bir zulümdür. Bu zulüm, öncelikle kendi ebedî hayatlarını mahvetmesi dolayısıyla kendi nefislerine zulümdür, sonra da diğer Müslümanlara ve tüm insanlığa zulümdür.

3- Bu açık bir akaid ihlalidir; İslam'ın tahrifi ve tahribi girişimidir.

4- Bunlar Müslüman görünümlü olsalar da, kalpleri ve zihin yapıları itibariyle ifsatçı ve bozguncularla aynı saftadırlar. Bu bedbahtların ahiretteki hesaplarının çok ağır olacağını Kuran haber vermektedir.

5- Bunlar mensup oldukları hak yolun kıymetini bilmeyen, küfran-ı nimet içinde olan sapkın bir güruhtur.

6- Şunu da unutmayalım ki bu yapılan sadece dinî ve ahlakî bir dejenerasyon değildir. Aynı zamanda milli kimlik ve şahsiyetin, devlet ve milletin de hedef alınması demektir.

Bu tahrifatçı ve reformcular devleti de yanlarına çekerek Müslümanları hukuk kamçısıyla dövüp istedikleri gibi hizaya sokmaya çalışmaktadırlar.

Bunların halini en vurucu şekilde belki de şu ayet-i kerimeler anlatmaktadır:

'Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sadece kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar. Kalplerinde bir hastalık vardır da Allah hastalıklarını artırmıştır ve yalancılık ettikleri için bunlara pek acı bir azap vardır.

Hem bunlara 'Yeryüzünü fesada vermeyin' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler.

Doğrusu bunlar ortalığı ifsat edenlerdir. Lakin şuurları yok, farkında değillerdir.' (Bakara: 9 – 12.)