İran dosttur lâkin Şiá batıldır...

Türkiye İran ile iki Müslüman ülke olarak ve sınırdaş olduğu için dost kalmalı ve kimsenin gazına gelip asla savaşmamalıdır.
ABD İran’a posta koyuyorsa biz İran’a destek vermeliyiz.
Hem bu işler posta atmakla olmuyor, savaş meydanlarında o posta atan coniler sıkça iç çamaşır değiştiriyorlar..
Afganistan’da on yıldır havlamaktan öteye geçemiyor ABD.
Şimdi Pakistan’dan yardım istiyor ama kuyruğu dik tutmak için de stupid Trump “düğmeye bassam on milyon kişi ölür, onları öldürmek istemem” gibi tam da delilere mahsus zırva şeyler söyleyip duruyor..
Gelelim İran’ın hâkim bátıl mezhebi Şiáya...
İspanya İslâm hükmü altındayken İmam Ebu Muhammed b. Hazm orada bulunan papazlarla, kitapları İncil’in muharref olduğu hakkında münazara eder, deliller getirirdi.
Papazlar da cevap olarak Şiá’nın Kur’ân’ın muharref olduğuna karar verdiklerini söyleyerek gûya delil getirdiklerinde İbni Hazm (haklı olarak); “Şia’nın iddiası ne Kur’ân aleyhine ne de Müslümanlar aleyhine delil olamaz. Çünkü (bu tür iddia sahibi) şiîler müslüman değildir” demiştir.
Şiá Kur’ân-ı Kerîme VELAYE SÛRESİ diye bir sûre ekliyor ve ezana da “Ali’yi veliyullah” ilâvesi yaparak gûya Hz. Ali (kerremallahü veche) hazretlerinin arkasına saklandıklarını sanıyorlardı...
Şiá’nın bu gün dahi yaptıkları parmak ısırtacak; akla ziyan, imana ters, mantık ve zekâları zorlayacak raddededir. Burada internetteki sitelerinden aldığım bir basit örneği kaydetmek istiyorum. Nur Sûre-i Celîlesinin 35. âyetini bu derece abes yorumlayan başka bir misâl bulamazsınız:
“O Ali’dir. –Allahın salâtı ona olsun–, o da onun türbesi ve nuru ve feyzi ve onun izzeti kalplerde ve ruhlarda meleklerle birlikte o kutsal ağacın etrafında tavaf ediyor. O kutsal ağaç ki Mustafa ve kardeşi –Allahın selamı o ikisine ve evlatlarına olsun– o ağaçtandır. Halk ise başka bir ağaçtan.
O ağacın kutsallığı Allah azze ve cellenin kutsallığından geliyor. O ağaçtan varlığın özü yaratıldı. Allahın nuru o ağaçtan aleme yansıdı. O ağaç doğuya ve batıya ait olmayan mübarek zeytin ağacıdır. Allah onu mübarek “Nur”suresinde anlatmıştır:
Hani TRT1’in haber öncesi “doğrusu ne?” programı var ya... Ne diyorlar başlarken? “Yalanların sonu gelmez, doğrusu ne demedikçe” diyorlar...
Burada Nur Sûre-i Celîlesinin meâli şerifini doğru şekliyle biz kaydedelim ki doğru ile yanlış ortaya çıksın:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı (misâli), sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücre (kandillik gibi)dir, o çerağ bir sırça (kandil) içindedir. O sırça (kandil) de sanki bir inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır ki, güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da) nur üstüne nurdur. Allah kimi dilerse nuruna kavuşturur. Allah insanlar için misaller irad eder (misaller verir). Allah her şeyi hakkıyla bilicidir.”
Yukarıdaki âyet meâlini Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm isimli eserinden aldığımız Hasan Basri Çantay merhum bu âyet meâline bir şerh koymuş, âyetin birçok şekilde tefsir edildiğini belirtmiştir, lâkin Şiá’nın böylesi saçmalıklarla süren yorumlarını iman, akıl ve feraset sahibi hiçkimse tasvip etmemiştir.
Hasan Basri Çantay; Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm; İstanbul 1979, c: 2, s: 635, (32 numaralı dipnot) şöyledir:
Bu âyet-i kerîme müteaddid suretlerde tefsir edilmiştir. Tasavvuf erbabı da bununla çok meşgul olmuşlardır. Hattâ İmam Gazâlî başkaca bir eser te’lif etmişdir. Kâ’b ve İbni Cübeyr’e göre bu âyet-i kerîmedeki ikinci nuurdan murad Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. (devam edecek inş.) 24.07.2019