Ankara'ya son gidişimde Ulus'taki Azize Tereza Kilisesi'ni ziyaret edeyim dedim. Hala ibadete açık bu kilisede bazı güzel vitraylar, mozikler falan varmış. Sanat tarihi alanında ne kadar gezersen o kadar havan olur malum.

Ankara'ya son gidişimde Ulus'taki Azize Tereza Kilisesi'ni ziyaret edeyim dedim. Hala ibadete açık bu kilisede bazı güzel vitraylar, mozikler falan varmış. Sanat tarihi alanında ne kadar gezersen o kadar havan olur malum.

Kale'den inerken haritalara bakarak binayı buldum ama o gün ziyarete kapalıymış. Demir kapının önünde beklerken içimi garip bir his kapladı. Sinemaseverler bilir, dünya sinemasında gerilim korku ve maceranın bi kenarında mutlaka bir kilise sahnesi vardır.

Filipinli bir gerilim filmi olan "Eerie"de mesela; manastırın pdr'cisi olan tatlı rahibe, odasında yalnız otururken kalemini yere düşürür. Almak için eğildiğinde sandalyede oturan bir öğrencinin tek ayakkabısı olmayan ayaklarını görür. Doğrulana kadar ömrünüzden ömür gider. Karşısında daha önce kilisede intihar eden öğrencinin hayaleti oturmaktadır.

Türkçeye, filme girmeden ödünüzün yüreğinizin yarılacağı hissine kapılın diye "Şeytan Çarpması" olarak çevrilen "Exorcism of Emily Rose" filminde içine şeytan giren kızın kilisede kutsal alana koşup orda sesinin gözlerinin dönüşmesini izlemek, bir zaman yatakta ışık ve müzik açık şekilde büzüşerek uyumaya sebep olabiliyor.

Ya da Dan Brown'un sinemaya uyarlanmış muhteşem eseri "Melekler ve Şeytanlar" Vatikan'ın gizemine gizem katan, heyecendan koltukta zıplatan türden.

Bizim Yeşilçam avanesinin imamlarla bir yüzyıldır uğraşıp durduğu gibi, Hollywood başta olmak üzere batı sineması da kiliseyi rahipleri rahibeleri yüzlerce filmde gerilimin malzemesi yapmış.

Yıllardır rüyalarıma bile girer, kilometrelerce uzayan mezar tünelleri, katakombların bir ucu bizim apartmanın altına açılır, ölüler ordan üstüme yürür, kapıyı kapatırken kolları bacakları sıkışır falan neler neler ya...

Neyse sırtım ürperdi. Kilise de kapalıymış. Ulus'a tahmini bir istikamette yürürken yanlış çok yanlış bir sokağa girdim. Türk mitolojisinde, manken olmak için evden kaçan aptal kızları kandırıp pavyonda bulaşıkçı yapan adamlara benzer tiplerin "bunun burda ne işi var" bakışları arasından, otobandan karşıya geçen ördek gibi süzüldüm.

Bu ürpertici, kasvetli, renksiz sokak meğer en işlek caddelerden birinin arka sokağıymış. Caddenin kalabalığına, ışıltısına bakakaldım. Bu kadar işlek renkli ve güvenli bir caddenin paraleli bu denli ıssız ve tekinsiz olabilir demek.

Tıpkı insanlar gibi; içinde karanlık sırları, kötü niyetleri, acımasız fikirleri olan insanların dışa bakan yüzlerinin güven verici ve sımsıcak olması gibi.

Müslüman, Hıristiyan farkeder mi? Ya da Türk Arap İngiliz olması? Her dinin her ırkın her meslek grubunun tekinsiz insanları vardır.

Biz nedense insanların akıbeti konusunda konuşmayı ve senaryo yazmayı severiz. Kim bize göre cennetlik gibi duruyorsa, namaz kılıyorsa ona tam puan veririz. Fakat kimin nereye gideceği değil, dünyaya ne kattığına bakmamız lazım. Bana göre, farklarına rağmen beraber yaşamayı becerebilen, dünyayı güzelleştiren insanlar güzel insanlardır. Ahiretlerinin kararını El Hakem olan Allah tayin eder zaten...

Bunlar müslüman olarak İslam'ın bize yüklediği hoşgörülülük sorumluluğunun bir parçası. Bizim, sırf başı örtülü diye, kendi halinde mesleğini icra eden öğretmeni aşağılayan vizyonsuzlardan farkımızın olması gerek.