Bir evvelki yazımızda Nisa: 150 - 151. Ayetleri konu almış, peygamberleri inkârın Allah’ı inkâr anlamına geleceğini, bunun büyük bir küfür olduğunu anlatmıştık.

'Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan sakının…' (Haşr: 7.)

Bir evvelki yazımızda Nisa: 150 - 151. Ayetleri konu almış, peygamberleri inkarın Allah'ı inkar anlamına geleceğini, bunun büyük bir küfür olduğunu anlatmıştık. Bu yazımızda Sünnet ve hadis inkarcılığının ve dışlayıcılığının da neticesi itibariyle Hz. Peygamberi (s.a.v.) inkar anlamına geldiğini izah edeceğiz.

I- SÜNNET VE HADİS DIŞLAYICILIĞI NEDEN HZ. PEYGAMBERİ (s.a.v.) İNKÂR ANLAMINA GELİR?

Söz konusu ayetlerde geçen 'peygamberi tanımamak' nasıl anlaşılmalıdır?

Hz. Peygamber (s.a.v.) hayattayken onu tanımamanın ve ona karşı çıkmanın küfür olduğu Kuran'da pek çok ayette anlatılmaktadır. Ona tabi olmak, getirdiği hüküm ve prensiplerle amel etmek ve ihtilaf edilen konularda ona başvurmak Kuran'ın emridir. Mesela ihtilaflarda ona başvurmaya dair Nisa 65. Ayette şöyle buyrulur:

'Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.'

Peki, Hz. Peygambere (s.a.v.) başvurmak, verdiği hükümlerle amel etmek, Onun ahirete irtihalinden sonra nasıl olacaktır? Veyahut da kişi ne yaparsa bu ayetin tehdidine girer?

Bu, temelde iki şekilde vuku bulur:

Birincisi Onun nübüvvetini ve risaletini açıkça inkar etmektir. Bunun küfür olduğu açıktır. Zaten bir evvelki yazımızda ehl-i kitabın (Yahudi ve Hıristiyanların) bu küfrü işlediğini anlatmıştık.

Hz. Peygamberi (s.a.v.) inkar etmenin, tanımamanın ikinci şekli de (kendisi açıkça inkar edilmese de) Sünnet ve hadislerinin dinde delil sayılmaması, inkar edilmesidir.

Malum olduğu üzere yüce İslam'ın iki ana kaynağı vardır. Bunlar Kitap ve Sünnet'tir. Sonra İcma ve Kıyas gelir ki dördüne birden 'edille-yi şeriyye' denir.

Sadece Kuran'ı kabul edip Sünnet'i dikkate almamak ya da delil kabul etmemek, dini daha kaynağından parçalamak anlamına gelir. Bu manada Hz. Peygamberin (s.a.v.) hadislerini -toptan- güvenilir bulmamak da onu inkar etmenin farklı bir ifadesidir. Bunu yapanlar uydurma hadisleri bahane etmektedirler. Halbuki iki yüz kırk civarında mevzu / uydurma hadis var diye, Hz. Peygamberden (s.a.v.) 23 yıl boyunca varid olan bütün hadisleri inkar etmek, asla samimi bir Müslümanın harcı olamaz. Bu, Hz. Peygamberi reddetmek için geliştirilmiş sinsi ve hain bir söylemdir.

Söz konusu bu uydurma hadisler zaten ulema tarafından incelenmiş, metin ve / veya senet kritikleriyle hadis olmadıkları anlaşılmış ve diğerlerinin arasından ayıklanmıştır. Hal böyleyken bu asılsız mazeretin arkasına sığınıp Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kuran'ı tefsiri demek olan Sünnet ve hadislerini yok saymak, hiçbir müminin yapabileceği bir şey değildir. Zira Hz. Peygambere (s.a.v.) inanmak, Onun Allah'tan getirdiklerini fiil ve söz olarak kabul etmek, emirlerine riayet etmek, yasaklarından kaçınmakla olur. Sünnet ve hadislerin toptan dışlanması, neticede Hz. Peygambere (s.a.v.) inanmamak sonucunu doğurduğundan küfürdür.

Halbuki bizzat Kuran Hz. Peygamber ne getirdiyse alınmasını emretmektedir.

'Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan sakının…' (Haşr: 7.)

Kuran'da onun heva ve hevesinden konuşmayacağı, ne konuşuyorsa ona vahyedildiği de haber verilmektedir. (Bak: Necm: 3- 4.)

Yine Hz. Peygamberin (s.a.v.) en yüce ahlak üzere bulunduğu (Kalem: 4), beşeriyet için en güzel örnek / üsve-i hasene olduğu (Ahzab: 21) haber verilmiştir.

Kitapla Sünneti / hadisleri birbirinden ayırmak da Allah ile Resulünün arasını ayırmak demektir ki; bu da dini parçalamaktır.

Nitekim Nisa: 59'da Allah'a ve Resulüne itaat ayrı ayrı emredilmiştir. Bu ayeti izah eden tefsirler, Allah'a itaatten maksadın Kuran'a tabi olmak, Resule itaatten maksadın da Onun Sünnet ve hadislerine tabi olmak olduğunun altını çizmektedir. (Mesela bak: Elmalılı Tefsiri, c: 3, s: 17.)

Hz. Peygamberin (s.a.v.) Sünnet ve hadisleri, vahyin bir türü olan vahy-i gayrı metlüvdür. Bu açıdan da Sünnet ve hadisin inkarı, vahyin bir türünü inkar anlamına gelmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

'Şunu iyi biliniz ki bana Kuran-ı Kerim'le birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun, koltuğuna kurulan tok bir adamın size 'Sadece şu Kuran lazımdır. Onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter' diyeceği günler yakındır...' (Ebu Davud, Sünnet, 6, İmare 33; Tirmizi, İlim 10)

Keza Kuran'da, birçok alim tarafından 'Sünnet' olarak tefsir edilen 'hikmet'in de aynen Kuran gibi indirildiği haber verilmektedir. (Bak: Bakara: 151, Cuma: 2, Nisa: 113.)

Sünnet ve hadisleri dışlamak, vahyin yerine aklı koymak olduğundan, yeni bir akılcılık dini kurmak demektir. Şayet akıl hakkı ve hakikati bulmakta yeterli olsaydı, o takdirde tarih boyunca bunca resul ve nebi gönderilmesindeki hikmet ne idi? Sonsuz rahmet sahibi olan Allah, Rahim sıfatının tecellisi olarak kullarını kendi cüce akıllarıyla baş başa bırakmamış, gönderdiği peygamberlere vahyettiği emir ve hükümlerle onlara yol göstermiştir. Bu, mücerret aklın hakkı ve hakikati bulmada yeterli olmadığının en büyük delilidir.

Hal böyleyken, Sünnet - hadis inkarcılığı ve dışlayıcılığı, Kuran'ı tefsir etmede nakli değil, aklı esas almak için planlanmıştır. Bu da netice itibariyle Kuran'ı felsefî bir metin gibi değerlendirmek anlamına gelmektedir. Bunun birçok itikadî ihlale sebep olacağı ise açıktır.

Aynı dışlayıcılık İslam'ın itikadî ve fıkhî konularında da söz konusudur. Halbuki itikadî ve fıkhî konularda da Kuran'ın hedeflerini Sünnet ve hadisler ortaya koyar. İslamî hükümler incelenirse, kahir ekseriyetinin Sünnet kaynaklı olduğu görülecektir. Bu durumda Sünnet ve hadis kaynak olmaktan çıkarılırsa, İslam denen binanın çökmesi önlenemez hale gelir.

Burada aklın İslam'ı anlamada büyük bir ilahî nimet olduğu gerçeğiyle, hakkı bulmada tek kaynak kabul edilmesi ve hüküm koyması asla birbirine karıştırılmamalıdır. Birinci durumda akıl hidayeti bulmada önemli bir vasıta iken, ikinci durumda putlaştırılmış aklın dalalet ve sapkınlık sebebi olması söz konusudur.

Sünnet ve hadisin yerine aklı koymak, Hz. Peygamberi (s.a.v.) dışlamak, gönderiliş hikmetini tanımamak, netice itibariyle onu inkar etmek anlamına gelir.

Bir evvelki yazımızda tefsirlerden hareketle ortaya koyulan ölçüler doğrultusunda Hz. Peygamberi (s.a.v.) inkar, Allah'ı inkardır ki bunu yapanların gerçekten kafir olacakları ayet-i kerimenin hükmü olarak ortadadır.

II- KURAN BİZE YETER DİYENLERİN SAPKINLIĞI

İşte 'Kuran bize yeter' deyip Sünnet ve hadisleri dışlayarak Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve gönderiliş sebebini geçersiz kılacak bir tavır içine girmek, neticesi itibariyle açık ve gerçek bir küfre yol açar.

Sünnet ve hadisleri devre dışı bırakarak 'Kuran İslam'ı' projesini ilk seslendiren Hindistanlı İngiliz casusu Gulam Ahmed adlı sapkındır. Bu söylemi proje haline getirenlerse Macar Yahudilerinden Goldziher ve Alman Yahudilerinden Schacht adlı oryantalistlerdir. Hindistanlı Fazlurrahman bu projeyi sanki kendine aitmiş gibi, küçük bazı ilavelerle İslam dünyasına servis etmiştir.

Masonluğun Üç Sarıklı Şövalyesi denen C. Afgani, M. Abduh ve Reşid Rıza, bu Kurancılık ideolojisini tefsirlere kadar taşımışlardır.

Keza aslen Yahudi olan Leopold Weis de Müslüman olduğunu söyleyip Muhammed Esed adını kullanarak bu ideolojiyi esas alan, tahrifatlarla dolu 'Kuran Mesajı' adlı bir meal - tefsir yazmıştır.

Sünnet hadis inkarcılığıyla başlayan, Kuran'ın açık tahrifiyle sonuçlanan ve ne yazık ki günümüzde de bütün hızıyla devam eden bu süreçte şenaatleriyle öne çıkan isimlerden biri de Mısırlı Ebu Zeyd denen zındıktır ki, Kuran'ın Allah kelamı olduğunu inkar edecek kadar ileri gitmiştir.

Bu birkaç isim etrafında çizmeye çalıştığımız çerçeve bize şunu açık ve net olarak göstermektedir:

Sünnet ve hadis inkarcılığında asıl hedef Kuran'ı tahriftir. Çünkü Kuran'ın gerçek anlamda tefsiri demek olan Sünnet ve hadisler dışlandığında, geriye sahibinin istediği tarafa çekebileceği bir akılcılık kalır. İşte Kuran ve İslam için asıl tehlike budur. Bundandır ki Hz. Peygamber (s.a.v.) 'Kim kendi reyiyle Kuran'ı tefsire kalkışırsa ateşteki yerine hazırlansın' (Tirmizi, Tefsir 1.) buyurmuştur.

Bu proje (Sünnet ve hadis inkarcılığı) için yerli ve yabancı birçok oryantalist ve işbirlikçi paralı yahut gönüllü olarak çalışmaktadır. Esasen bunların birçoğu üzerinde derinlemesine araştırma yapmış, bir kısmına da reddiye yazmış bulunuyoruz. Reddiye yazılması gereken diğer kişiler ise çalışma programımızda sırasını beklemektedir. Binaenaleyh şunu çok rahat söyleyebiliriz ki günümüzde İslam'ı tahrif etme, reforma tabi tutma noktasında en büyük küfür projesi Sünnet ve hadis inkarcılığı yahut dışlayıcılığıdır.

Bunu destekleyen iki proje daha vardır:

Bunlardan biri bir evvelki yazıda gündem ettiğimiz Vatikan kaynaklı dinlerarası diyalog projesidir. Amerikan patentli ılımlı İslam projesi de yine aynı paraleldedir.

İkincisi de başını Fazlurrahman'ın çekmiş olduğu tarihselcilik projesidir.

Sünnet ve hadis inkarcılığı yoluyla Hz Peygamberi inkar eden ve böylece açıkça küfrü irtikap edenlerin sayısı az değildir. Bunlardan batı menşeli olanları / oryantalistleri, mensup oldukları batıl inanç ve ideolojiler paralelinde anlamak mümkündür. Ama onların bu hezeyanlarını hiçbir tenkide tabi tutmadan olduğu gibi benimseyen, 'yerli oryantalistler' diyebileceğimiz gafil, cahil ve hainleri anlamak hiç mi hiç mümkün değildir. Bunlara yazıklar olsun! Bunlar hem kendilerini, hem de kandırıp kendilerine tabi kıldıklarını hızla ateşe sürüklemektedirler. Kendilerine şu ayetin tehdidini hatırlatırız:

'Allah'ı ve Resulünü incitenleri Allah, dünyada ve ahirette lanetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır.' (Ahzab: 57.)

Yazımızı, konu edindiğimiz Nisa: 150 – 151. Ayetlerden hemen sonra gelen 152. Ayetin mesajıyla bitirmek isteriz. Ayet mealen şöyledir:

'Allah'a ve peygamberlerine iman edip, bunlardan hiç birinin arasını ayırmayanlar yok mu? İşte Allah bunlara muhakkak mükafatlarını verecektir. Geçmiş olan günahlarına da Allah Gafûr (çok affedici), Rahîm (çok merhamet edici)dir.' O mağfiret ve rahmet vadi işte bunlaradır.'

Görüldüğü gibi bu ayette Allah'a ve Peygamberine iman edip bunları birbirinden ayırmayan kimseler anlatılmakta ve bunların af ve mağfiretle karşılanacakları, kendilerine büyük mükafat verileceği bildirilmektedir.

Bu ayeti teyit eder mahiyetteki başka iki ayet de mealen şöyledir:

'Allah'ın Resulü ve müminler, Rabbinden ona indirilene iman ettiler. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandılar. 'Onun peygamberleri arasında ayırım yapmayız' ve 'İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz Rabbimiz, gidiş sanadır' dediler.' (Bakara: 285)

'Biz Allah'a ve bize indirilene; keza İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilenlere; yine Mûsa ve Îsa'ya verilenlere ve bütün peygamberlere Rableri tarafından gönderilenlere inandık. Onlar arasında ayırım yapmayız; biz O'na teslim olmuşuzdur' deyin.' (Bakara: 136)

Bu sayılan vasıflar, yani inanılması gereken esasları bir bütün halinde kabul edip hepsine birden inanmak, peygamberler arasında ayrım gözetmemek, özellikle seyyidü'l mürselîn Hz. Muhammed'in (s.a.v.) ümmeti olarak Onun Sünnetini ve sahabesinin yaşadığı İslam'ı kendine rehber edinmek, Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in vasıflarındandır.

Ki bu yolu Nisa: 115. Ayet şöyle anlatmaktadır:

'Yolun doğrusu kendine apaçık belli olduktan sonra Resûlullah'a karşı çıkan ve müminlerin yolundan başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu cehenneme atarız. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!'

Allah bizi bu mübarek yoldan ayırmasın. Resulünün (s.a.v.) ve Onun Sahabesinin izinden giden ve böylece kendi rızasına ulaşan gerçek müminlerden eylesin. Âmin.