Kulakları çınlasın kendisiyle “hadis usulü” üzerinde çalıştığım hocam, bir gün bana “Ali Bey, ben bir roman yazdım, okuyup görüşünü bildirir misin?” dedi. “Ne tarz bir roman yazdınız, hocam?” dedim.

Kulakları çınlasın kendisiyle 'hadis usulü' üzerinde çalıştığım hocam, bir gün bana 'Ali Bey, ben bir roman yazdım, okuyup görüşünü bildirir misin?' dedi. 'Ne tarz bir roman yazdınız, hocam?' dedim. 'Roman işte, adı üzerinde…' dedi. 'Hocam, dedim, romanlar temalarına ve akımlarına göre farklı isimler alırlar. Mesela temalarına göre, tarihi roman, macera romanı, sosyal roman, tahlil romanı, bilimkurgu romanı gibi isimler alırlar. Sizin yazdığınız bu türlerden hangisine yakın?' Bir süre suskun durunca verecek cevabı olmadığını anladım. 'Hocam, Batı Klasiklerinden hangilerini okudunuz?' dedim. Hocam, duymazdan gelince; sorumu değiştirdim. 'Türk romanlarından hangilerini okudunuz?' dedim. 'Vallahi, doğrusunu söylemek gerekirse, roman okuyacak pek vaktim olmadı,' dedi. Dayanamadım: 'Sevgili hocam, roman okumadan yazdığınızın roman olduğunu nerden biliyorsunuz?' dedim.

Hocam, sağ olsun, eleştiriye açık, nazıma katlanır, mütevazı bir insandır. Dedi ki: 'Ali Bey, ipe un serme, romanımı okuyacak mısın, okumayacak mısın?' Ney yapayım, hocamı kıracak değildim, hatır için de olsa, okumak farz oldu.

Okudum. Hayali bir kahraman, daha ilk sayfalarda uçuyor, ayakları yere değmiyor… Bir üniversite öğrencisi, her konuda yüksek bilgisiyle hocalarının takdirini topluyor, dini bilgisi zayıf ve dine karşı olan hocaları da imana getiriyor.

Romanını(!) iade ederken hocama dedim ki: 'Hocam, roman ve hikayede gerçek olaydan veya gerçeğe yakın bir olaydan hareketle kurgulama yapılır. Senin romanındaki kahraman daha ilk sayfalarda uçuyor, bütün hocalarını bilgisiyle mat ediyor; bu gerçeğe aykırı hayali bir üniversite öğrencisi.' Hocam, tebessüm ederek, her zamanki saf ve mütevazı tavrıyla; 'Hayali değil, Ali Bey, böyle kahraman ve bilgili bir öğrenci tanıyorum,' demez mi! 'Hocam, hiçbir yayıncı senin bu roman dediğin hayali hikayeyi basmaz,' dedim.

Hocam inat etti, sırayla yayınevlerini tek tek dolaştı, netice alamayınca ki alamayacağı kesindi, kendi parasıyla bir korsan yayıncıya bastırdı ve elden satmaya başladı. Hocamla yaşadığım olaydan hareketle bazı acemi yazarlar elinden çıkmış hikayelerde daha birinci paragrafta mesaj sırıtır, kendini ele verir.

Şimdi başarılı bir öğretmen olan kızım, ilkokula gittiği yıllarda, aile büyüklerinden birinin hediye olarak getirdiği dini hikayeler yayımlayan yayınevinde çıkan bir hikaye kitabını okurken, okumayı bırakıp yanıma geldi. 'Babacığım, ben bu kitabı sevmedim, okumak istemiyorum,' dedi. Neden okumak istemediğini sordum. 'Her hikayenin başında Sevgili Çocuğum diye başlıyor; beni nerden tanıyor da sevgili çocuğu oluyorum. Bu hikayede çok yaramaz bir çocuk var. Çocuk yaramazlıklarıyla annesini çok üzmüş, annesi üzüntüden hasta olmuş. O da pişman olmuş, bir daha hiç yaramazlık yapmamış. Yaramazlık yapmayan çocuk olur mu?'

Kızım haklıydı. Yaramazlık yapmayan çocuk olmazdı. Dedim ki: 'Haklısın kızım, yaramazlık yapmayan çocuk olmaz. Yerinde ben olsam, ben de böyle uydurma bir kitabı okumam.' Beni yazmaya cesaretlendiren, elime kalemi veren, 'yaz' diyen rahmetli kalem hocam Hekimoğlu İsmail, hikayeni kurgularken mesajı olayın içine yedireceksin, tabiri caizse, nakavt yumruğunu sona saklayacaksın, okuyucu anlamayacak,' demiş bu konuda iki örnek vermişti:

Yumruk Bir

Çölde yaşayan bir bedevinin çok güzel bir atı varmış. Atının rengi çöl kumlarının rengi gibiymiş. Adam atına binmiş koştururken, uzaktan sanki ata binmiş değil de uçuyormuş gibi görünüyormuş. Atın şöhreti o yörede hüküm süren bir kabile reisinin kulağına kadar gitmiş. Yardımcısını adama göndermiş,' kaç altın isterse ver, atı al bana getir,' demiş.

Adam gitmiş, reisinin dediği gibi, 'kaç altın istersen, vereceğim, atını bize sat,' demiş. Adam, ağırlığınca altın verseniz de satmam, ona çok emek verdim, atımı seviyorum,' demiş. Reisin yardımcısı, 'Sen deli misin be adam, kıt kanaat geçiniyorsun, ne kadar altın istersen vereceğim, fakirlikten kurtulur beyler gibi yaşarsın,' dediyse de atın sahibini ikna edememiş.

Yardımcı, kabile reisine gitmiş, işi becerememenin ezikliği ile boynunu bükmüş, 'Adam atını satmıyor, onun gözünde keseler dolusu altının atı kadar bir değeri yok,' demiş. Reis inanamamış: 'deli midir nedir bu adam?' demiş. Yardımcısı, 'bence de deli,' diyerek reisi onaylamış.

Bunlara kulak misafiri olan, getir-götür işlerine bakan, şeytan fikirli bir adam: 'Reisim izin ver, ben sana o atı, bedava getireyim,' demiş. Reis: 'Ne yapacaksın, çalacak mısın?' diye sormuş. Şeytan fikirli: 'Hayır çalmayacağım, siz o işi bana bırakın' demiş. Reisin aklı yatmamış ama bir bildiği vardır diye adamı göndermiş.

Bizim şeytan fikirli adam, yolda kalmış, susuzluktan ölmek üzere olan bir adam görünümünde makyaj yapmış, atın sahibinin atını koşturduğu yolun sapa bir yerine yatmış. Adam atını koşturmuş gelirken, bir adamın yol üstünde iniltiler içinde kıvrandığını görüyor. Atlı kendisine yaklaşınca, bizim şeytan fikirli iniltiler içinde 'Suu, suuu! Allah rızası için suuuu!' diye yalvarıyor. Atlı atından iniyor, adama elindeki su matarasını uzatıyor. Adam atlının elinden tuttuğu gibi kendine çekiyor ve kafasına bir kılıç darbesi indirip yere seriyor. Atlıyı öylece bırakıp ata atladığı gibi gidiyor.

Atın sahibi adamın arkasından şöyle bağırmış: 'Tamam, bir hile ile atımı aldın, ama sakın bunu başkalarına anlatma! Yoksa yolda kalmış, suya gerçekten ihtiyacı olan adama kimse inanıp su vermez…'

İkinci Yumruk

Genç adamın biri, dermiş babasına her gün. 'Benim de dostlarım var, sendeki dostlar gibi.' Baba, itiraz eder. 'Olmaz öyle çok dost, hakikisi, Belki bir, belki iki. Fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki.' Devam eder durur konuşma. Aralarında başlar bir tartışma. Karar verirler bir sınava. Dostun hakikisini anlamaya. Bir akşam bir koyun keserler ve koyarlar çuvala. Baba der ki oğluna: 'Hadi al bu çuvalı, şimdi götür dostuna.'

Çuvaldan kanlar damlamakta. Sanki öldürmüşler de bir adamı, koymuşlar çuvala. Delikanlı sırtlar çuvalı, gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı. O dost, bakar ki çuvala hem de kanlı, kapar hızla kapıyı delikanlının suratına, almaz içeri arkadaşını. Böylece tek tek dolaşır delikanlı, kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını. Ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır.

Evlat geriye döner, içten yıkılmış halde. Babasına dönerek: 'Haklıymışsın baba' der. 'Dost yokmuş bu dünyada ne sana, ne de bana.' Baba, 'Hayır evlat' der, 'Benim bir arkadaşım var, dostum bildiğim. Hadi, çuvalı alda bir kerede git ona. Genç adam, çuvalı sırtlar tekrar. Alnından ter, çuvaldan kanlar damlamakta. Gider, baba dostuna. Kabul görür, sevinir. O dost, delikanlıyı alır hemen içeri. Geçerler arka bahçeye. Bir çukur kazarlar birlikte, çuvaldaki koyunu gömerler adam diye. Üzerine de serpiştirirler toprak. Belli olmasın diye dikerler sarımsak.

Genç adam gelip babasına: 'Baba, işte dost buymuş' diye konuşunca. Babası: 'Daha erken, o belli olmaz şimdi,' der. 'Sen yarın git, uydur bur bahane, çıkart bir kavga. Atacaksın iki tokat, hiç çekinmeden ona. İşte o zaman anlaşılacak, dostun hakikisi. Sonra gel olanları anlat bana.' Genç adam, aynen yapar babasının dediğini. Maksadı anlamaktır dostun hakikisini, Gider babasının dostuna, der ki 'Senin beni ele vermeyeceğini nereden bileyim? Eğer beni ele verecek olursan seni yaşatmam; bu da sana ders olsun!' istemeden basar iki tokadı. Der ki tokadı yiyen dost: 'Git de söyle babana, biz satmayız sarımsak tarlasını böyle iki tokada!'

Gerçekçi olmanız, uydurma hikayelere ve dedikodulara inanmamanız dileğiyle.