Herkes kendine has kendine özgü ve salt kendi istekleri üzerinden bir hayat yaşadığını zanneder durur. Sadece bu paradigmadan yola çıkacak olsak dahi, İnsanın nasıl bağnaz, nasıl kör, nasıl ben merkezci ve her şeyi sahiplenici bir tıynet taşıdığını göstermesi bakımından son derece çarpıcıdır.

Herkes kendine has kendine özgü ve salt kendi istekleri üzerinden bir hayat yaşadığını zanneder durur. Sadece bu paradigmadan yola çıkacak olsak dahi, İnsanın nasıl bağnaz, nasıl kör, nasıl ben merkezci ve her şeyi sahiplenici bir tıynet taşıdığını göstermesi bakımından son derece çarpıcıdır.

Oysa yaşanılan şey bir evvelkilerin yaşadıklarını, tattıklarını, tatmadıklarını, kazandıkları, kaybettikleri, ulaşıp üzerinde tepindikleri ulaşamayıp diz dövdüklerinin tamamının bir başka kimlik ve dolayısıyla kişi üzerinden tekrarından başka nedir ki ?

Sizin, şahsi olarak sizden evvel yaşayanlar ve yaşanmışlıklardan bağımsız salt size ait ne gibi bir düş, hayal, istek ve arzu yaratmış ve bunu da hayatın içerisine karıştırmış, size ait ve size özgü nasıl bir eylem geliştirmişsiniz de yaşadığınız hayat sizin ve size ait olabilsin?

Hepimiz, var olanların, yaşanılmış olanların birer tekrarcısı olduğumuzun farkında bile değiliz. Yaşadığımız hayat içerisinde cereyan eden olayların tamamına ilk kez tanık oluşumuz, yaşadıklarımızın sadece bize ait olduğu ve ilk kez yaşanılıyor yanılgısına taşımakta bizleri.

Bir başka ifadeyle, hayat bize yalan söyleyip aldatırken, bu aldanışın damaklarımızda ve ruhumuzda bıraktığı hoş koku ve nektar dolayısıyla alan razı veren razı ilişkisinin razı olmuş taraflarıyız. Ama bu razılık ilişkisi birbirimizi aldatıp kandırdığımız gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır.

Birilerinin, bizlerden evvelki birilerinin yattıkları yerlerden kalkıp ve avazları çıktığınca bağırarak, şunca asır evvel benim yaptığım hatalar, yanılgılar, yanlışlar, hırslar, günahlar, hazlar ve bütün bunlar için verdiğim mücadeleler, sizin verdiğinizin motamot aynısıydı demesi gerekmekte sanırım.

İnsanın bağnaz ve egoist oluşu, bu bağırtı ve uyarının kabulüne ve itirafına dair önemli bir direnç göstereceği iddiama da, kitlesel bir katılım olur kanısındayım. Velev ki yalnız dahi kalsam, herkesin birer mukallit olduğu iddiam da sapma göstermeyeceğimi de şuraya not edeyim.

Bu durum da eğer herkes bir mukallit ise, taklidin bizatihi kendisinin de üzerinde durmak gibi bir başka dert açmış olacağım başıma. Dert diyorum zira insan taklit eden midir? Tahkik eden midir? gibi bir başka çetrefilli soru karşıma çıkacaktır ki, muhakkik olmanın elzemine dair onca konuşma ve yazılar yazmış kişi olarak kendimi daha yalın, net ve anlaşılır ifade etmek gibi bir sarmalın orta yerindeyim.

Mukallit olmak, bir başkasının hayatını tekrar etmek anlamına geliyor da, muhakkik olmak bu durumun dışında kalan bir yaşam tarzına mı delalet ediyor? Sorusu, kendisine önemli bir alan ve haklılık kuşanmışken, muhakkik kişinin de bir evvelki muhakkik kişiliğin tekrarını yapıyor sonucuna varılması yüksünür bir sonuç olmasa gerek diye düşünüyorum.

O halde daha yuvarlak bir tespit yapacak olursak eğer, iki yol var ve bu iki yol insan ile yaşıt ve insan var oldukça da varlığından hiçbir şey kaybetmeyecektir. Doğru ve yanlış bir yol, yöntem ve haliyle yaşamak.

Her iki yolun müntesibi ile yolcusu olmak arasında ki en temel ayraç, yola ilk revan oluşta ki karar vericinin kim olduğu sorusudur. İşte bu karar vericilik mercii şayet kişinin kendisi ise muhakkik, aklı ve iradesini birilerinin temliki altına teslim etmiş ise mukallit kişi kapsamına girmektedir.

Bu saptama ve bunun tezahürü aynı zaman da umut ve umutsuzluğun da anlamlı bir göstergesidir. Durumun böyle olmasına, hayatın hep bir tekrardan ibaret olmasına rağmen ders almayan ve alması gereken mahrum olan insan, milyarlarca yıllık savruluşun da tekrarını icra etmektedir.

EN BÜYÜK VE BELKİ DE TEK AHMAKLIK, YAŞANMIŞLIKLARIN AYNISINI BİR DE KENDİ HAYATINDA GÖRMEK İSTEMESİDİR İNSANIN. OYSA YAŞAMASINI VE SONUCUNDA NELER OLACAĞINI MERAK ETTİKLERİNİN TAMAMI DAHA EVVELDEN VE DEFALARCA YAŞANMIŞ OLANLARDIR…