Geçen hafta sonu ecdadın izini takip ederek, tarihi yaşanmışlıklarla duygudaşlık kurmak için dört günlük kısa bir kaçamakla Arnavutluk’un başkenti Tiran’a gittim.

Geçen hafta sonu ecdadın izini takip ederek, tarihi yaşanmışlıklarla duygudaşlık kurmak için dört günlük kısa bir kaçamakla Arnavutluk’un başkenti Tiran’a gittim. Uzun yıllar yani yaklaşık 500 yıldan fazla Osmanlı İmparatorluğunun idaresinde kalmış ve Balkan savaşları ile 1912’de elimizden çıkan ecdat yadigârı toprakları gezerek izlenimlerimi sizlere buradan arz etmek istiyorum.

Evet, söz öğrendiğim bütün sırlarda dâhil hiç birini yüksünmeden sizlere anlatacağım… Zaten Freud’un dediği gibi saklamak ne mümkün! ‘’ Görecek gözü ve işitecek kulağı olan hiçbir ölümlü, sır tutamayacağına kendini ikna edebilir. Dudakları sessiz kalsa, parmak uçları çıtlatır; her gözeneği onu sızdırarak ifşa eder…’’

Tamam, iyi güzelde bu sefer evdeki hesap çarşıya uymadı. Tehlikeli bölgelerin yalnız seyyahı ben, daha maç başlar başlamaz gölü kendi kalemde gördüm. Tamam, uzatmadan hemen mevzuya giriyorum. Müşteri portföyünün hemen hemen yarısı Türk, yarısı da Arnavut vatandaşlarından oluşan, ikramların parayla satıldığı uçağımızla Sabiha Gökçen Hava Limanından, 180 yolcu ve 7 mürettebat ile saat 14.30 gibi kazasız belasız, sular seller gibi Tiran’a indik.

Buraya kadar hiçbir sıkıntı yok! Asıl macera ise şimdi başlıyor! 20 küsur ülke gezmiş, ufakta olsa bir tecrübeye sahibi olan bu aciz kardeşiniz 420.000 Nüfuslu! Tiran’a biran önce kavuşabilmek adına hızlı adımlarla depar atıp pasaport kontrol noktasına varınca birde ne göreyim. Önümde karışık nizam dizilmiş uçaktaki yaklaşık otuz kişiyi orada görünce artık iyice yaşlandığımın farkına vardım.

Pasaport kontrolü yapan polis memurlarının yüzünün şeklinden işkillenen ben, hemen Ettehiyatüyü okumaya başladım. Evraklarımda hiçbir eksiğin olmamasının verdiği öz güvenle yapmacıkta olsa gülümseyip karşı tarafı gevşetmeye çalışmam ise maalesef işe yaramadı! Amcam hala çok sert..!

Önce pasaportuma, sonra bana, yaklaşık üçer kez bakan polis amcam yanındaki memur arkadaşları ile Arnavutça konuşarak sonra dönüp; bana neden geldiğimi ne iş yaptığımı ne kadar kalacağımı sordu. Verdiğim cevaplar sonrasında benim sıradan ayrılıp kenarda beklememi istedi.

Aha da ranza! Dağ başına kış, insanın başına iş gelirmiş…

Sanırım beni birine benzetti diyerek söylediği yere geçip bekledim. Türkiye’den ailecek gelenlerde ve Arnavut vatandaşlarında bir sıkıntı yok idi! Çat çut kaşele yol ver gitsin. Derken benimle aynı kaderi paylaşan daha önce hiç görmediğim Hasan isimli bir Türk vatandaşı daha geldi yanıma. Artık iki kişiyiz derken hayda… Şeyma ile üç olduk. Her kez gitti, üçü bir arada sütlü kahve tadında dımdızlak sadece biz kaldık oracıkta…

Üçümüzün pasaportunu yanına alan polis şefi amcam aldı başını gitti. Biz üçümüz yaşanan olayın şokundayız bekliyor ve olup biteni anlamaya çalışıyoruz. Derken şaka maka tam 1 saat geçti. Polis amcalara bir şeyler söyleyip sormak istediğimizde ise ısrarla konuşmamamızı ve sarı çizginin gerisinde beklememizi söylüyorlar. Sert polis amcalarımız beden dilleri ve mimikleri ile de şansımızı fazla zorlamamızı bize kibarca ifade ediyorlar…

Bizim artık sinirlerimiz iyice gerilip olan bitenlerle ilgili bir açıklama bekler iken tam o sırada Almanya’dan gelen bir uçak daha havalimanına indi. Yaklaşık 200 kişinin pasaport kontrolü firesiz şapadanak 40 dakikada sona erdi. Bizim gibi sarı çizginin berisine ayrılan var mı?

Bu durum bizi iyice sinirlendirip gerer iken, çok şükür pasaportlarımızı alıp giden polis amcamız ufukta gözüktü. Derhal yanına gidince sakin olmamızı birazdan bizimle konuşacaklarını söyledi. Ama nafile …! Bizler birbirlerini hiç tanımayan fakat, kaderin cilvesi ile bir araya gelen üç mağdur Türk vatandaşı olarak artık bir şeylerin ters gittiğini anlayıp Arnavutluk’taki Türk Konsolosluğunu arayıp yardım istemeye karar verdik.

Telefonda durumumuzu izah ettiğimiz konsolosluk yetkilileri gayet sakin biçimde konu ile ilgilenip ulaştığımız numaradan bize döneceklerini belirttiler. Sevindik, umutlandık… Bu ara akşam saat 17,30 civarına geldi ve biz hala havalimanında sebebini bile bilmediğimiz bir nedenle bekleyişimize devam ediyoruz. 18.30 gibi konsolosluktan beklediğimiz destek gelmeyince tekrar konsolosluğu aradık. Konu ile ilgilendiklerini sakin olup beklememizi söylediler. Peki eyvallah..

Saat oldu 20,00 ne arayan var ne soran… Artık ayaklarımıza kara sular inmeye başladı. Sarı çizgilerle çizilmiş gönüllü açık cezaevinde çizginin dışına da çıkmamıza müsaade etmiyorlar. Tek bir sandalyenin bile olmadığı bu mekân da montlarımızı çıkarıp yere sererek üzerine oturmaya başladık. Herkes bize bakıyor iğrenç bir durum. Resmen Suriye’den gelen ve ülkelerine iltica etmeye çalışan mültecilerin pozisyonuna düşürüldük. Saymadım ama bu ara farklı ülkelerden gelen yaklaşık 5-6 uçak dolusu insan belirli aralıklarla mütemadiyen Arnavutluk’a sorunsuz bir şekilde seri giriş yapıyor.

Bir ara artık yaşanan bu durumdan iyice celallenen ben ‘’ötekini dinlemeyen’’ asık suratlı polis memurunun yanına gidip. Tekrardan ‘’Turist olduğumu ülkelerine para harcamaya, yani döviz bırakmaya geldiğimi, evraklarımda bir eksiğin olmadığını, konaklayacağım otelin rezervasyon bilgilerini ve dönüş biletimi gösterip bu işkenceye derhal son vermelerini’’ söyledim. Ama nafile yerime geçip beklememi, benim için bunun iyi olacağını söyledi..!

Saat 23,00 ne konsolosluktan, nede bir başkasından tık yok..!

Saat 23,30 Polisin biri üçümüzü de yanına çağırıp hadi gidiyoruz dedi. Çok şükür sıkıntı aşıldı diye Sevindik..! Polis önde biz arkada düştük peşine nereye gittiğimizde bilmiyoruz ha bire gidiyoruz. Havalimanının içinde bir tur atıp kendimizi giden yolcu bekleme salonunda bulduk. Onlar söylemedi ama biz yaşananlardan De port edilip sınır dışı olduğumuz kanısına vardık. Sanırım ertesi gün zamanı belli olmayan bir saatte, ya da belki de bir günde, bizi ya Türkiye’ye, ya da bir başka ülkeye göndereceklermiş . Çıkış tutanaklarını hazırlıyorlar imiş…

Saat 00,30 Artık bizde iyice film kopmuştu. Anlaşılan o ki normal yollarla bu küçük ülkeye bizi almayacaklardı. Ve anladık ki bütün mevzuu sanırım bizim Türk vatandaşı olmamız imiş. Aklı evveller güya bizlerin ‘’Arnavutluk üzerinden Avrupa’ya kaçacağımızıve oraya yerleşeceğimiz’’ düşünüyorlarmış. Derhal telefonlara sarılıp gece yarısı Türkiye’deki dostlarımız aramaya başladık. Uzatmayayım, önce Hasan Türkiye’deki irtibat kurduğu tanıdıkları vasıtasıyla bir polis eşliğinde aramızdan kısa sürede ayrılarak Tiran’a giriş yaptı. Artık bende bir karar verdim ve inadına bu ülkeye girecektim ve asla pes etmeyecektim. Yaklaşık 1 saat sonra 3 sivil polis( Polis olduklarını düşünüyorum, çünkü kimlik falan göstermediler ) bizi ayrı ayrı yarım saat sorguladılar. Neden geldiniz ne iş yapıyorsun vs.. Onlarda gitti.

Yaşananlardan sonra sabırda, misafirlikte, inatlaşmada bir yere kadardı. Yok öyle herkes haddini bilecek..! Siyaset ise siyasetinde bir yordamı var! Kolay kolay pes etmem, üstelik inatçı bir yapıya da sahibimdir. 3 Milyon nüfuslu kapalı ve küçük bir ülke nasıl olurda bize bu eziyeti zeval görür diye isyan ettim. Ve filmi tersine çevirmeye karar verim.

Yok arkadaş ben bir Türk vatandaşı olarak onurumuzu da gururumuzu da sizlere çiğnetmem şu dakikadan sonra siz izin verseniz de ben sizin ülkenize bu saatten sonra girmek istemiyorum..! Diyerek pasaportumu iadesini istedim.

Lakin, tam o sırada yaklaşık bir saat önce görüşmüş olduğum ve destek istediğim Türkiye’deki bir dostum, Tiranda ünlü bir Arnavut iş adamına ulaşarak durumu izah etmiş. Sabaha karşı 03.00 gibi sıcak yatağından çıkıp derhal havalimanına gelip olaya müdahil olan Arnavut iş adamının ve Şeyma hanımın ısrarı ve ricası ile Tiran’a girmeyi tekrar kabul ettim.

Aynı şekilde Şeyma hanımda havalimanına gelen bir arkadaşının kefaleti ile ancak Tiran’a girebildi. Türkiye’ye gelip te küçük bir araştırma yapınca öğrendim ki vatandaşlarımıza karşı bu ve benzer hak ihlallerinin şuan ABD, Rusya ve İsrail de’de devam ettiği bilgisine ulaştım.

Evet, bu yazımda aslında Osmanlının kurduğu Tiranı ve oradaki güzellikleri anlatmayı çok isterdim. Arnavut halkı ile bu yaşadıklarımızın asla bir alakası yok. Vatandaşı zinhar suçlayamam, zaten ben toptancılığa da kökten karşı bir insanım. Arnavut insanının cana yakınlığını ve misafirperverliğ ini, şehrin güzelliklerini İskender ve Ethem beyi, camileri, köprüleri, müzeleri yazmak ve onlardan bahsetmek isterdim. Hele şehrin merkezinde vakit ezanlarını dinlediğimde aldığım manevi lezzeti.. Lakin gördüm ki yaşadığımız her şey politik ve tamamen kirli illegal bir siyasetin ürünü. Cumhurbaşkanımız ın Liderliğinde, Başbakanımızın önderliğinde yoluna emin adımlarla devam eden ‘’Güçlü ve Yeni Türkiye anlaşılan o ki bazılarını rahatsız etmiş. Ve bir daha anladım ki biz çok doğru bir yoldayız. Hiç kimse bu kutlu yürüyüşte Allah’ın izni ile umutlarımızı hadım edemeyecek.’’

Şehir merkezine TİKA ve Diyanet işleri tarafından yaptırılan devasa Tiran Büyük Cami’nin inşaatına Paralel Çetenin bütün engellemelerine rağmen yavaşta olsa inşasına devam edildiğini gördüm. Evet, yine anladım ki bu Paralel Yapının top sakal çetesi bu ülkede güçlü. Burnuma pis kokular geliyor. Acaba yaşadıklarımız kendilerine iş arayan bu paralelin bir oyunu olmasın? Camiyi bitiremeyip eline yüzüne bulaştıran, vatandaşını koruyup kollayamayan aciz bir hükümet algısı mı oluşturmaya çalışılıyor. Ne dersiniz dostlar ..?

Neyse beni derinden üzen keşke konsoloslukta görev yapan kardeşlerimiz yarım saat içinde havalimanına intikal edipte hakkımızı savunsalardı.! Kendi vatandaşlarına, bir Amerika’nın bir Almanya’nın, bir İngiltere’nin vatandaşına sahip çıktığı gibi sahip çıksalardı arkamızda dursalardı.

Bize bu eziyeti, onlara da bu keyfi yaşatmasalardı…

Ezcümle bu iş burada bitmeyecek! Bunlar bize asla gam değil. Bizler Muz Cumhuriyetinin vatandaşları değiliz.! Dışişleri bakanlığımıza gerekli müracaatları yaptım. Bu işi sonuna kadar takip edeceğim.!