İnsan kâinatta eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış en önemli varlıktır. Cenab-ı Hakkın kendisine verdiği bu konumun farkında olmak, her şeyden önce insan olmanın gereğidir.

İnsan kainatta eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış en önemli varlıktır. Cenab-ı Hakkın kendisine verdiği bu konumun farkında olmak, her şeyden önce insan olmanın gereğidir. İnsanın eşref-i mahlûkat olduğunu anlaması ve takdir edebilmesi için, öncelikle hayatî önemde olan iki büyük gerçeğin farkında olması kazımdır. Bunlardan biri insanın bu alemde ömür boyu süren bir imtihan meydanında bulunduğunu idrak etmesi, ikincisi de bu imtihanın gereğini yapma adına yaratılış gayesi olan Allah'a kulluk ve ibadetlere gereken önemi vermesidir.

Burada kendimize şu soruyu sormamız gerekir:

Hayatımızın baştan başa imtihan olduğunun ne derece şuurundayız ve hayatımızın gayesi olan Allah'a kulluk ve ibadetlere ne kadar önem veriyoruz?

1- BİR GÜNDE İBADETLERE AYIRDIĞIMIZ ZAMAN

Yukarıdaki sorunun cevabı mahiyetinde bir gün içinde ibadetlere ayırdığımız zamanın ne kadar olduğunu bir muhasebe etmeliyiz.

Bize verilen nimetlerin, insanlık şerefinin acaba ne kadar idrakindeyiz ve bizden istenenlerin gereğini ne derece yerine getirebiliyoruz? Bu soruların cevabını vermek hayatî önemi haizdir. Bilindiği üzere alemde bir 'nimet - külfet dengesi' söz konusudur. Makamın, rütbenin olduğu yerde, hesap ve sorumluluk da vardır.

Peki, biz ebedî bir hayata hazırlandığımız bu dünya sahnesinde bize verilen sınırlı ömürle ebedî hayat arasındaki dengeyi ne derece kurabiliyoruz? Bir tarafta atmış yetmiş yıl gibi mahdut bir zaman, öbür tarafta sonu olmayan bir hayat… Kısa ömrümüzde ebedî hayat için ne derece yatırım ve hazırlık yapabiliyoruz? Bunlar insan için çok hayatî sorulardır.

Şöyle kaba bir hesap çıkaralım:

Hayatımızın yarısını geceye, uykuya, istirahate sayarsak, ortalama atmış yetmiş yıllık bir hayatta geriye otuz, otuz beş yılı kalır. Bunun da yaklaşık on beş yılını çocukluk olarak çıkardığımızda geriye şuurla hareket edebildiğimiz on beş, yirmi yıl gibi bir zaman dilimi kalır.

Öte yandan bir günümüz içinde dinin direği olan namaza ayırdığımız zaman takriben bir saat kadardır.

Oruç yılda bir aydır. Zekat zenginlik şartlarına bağlı olarak yılda bir kezdir. Hac ise, imkanı olanlar nezdinde ömürde bir defadır.

Şimdi düşünelim:

Yirmi dört saat olan bir günün bir saatini ibadete ayırmamız, acaba yaradılış gayemiz olan kulluk ve ibadetin bedeli olarak kafi görülebilir mi?

Burada şu soruyu da sormalıyız: Gün içinde, yahut ömrümüzün bütününde fiilî ibadetlerin dışında kalan zamanlarımız -haşa- Allah'tan kopuk mu olacak, ibadet mantığından uzak mı kalacak?

Sonsuz ahiret hayatı karşısında atmış, yetmiş yıl gibi bir zaman dilimi bir zerre kadar bile değer ifade etmezken, bu atmış yetmiş yılın her bir gününün sadece birer saatini ibadete ayırmak, acaba ebedî bir hayatı kazanmak için ne derece yeterli ve makul olabilir?

Burada bir gerçek ortaya çıkmaktadır ki, ebedî bir hayat bu dünyadaki mahdut / sınırlı, hatalı ve noksan ibadetlerin karşılığı olamaz! İşte bunun için, daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi, bize ebedî bir hayat sermayesi bahşeden, Allah'ın lütfu keremidir. Ve fakat bu Allah'ın lütfu keremine bir şükür mahiyetinde, acaba biz bu fani hayatın tamamını ibadet haline getirebilir miyiz? Bunun bir yolu var mıdır, varsa nedir? İşte bu ve müteakip birkaç yazımızda bu sorunun cevabını arayacağız.

İnsan olarak Cenab-ı Hakkın bize verdiği sonsuz nimetler karşısında nankör olduğumuzu kabul etmeliyiz. Nitekim bu gerçek Cenab-ı Hakkın şu ayetinde ifade edilmiştir:

'…İnsan gerçekten Rabbine karşı çok nankördür. Hiç şüphesiz buna kendisi de şahittir.'(Adiyat: 6- 7.)

O halde nankörlüğümüze şahit olan bizler, bize verilen mahdut zaman ve ömür içerisinde kılı kırk yararak, Allah'a kullukta, ibadette zirveyi nasıl yakalarız, bunun hesabını yapmalı değil miyiz? Bu hal gerçekleştiği zaman, bütün hayat her zerresiyle ibadet haline getirilmiş olur. Bunun nasıl mümkün olacağını ortaya koymaya çalışacağız; ama bundan da önce bu büyük görevi yapmaya mecbur olduğumuzu iki sebeple arz edelim:

2- ALLAH'A KULLUĞUN İKİ ÖNEMLİ SEBEBİ

'Biz Allah'tanız, yine ona döneceğiz' (Bakara:156.) mealindeki ayet-i kerime gösteriyor ki biz her şeyimizi Allaha borçluyuz, her varlığımız Allah'tandır ve biz yine Rabbimize döneceğiz. O halde, her şeyimizi Allah'a, onun yoluna, kulluğa, ibadete, İslam'a hizmete adamamız gerekmez mi? Bunu gerektiren, hatta şart koşan iki önemli sebep vardır:

Bunlardan birincisi, ibadete layık olanın yalnız Allah olduğunu bilmemiz gerektiğidir. Bu çerçevede sevilmeye en çok layık olan da yüce Allah'tır. Psikolojik bir gerçektir ki, insan en çok kendini, yani nefsini sever. Halbuki ruhumuz, nefsimiz, bedenimiz, canımız, sağlığımız, her şeyimiz Allah'tandır. O halde bu gerçeğin şuurunda olursak, nefsimizden, canımızdan çok Cenab-ı Hakkı sevmemiz icap ettiğini anlarız. Ama biz kullar ne yazık ki Cenab-ı Hakkın yüce kadrini hakkıyla takdir edemiyoruz. Gaflete düşüyoruz, perdeleniyoruz. Nefsimizi, heva ve heveslerimizi öne çıkarıyor, Allah'a karşı saygımıza, taatimize, ibadetimize, haşyetimize gerekli ihtimamı göstermiyoruz; bunların zaruretini idrak noktasında zaaflara düşüyoruz. Cenab-ı Hak bu büyük yanılgımızı ayetleriyle bize haber veriyor:

'Onlar Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemediler…'(Zümer: 67.)

'Onlar Allah'ın kadrini gereği gibi bilemediler…'(Hac: 74.)

Ayetlerde de belirtildiği üzere biz kullar Rabbimizin kadrini hakkıyla takdir edemiyoruz. Zaaflarımız var, nankörlük yapıyoruz, hatta isyanlara sürükleniyoruz. Bu tespiti iyi yapmamız gerekir. Bundandır ki Hz. Peygamber ve sahabiler dualarında çoğu kez 'Ya Rabbi! Biz aciziz, hatalıyız, senin yüce kadrini hakkıyla takdir edemiyoruz' derlerdi.

Şayet biz Rabbimizi tanıma yolunda gereği gibi hareket edebilsek, hem Allahu Teala'nın yüce kadrini takdir eder, hem de bu takdirin gereği olarak ona kulluğumuzu hakkıyla ifa etme gayretinde oluruz. Ama ne hazindir ki nefis taşıyoruz, heva hevesimize tabi oluyoruz. Bu da bizim insan olarak nisyanla malul olduğumuzu gösteriyor.

Kendimizi Rabbimize adamamızı gerektiren ikinci önemli sebep de, Allahu Teala'nın bize verdiği nimetlerin takdirini ve şükrünü eda etmemizin gerekliliğidir. Allahu Teala'nın nimetleri sonsuzdur. Bu nimetlerin takdiri noktasında bizim irademiz, aklımız, idrakimiz son derece sınırlı kalmaktadır; hem de arızalıdır. İbadetlerimiz ise hatalıdır, gafletle ifa edilmektedir. Netice itibariyle küfran-ı nimet içindeyiz. İnsan olarak biz bu zaaflarımızı bilerek, tefekkür melekemizi çalıştırarak, Allah'ın nimetlerini takdir yolunda gayret etmeliyiz ve bu nimetlere şükrümüzde acz içinde olduğumuzu itiraf etmeliyiz. Allah'ın nimetlerinin sonsuz olduğu, saymakla bitirilemeyeceği konusunda iki delili bir fikir vermesi bakımından aktaralım:

'Halbuki Allah'ın nimetini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'(Nahl: 18.)

'O size istediğiniz her şeyi verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Şu bir gerçek ki insanoğlu çok zalim, çok nankördür!'(İbrahim: 34.)

Meallerini verdiğimiz bu ayetlere dikkat edilirse, Allah'ın sonsuz ve ulvi nimetleri yanında şükrümüzün ve kulluğumuzun ne kadar cüce olduğunu anlarız.

3- GERÇEK HAYAT AHİRET HAYATIDIR

Buraya kadar ifade ettiğimiz gerçeklere ilave olarak, çok önemli bir hususu da vurgulamamız gerekir,oda şudur: Dünya fanidir, lezzetleri elemlerle karışıktır. Sınırlı afiyetlerinin yanında musibet ve belaları da çoktur. Dolayısıyla Hz. Peygamberin ifadesiyle 'La rahatefi'd dünya / Dünyada rahat yoktur.' Hem dünya ahiretin tarlası olarak çalışıp kazanma yeridir; mücadele yeridir. Dünyada geçerli olan bir kanun gereği, her ferahlık veren sonuç bir çilenin sonunda gerçekleşir. Dolayısıyla dünyada gerçek anlamda huzur yoktur. Sınırlı olarak var olan huzurlar ise elemlerle karışıktır, dert yüklüdür. Ahiret ise her türlü elemden, ızdıraptan, çileden, korkudan, yokluktan, mahrumiyetten uzak; sade ve sırf huzur ve mutluluk yeridir. Elbette ki dünya imtihanını kazanıp cennet ve cemalullaha ulaşanlar için…

Dünya imtihanını kazanamayan,hayatını nefse ve şeytana mahkûm olarak geçirenler, Allah'a itaatsizlik sebebiyle son nefeste imanını kaybedenler, ahirette ebedî hüsrana mahkûm ve bedbaht olacaklardır. Böyle bir akıbetten Rabbimize sığınıyoruz. Ama dünyayı bir imtihan yeri, Allah'a kulluk ve ibadet meydanı bilenler ve bunun gereğini yapanlar için, gerçek hayat ahiret hayatıdır. Safi mutluluk, huzur, sükûn ve bunların ebedî olması, ancak ahirete mahsustur. Bütün mesele kalbi, aklı, fikri ve azaları Allah yoluna yönlendirmektir.

Ahirette kurtuluşu gerçekleştirecek olan, kalb-i selimdir. Bu husus ayetlerle sabittir:

'Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).' (Şuara: 89.)

'(Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!' (Ankebut: 64.)

Hz. Peygamber de duasında bu gerçeği ifade eder:

'Allah'ım! Gerçek hayat ahiret hayatıdır.' (Buhari, Rikaik, 1.)

Hakikat bu olduğuna göre, bir insanın dünya hayatında bütün elem ve ızdırapları da göze alarak, büyük bir mücadele ile Rabbinin rızasına kilitlenmesi, son nefesinde imanını kurtarmaya çalışması, hal ve hareketlerini Cenab-ı Hakkın emrine uydurması gerekir.

Bütün bunlar henüz can tendeyken ve dünya hayatındayken düşünülmeli, bu meyanda her insan nefsini murakabe ve muhasebeye çekmelidir.

Bu konuya devam edeceğiz.