Hål, dile düşerse…

Bir dostum vardı. İnsanı bıktıracak kadar iyilikten bahsederdi. “Hadi gel bir iyilik yapalım. Paranın üstü kalsın, bir iyilik olsun. Bugün bir iyilik yapamadım. İyilik, iyilik, iyilik…”

“Bal bal demekle ağız tatlanmaz.” demiş atalar. Bir şeyi çok konuşmaktansa fiiliyâta dökmenin (hâl eylemenin) daha iyi olduğunu anlatan nice menkıbeler, hikâyeler vardır. Dostumun bu ağız dolusu iyiliği içimde hep bir karıncalanma doğururdu. E, mevzu iyilik olunca ses çıkarmak da mümkün olmazdı tabii.

Bir meziyetin, hasletin, güzel bir hâlin sözünü çok etmek aslında o meziyet, haslet ve hâl ile araya bir mesâfe koyuyor. İyi, iyiliği sadece yapar. Yapar ve üstünü kapatır. Böylece iyiliğin kelimesi aradan çıkar ve sadece zâtı kalır. Yani gerçek iyi ve iyilik…

Bir hâl, sözle ifâdeye bürünürken hakîkatinden mutlaka bir eksilme olur. Hâli tamı tamına sözle ifâde mümkün değildir. Kelâm, bir taraftan hakîkatin perdesini aralamanın vâsıtası, öbür yandan hakîkati kendi üzerinden gösterirken eksilten bir vâsıta. Söze inmiş hakîkat hiçbir zaman hakîkatin tam kendisi değil.

Sûfîlerin kelimesiz sohbet ettiklerini okumuştum bir yerde. Bir araya geliyorlar, saatlerce sessiz oturuyorlar ve ayrılırken “Çok güzel bir sohbet oldu; Allah râzı olsun.” diyorlar. Zannediyorum sözle yapılan sohbetten daha lezzetli ve derin bir sohbettir. Çünkü söz vâsıtadır. Vâsıta mesâfedir. Söz kalkınca mesâfe de kalkacaktır. Âdetâ sohbetin kendisi olmuş insanlar…

Dindarlığı çok konuşan dindar, dervişliği çok diline dolayan derviş, dürüstlüğü diline pelesenk etmiş dürüst, kahramanlığını sayıp döken kahraman, cesareti işlek çenede arayan cesur… O pek ehemmiyet verdikleri şeyi az veya çok eksiltmiş olmuyorlar mı? Her kelime bu meziyetle arada bir uzaklık peydâ etmiyor mu? Ne olurdu bu kadar dindarlık, dervişlik, dürüstlük, kahramanlık, cesaret, iyilik… konuşacağımıza doğrudan olabilseydik.

Nakşîlikte zikr-i hafî vardır. Yani sessiz zikir. Allah kelâmını bile ağızdaki dille değil sadece ait olduğu yerle, yani kalple anma… “Dilini damağına yapıştıracaksın, deprenmeyecek bile ve sadece kalbinle ‘Allah’ diyeceksin.” Bu zikrin dille yapılandan çok çok üstün olduğunu söyler Nakşîler. Kelâm, uzaklıktır çünkü.

Elmalılı Hamdi Yazır, besmeleyi tefsir ederken “Rahman ve rahîm olan Allah” denilmemesi gerektiğini, doğrudan “Rahman, rahîm Allah” denilmesi gerektiğini söyler. Oradaki “olan” kelimesi Allah’ın rahman ve rahîm isimleri ile arasına mesâfe koymaktadır. Oysa Allah’ın esmâ ve sıfatları ile arasında bir mesafe yoktur. Allah öyle olmamıştır, öyledir zâten.*

Hz. Ali’ye atfen söylenen bir söz: “İlim bir nokta idi; onu câhiller çoğalttı.”

Neyle?

Abdülhak Hâmid, şiiri anlatırken, “İçinden geçen hissi anlatacak ifadeyi bulamayarak kalemini yere atıp çiğnemektir şiir.” der. Çünkü o hissi tam ifade edebilecek kelime yok. Hangi kelimeyi kullansa his ondan başka bir şey…

Demek, uzaklık; olmak, yakınlık. Deme, ol…

Meselenin aslı bu olmakla birlikte insanlar arasında ilmin-bilginin vazgeçilmez vâsıtası söz olduğundan elbette sohbetler edilecek, kitaplar yazılacak ve bilgiler dimağdan dimağa, gönülden gönle aktarılacaktır. Bakınız, kelâmın meziyetle/hasletle/hâl ile araya bir mesâfe koyduğunu bile kelâmla anlatabiliyoruz. Ama sözün hâl’e bir mesâfe koyabileceğinik de akıldan çıkarmamalıyız.

*Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, s. 40