HÜZNÜ bir elbise gibi giyinmişti. Bundan en küçük bir şikâyeti de yoktu. Her şeyi kendi içinde yaşar kimseye bulaşmazdı. Kuşlar, ağaçlar onun sohbet arkadaşlarıydı.

HÜZNÜ bir elbise gibi giyinmişti.

Bundan en küçük bir şikayeti de yoktu.

Her şeyi kendi içinde yaşar kimseye bulaşmazdı.

Kuşlar, ağaçlar onun sohbet arkadaşlarıydı. Onlarla sonu gelmez muhabbetlere girişir zaman akıp giderdi.

Nedir bu halin diye soranlara 'Yarenlik' diye cevap verirdi.

Şu var ki, her paragrafın altına bilinçli olarak yerleştirilmiş şu cümleyi hiç ihmal etmezdi:

'Gözlerimde donmuş iki damlasın!'

AİLESİ var mıydı bilen, duyan yoktu.

Akrabalarını da rastlayan olmadı hiç…

Fakat buna rağmen yalnızlık çektiği de söylenemezdi.

Varlıkların dilini çözmüş gibi bir hali vardı.

Taş, toprak, ağaç, şırıl şırıl akan dere, suyu kuruyan çeşme, meleşen koyunlar, tenhada bir başına salınan papatyalar onun ailesi gibiydi.

Ve onları sakınırdı.

Koruyup kollardı.

Başlarına bir iş gelse üzülür, kendini bundan sorumlu tutardı.

Bu gibi durumlarda istemsiz bir şekilde dudaklarından yine o cümle dökülürdü.

'Gözlerimde donmuş iki damlasın!'

ÖZEL bir mekanı yoktu.

Gezgindi.

Sırtında gezdirdiği heybesi onun tüm dünyalığı idi.

Bir seccade, üstüne örteceği ince ve yırtık bir battaniye, çay, şeker gibi birkaç malzemeden ibaretti bunlar.

Omuzu bile yormayacak ağırlıktaki bir seviyede tutardı dünyalığını…

Hırslarını abartmış, öfkelerini kabartmış, ruhunu dünyaya satmış olan bizler için elbette böylelerini anlamak zordu.

Bu sebeple onu 'Mecnun' olarak damgalamak kolay bir kaçış yoluydu.

Oysa o, muhtemelen bizleri düşündürmek istiyordu.

Kendince örnek olmaya çalışıyordu.

'Sonunda bütünüyle sizin olmayacak emanet varlıklar için bu kadar kavga etmeye değer mi?' demek istiyordu.

Ve tüm dünya varlığını gözünde donmuş iki damladan ibaret gördüğünü tatlı vesilelerle kulağımıza fısıldıyordu.

Duyacak bir kulağımız varsa tabi.

'BUĞULU gözlerimin sahibi sensin…' cümlesini duymuştum bir defasında.

Vaktiyle yüksek mevkilerde bulunmuş, etkili işler yapmış, geniş bir çevre edinmiş ve çok itibar görmüştü.

Onun gönlü ise sadece buğulu gözlerinin müsebbibine ayarlı idi.

O kimdi bilmiyorum.

Başkaları da bilmiyor.

Ümitsiz bir aşkın kurbanı mıydı bundan da emin değilim.

Ama firkatin ateşli hırkasını giydiği her halinden belliydi.

Vuslatı öte tarafa kalmış bir hasretin kıskacına yakalanmıştı belki de…

İşte bunu dört kelimeden oluşan bir cümleye maharetle sığdırmıştı.

'Gözlerimde donmuş iki damlasın!'

ESASEN bazı şeyleri çok kurcalamamak gerek…

Mahremiyetleri irdelememek gerek…

Olanı olduğu gibi bırakmak gerek…

Tabloyu bozmamak gerek…

Suyu bulandırmamak gerek…

Her hayat kendine özgü özgül bir ağırlığa sahip…

Yaşam böyle güzel…

Böylesi güzel…

O halde bizde aynı cümleyi söylemekle yetinelim. Zira hepimizin bir tenhası var.

Ve o tenhada kim bilir neler neler var.

Ne diyorduk?

'Gözlerimde donmuş iki damlasın!'

Ya Selam!