Global Ekonomi Ağı

Bugünkü ve yarınki yazılarımda, siz değerli okuyucularıma 2. Dünya Savaşı Sonrasında ABD tarafından inşa edilen ve bugün halen bunun sayesinde ABD’nin tartışmasız en büyük süper güç olmasını sağlayan global ekonomi ağını anlatacağım. ABD tarafından ekonomi temelinde inşa edilen bu ağ, teknolojik, kültürel, sosyolojik ve bilimsel yönleriyle desteklenerek ABD’nin dünyayı nasıl kontrolü altına aldığına bakalım şimdi. Günümüzün dünyasında, ülkelerin siyasi güçleri ve etki alanları ekonomik güçlerinden bağımsız olarak düşünülemez. 2. Dünya Savaşından sonra yeni bir icat olan nükleer enerjinin ve buna bağlantılı olarak nükleer bombaların şehirleri adeta haritadan silen büyük yıkım gücünü Hiroşima ve Nagazaki'de gören süper güçler ve müttefikleri, birbirleriyle doğrudan sıcak çatışma içine girmekten kaçınarak karşılıklı çıkar savaşlarını siyasi, kültürel, teknolojik ve ekonomik güç savaşı olarak devam ettirmiştir. Dünya’yı iki kutba ayıran nükleer güce sahip ezeli düşman olan ülkeler, birbirleriyle doğrudan çatışmaya girmekten her daim kaçınmış; Vietnam, Kore ve son olarak ülkece etkilerini yakinen gördüğümüz Suriye’de, el atından ve yer yer açıktan tarafları destekleyerek birbirlerine karşı siyasi üstünlük sağlama savaşına girmişlerdir. ABD ve Rusya, ordularının günümüzün askeri doktrini buna benzer bir biçimde dizayn etmiş, iyi bir ekonomi, teknolojiyle desteklenmiş, caydırıcı güç olma rolü verilmiştir. Bu iki süper güç birbiriyle askeri olarak asla savaşmamaları gerektiğinin çok iyi bilincinde ve aynı zamanda bu bilince sahipken her zaman savaşmaya hazır olmaları gerektiklerinin de bilincindeler. Şimdi gelelim Rusya’nın selefi SSCB’nin çökmesiyle sonuçlanan soğuk savaşın kilidi, ABD’nin inşa ettiği global ekonomi ağına.

Soğuk Savaşın iki büyük ülkesi olan ABD ve SSCB, dünya görüşleri farklı olan, farklı ekonomik rol modelleri benimseyen iki kutuptu aynı zamanda. Amerika, tam kapitalizmi savunuyor ve ekonomisini sağlam temellerde buna göre inşaat ediyordu. SSCB ise ideolojisinden gelen zorunluluklarla ekonomide devletin tam hakimiyetiyle yönetiliyordu. Soğuk savaşın iki kutbunun yakinen sıcak çatışma içine girmeden çökmesini sağlayanda tam olarak bu farklı ekonomik görüşleri olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika, savaşın rekabet ortamında know-how olarak aşmış Almanya ve Japonya’yı yok etmek yerineteknoloji ve sanayi tecrübelerinden yararlanmayı seçti. Birçok Alman ve Japon bilim adamının savaş sonrası ABD için çalıştığı, ABD’ye götürüldükleri bir sır değil. Buna karşın SSCB, komünizm kendi doğası "devlet sınırları olmayan eşit bir toplumdur" öngördüğünden, Dünya bu iki kutbun, iki ayrı görüşlerine ayrıldı.ABD’, İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik olarak kazananı, milliyetçilikten bıkan, yoksulluktan kıvranan uluslar içinde komünizm yegane ütopya olmuştu. Liberalizm, yatırım, serbest piyasa ekonomisini benimseyen uluslar ABD’nin yanında, Komünizm Doktrinini benimseyen uluslar SSCB yanında yer aldı. Bu rekabet ortamında ABD dahice bir şey yapıyor; Karl Max’ın sınırları olmayan devlet görüşünü ‘’Global Ekonomi Ağı’ olarak, sınırları olmayan ekonomi ağını kuruyordu. Karl Marx, 20. Yüzyıl sanayisini öngördü bu doğru ancak onun doğal olarak eksik gördüğü şeyler, onun zamanına olmayan internet, telefon, radyo, market zincirleri, avmler, kişisel arabalar vb. şeylerde bu yüzyılın realitesiydi. ABD, tıpkı sosyalist ideolojinin sınırsız ulus görüşü gibi, sınırsız bir ekonomi öngördü ve yarattı. ABD, devlet, ulus, milliyetçilik aklınıza ne gelirse sınırları olmayan bir ekonomik ağ oluşturdu. ABD, Hitler’in zamanının çok ötesindeki teknolojiye sahip Tiger Tanklarının aşamadığı Stalingrad’ı, Moskova’yı, hiçbir direnç görmeden ve aksine Sovyet Halkının isteğiyle, inşa ettikleri yeni ekonomik dünya düzeniyle aşmıştı. Marx’ın bunu göremediği gibi, Sovyet Liderleri de bunu öngörememişti. Sınırsız bir şekilde ilerleyen Amerikan ekonomik networkü alttan alta Sovyetlerin gücünü ve etki alanını kemiriyordu. ABD, ekonomik olarak bunu yaparken 70’li 80’lı yıllarda bu ekonomik hamlesini destekleyen üniversite ve liberalizm devrimiyle işi adeta bitirmişti. Peki bu ne demekti? ABD, savaş sonrası bilim akademilerini ilerleterek güçlü üniversiteler kurdu, üniversitelerine büyük bütçeler ayırarak Dünya’de eşi benzeri olmayan bir kültür devrimi yarattı. Aynı zamanda bu yaptıklarıyla sınırları olmayan ekonomi anlayışını daha da desteklemiş oluyordu. Bilimsel ve teknolojik üstünlüğü ele geçirmek için üniversitelere, ar-ge harcamalarına inanılmaz bütçeler ayırıyor ve aynı zamanda ekonomik olarak da bu yaptıklarının doğal bir sonucu olarak büyüyordu. Bütün bunlar olurken siyasi etki gücünü de bonus olarak ele geçiriyordu. Yani anlayacağınız tek bir hamleyle, Dünya’nın düzenini komple değiştirecek kazançlara ulaşıyordu. SSCB ise kaynaklarını askeri güce, ABD’ye karşı askeri üstünlük kurma stratejisine ayırıyordu. SSCB, uzaya çıkmıştı ama ABD, insanların eline bilgiye kolay erişim denilen süper bir teknolojiyi, en büyük silahı vermişti. Bunu da bilgisayar, televizyon, radyo, internet devrimiyle başardı. Artık insanların bilgiye erişimi gün geçtikçe kolaylaşıyor, Sovyetler gibi kapalı toplumlar bile dünyanın geri kalanından kolayca haberdar olabiliyordu. Bir bakımdan sosyolojik olarak da ABD’nin bu hamlesi, kendi çıkarları doğrultusunda ve kendi istediği yönde dünyayı değiştiriyordu. İşte bu bilgiye hızlı erişim, adeta Dünya’yı sarstı. Anlayacağınız ABD, doğru ata oynamıştı.

80’lerin sonuna geldiğimiz zaman ABD’de, 5 milyon bilgisayar varken SSCB’de, yalnızca 40 bin bilgisayar vardı. Zaten bunların büyük bir çoğunluğu da SSCB’de, askeri birimler tarafından kullanılıyordu. ABD, bilgiye erişimi bu kadar kolay hale getirirken bu teknoloji içinde, farklı parça tedarikleri sınırsız bir şekilde ABD Müttefiki olan başka ülkeler tarafından üretiliyor, ABD’nin ekonomik düzeni sınırları olmayan bir global ekonomiye doğru yol alıyordu. Tabi doğal olarak bu teknolojik devrimin üretimdeki kritik şeyler ABD’ye ait oluyordu. ABD, bu şekilde bütün Dünya’yı avcunun içine alan bir ekonomik ağ oluşturdu. Bunları yaparken kendi kültürünü de bütün uluslara tanıtmış oluyordu. PR Çalışmaları için milyarlarca dolar harcayan ülkeleri düşündüğümüzde ABD burada da bir taşla onlarca kuş sürüsü vurmuş oluyordu. Doğal olarak askeri bir çatışma için hazırlanmaya çalışan SSCB, böyle bir ekonomik ve kültürel devrimin karşısında tutunamıyordu. Bütün Dünya’da, ABD’nin global ağının karşısında tutunamayan SSCB’Nin, 25 Aralık 1991 tarihinde Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un istifa etmesinin ardından birliği teşkil eden cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla görecekti. Anlayacağınız ABD, kaleyi içten fethetmişti. Bütün Dünya’da, kolektif görüş çöküyor, bireysel görüş tarihte hiç olmadığı kadar altın çağını yaşıyordu. Müzik, kültür, yeme içme alışkanlıkları, aile hayatı tüm insanlarda değişiyordu. Yani ABD, Hitler’in silahlarıyla yapamadığını ekonomisi, teknolojisi, kültürel ve sosyal ihracıyla yapıyordu. Hatta bu konuda simge olmuş bir şeyden bahsetmek istiyorum. 1990 yılında Gorbaçov yönetiminde, ilk olarak Moskova'da açılan McDonald's açılışını hatırlayalım. Şubenin önünde büyük kuyruklar oluşturan meraklı Sovyet Halkı, ABD’nin 40 yıldır yapmaya çalıştığı şeylerde tam olarak başarılı olduğunu gösteriyordu. ABD, ezeli düşmanın şirketinin açılışında, saatlerce soğukta ve ayakta bekleyen ve bunu da büyük bir istekle ve merakla yapan SSCB halkı yaratmıştı. Bundan daha da ötesi, ünlü Sovyet Mareşali Jukov, 2. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra, Coca-Cola’yı denemiş, tadına hayran kalmıştı. Coca-Cola tüketir görünmenin hoş karşılanmayacağını bilen Mareşal Jukov’un isteğiyle, kendisine özel olarak votkaya benzer şekilde renksiz Coca-Cola üretilmiştir. Çok garip değil mi? Hitler’e karşı muzaffer olmuş bir komutan, düşmanın en meşhur ürünlerinden birini tüketmek için bu kadar çabalıyor…