Kıymetli kardeşlerim, muhterem okuyucularım, “İslam’ı İmha Yolunda Döşenen Taşlar” konulu son seri yazılarımla ilgili yaptığım birkaç görüşme ve müşahede ettiğim bazı tavırlar -bu yazıya taşımaya değecek kadar mühim olmamakla birlikte- bende, seriye bir virgül koyarak, bir değerlendirme yapmanın elzem olduğu kanaatini uyandırdı.

Kıymetli kardeşlerim, muhterem okuyucularım,

'İslam'ı İmha Yolunda Döşenen Taşlar' konulu son seri yazılarımla ilgili yaptığım birkaç görüşme ve müşahede ettiğim bazı tavırlar -bu yazıya taşımaya değecek kadar mühim olmamakla birlikte- bende, seriye bir virgül koyarak, bir değerlendirme yapmanın elzem olduğu kanaatini uyandırdı.

Her şeyden evvel, delillerle ortaya koyduğumuz, üzücü ama bir o kadar da hakikat olan manzaraya duyarsız kalmayıp, gerek yazımızın altındaki yorumlarda, gerek sosyal medya yoluyla, gerekse bizzat arayarak bize takdir, teşekkür ve dualarını ileten kardeşlerime çok teşekkür ediyorum, Allah hepinizden razı olsun.

Keza, geri dönüş yapmadığı halde ciddiyetle yazılarımızı takip eden ve sessiz çoğunluğu oluşturan kardeşlerimize de aynı şekilde teşekkür ediyorum.

Henüz yazılarımız kendilerine ulaşmamış, ulaştığı takdirde aynı hassasiyeti gösterecek iman ve basiret ehli diğer bütün millet evlatlarına da sesimizi duyurabilmenin azmi ve gayreti içindeyiz.

İnsanımızın bu konulara bu kadar ilgi gösterip önem vermesinin sebebi nedir diye düşündüm ve şunu anladım: Bütün tahrifat ve tahribatlara rağmen milletimizin derununda iman ve İslam aşkı var. Ve buna bağlı heyecan da… Evet, tezahür eden budur.

Bugünkü nesil, İslam uğruna şehadet şerbeti içen dedelerin torunları. İslam'ı gereği gibi yaşayamasa da, dinine kasteden tuzaklara asla razı olmaz, müsaade etmez, tepki gösterir.

Ne var ki yeri geldikçe ifade ettiğimiz üzere insanımız büyük ölçüde cahil bırakılmıştır. Olup bitenlerden haberi yoktur. Onun için bu millet evlatları bu halleriyle adeta uyuyan bir aslan yavrusuna benziyor. Uyanır kendine gelirse ecdadının tarihteki misyonuna sahip çıkacağından, İslam düşmanı oryantalistlerin taşeronluğuna soyunan tahrifatçıların bu ülkede istedikleri gibi at koşturmasına izin vermeyeceğinden şüphem yoktur.

Batıl ideolojilerini yalan, hile, saptırma, demagoji ve istismar üzerine kuran tahrifatçıların, uyuyan bu aslan yavrusunun uyanmaması için ellerinden ne gelirse yapmalarının sebebi budur.

I- ŞUURLANMAYA İHTİYACIMIZ VAR

Zafer, muvaffakiyet ve istikbal milletimizindir. Lakin bunun için şuurlanmaya ihtiyacımız vardır.

Cenab-ı Hak Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

'Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş kimseler iseniz üstün gelecek olan sizlersiniz.' (Âl-i İmran: 139)

Ayet-i kerimedeki 'gerçekten iman etmiş kimseler iseniz' ifadesi, meselenin odak noktasını teşkil ediyor.

Esasen bu ayette iki ana mesaj verilmektedir:

- Müminler mutlaka başarıya ulaşacak ve üstün geleceklerdir.

- Bunun için olmazsa olmaz şart, 'gerçek mümin' olmaktır.

'Gerçek mümin' olabilmenin de temelde iki veçhesi vardır:

- Davamız, yolumuz ve kurtuluş iksirimiz olan İslam'ın asliyet, safiyet ve ulviyetiyle bozulmadan kalması.

- İslam'a inanan müminlerin, şek ve şüpheden arınarak, dine ihlas ile bağlanması, takati yettiğince onu yaşamaya çalışması, Allah ve Resulüne, Kuran ve Sünnet'e sıdk u sadakatle teslim olması, aklını naklin ölçüleriyle tezyin etmesi, hikmet ve takvaya ulaşmaya çalışması…

II- GÜNÜMÜZDE İKİ ANA SORUNUMUZ

Burada ortaya iki de problemimiz çıkmaktadır. Ebedi hayatımızı tehdit eden iki büyük felaketten bahsediyorum:

Bir:

Allah'ın dini yüce İslam, tahrifat ve reform yoluyla bozulmak, asliyetinden uzaklaştırılmak, batı kültürünün esas olduğu çağın şartlarına ve batılı müşrik teologların heva ve heveslerine göre şekillendirilmek isteniyor. Dinlerarası diyalog, ılımlı İslam, tarihselcilik, tevhid-i edyan (dinlerin birleştirilmesi), sünnet ve hadis inkarcılığı bu hedef doğrultusunda ortaya konan plan ve projelerden bazılarıdır.

Evet, Allahu Teala İslam'ı koruyacağını vadetmiştir. Ama bu daha ziyade Kuran'ın 'lafzen' korunması, lafzın tahrifine müsaade edilmemesi demektir. Kuran'daki kelime ve kavramların 'manaca' tahrifi ise bir vakıadır. Elbette ki bu da kalıcı olamaz ve olamayacaktır. Ama ortalığın toz duman olduğu böyle bir hengamede pek çok mümin aldanarak veya farkında olamayarak imanını kaybedebilir. Günümüzde yaşanan birinci büyük tehlike budur.

İki:

Karşı karşıya olduğumuz ikinci felaket ise ferdî plandaki iman buhranıdır.

Allah ve Resulünün tarif ettiği, 'edille-yi şeriyye' ile ilahi bir hayat nizamı olarak sistemleşen İslam, 'gelenek' adı altında tenkit ve sorgulamaya açılırken; buna mukabil İslam'la açı yapan her türlü reformist fikir ve telakki alkışlanır olmuştur.

Bunu yapanların İslam'a aidiyet iddiasında olmaları, saf, iyi niyetli, ama cahil bırakılmış büyük mümin kitlesini etkilemekte, bu da vahametin boyutunu artırmaktadır.

İslam düşmanları dört koldan İslam'ın kimyasını bozmaya, müminleri sapkınlığa, bidatlere, dalalete ve küfre sürüklemeye çalışıyorlar.

Temel problemimiz bu olunca, çalışmamız gereken ana sahamız da kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır. 'Ben Müslümanım ve yüce dinime hizmet etmek istiyorum' diyen herkes, mutlaka bu saha üzerine yoğunlaşmalıdır.

III- DÜNYAYI ÇOK SEVMEK VE ÖLÜMDEN KORKMAK

Bu vahim durum karşısında İslam'a ve imanımıza sahip çıkmak, bunu dert edinmek ve hayatımızın gayesi yapmak hepimizin vazifesidir. Yaradılışımızın gayesi bu değil mi zaten? (Bak: Zariyat: 56.)

Burada objektif olmak adına bir gerçeği de ifade etmek istiyorum:

Yukarıda bahsettiğim, yazılarımıza gösterilen teveccühe rağmen, az da olsa meseleye ideolojik yaklaşıp başka maksatlar taşıyan ya da dünyevi menfaatler peşinde koşanların, gerçekler karşısında körlük yaşadıklarını da görüyoruz. Kimi mensup olduğu kurumu, kimi malını, ticaretini düşünerek, kimi de keyfinin bozulacağı evhamına kapılarak gerçeklerle yüzleşmekten kaçabiliyor. Bu sebeple de bu yazılarda anlatılanların apaçık gerçekler olduğunu gördükleri halde, mesela bir tuşa basıp beğeni yapmaktan dahi imtina edecek kadar korkak ve ürkek davranabiliyorlar. Bu son cümlemle yanlış anlaşılmak istemem. Elbette kimse kimsenin paylaşımını beğenmeye mecbur değildir. Yahut insanların karakter yapıları, imanî hassasiyetleri sosyal medya aktiviteleri üzerinden ölçülemez. Lakin ben müşahede ettiğim ve son derece ibret verici bulduğum bazı tutumlara binaen böyle bir tespitte bulunuyorum.

Dünya hayatına kapılıp keyif ve düzenlerinin bozulmasını istemeyenler, kemiyet olarak İslam ümmeti içinde yer alsalar da, onların varlığı bir boşluk doldurmaz. Ne dosta güven ne de düşmana korku verecek bir vakar ve heybete sahip değildir onlar.

Hz. Sevban'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

'Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.'

Birisi 'Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?' dedi.

Rasûlullah (s.a.v.), 'Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak' buyurdu.

Yine bir adam 'Vehn nedir ya Rasûlullah?' diye sorunca şöyle cevap verdi:

'Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.' (Ebu Davud, Melahim, 5)

İşte dünyaya aşırı bağlılık ve ölüm korkusunu evhamla aşırı büyüterek yaşanan bu psikoloji, bugün bir hastalık olarak birçok müslümanı pençesine almış bulunuyor. Böyle bir nasipsizliğe duçar olanlar, üç günlük dünyayı tercih ve ebedi hayatlarını da ihmal ederek, kendilerini kendi elleriyle korkunç bir tehlikeye atmış oluyorlar. Allah'tan çok, menfaatlerini kaybetmekten korkuyorlar.

Yine bu tip kişilerin içinden, az bir paraya dinini satanlar da çıkabiliyor.

Menfaatiyle dini karşı karşıya geldiğinde menfaatini tercih etmek ve böylece dinin tahrifine göz yummak, Kuran'da şöyle anlatılır:

'Allah'ın indirdiği kitaptan bir kısmını gizleyip onu az bir bedel ile değişenler (var ya); işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah, onlarla ne konuşacak, ne de onları arıtacaktır. Onlar için elem dolu bir azap vardır.' (Bakara: 174.)

Cenab-ı Hak biz müminlere safımızı iyi belirlememizi ve ciddiyetle davamıza sarılmamızı emrediyor. Kuran'da bu hususta birçok ayet bulunmaktadır. Örnek olarak Tevbe: 24'ü mealen aktaralım:

'De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah'tan, peygamberinden ve O'nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.'

Ayette geçen 'Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin' ifadesi, tefsirde 'Allah dünyada veya ahirette sizi cezalandırıncaya kadar bekleyin' manasıyla açıklanmıştır. (Ali Sabuni Tefsiri, c: 2, s: 449.)

Esasen bu ayet-i kerimede Allahu Teala bize 'İslam'daki safınızı belli edin, samimiyetinizi gösterin. İki günlük peşin dünyanın adamı mısınız, yoksa hak yolunda mücadelenin neferi misiniz; bunu ortaya koyun' demek istiyor. Nitekim Cenab-ı Hak insanların peşin denen dünya hayatını sevdiklerini ve ahireti önemsemeyip tehir ettiklerini de haber vermektedir:

'Hayır! Doğrusu siz peşin olanı (dünyayı) seviyorsunuz. Ve ahireti terk edip bırakıyorsunuz.' (Kıyame: 20 – 21.)

Ebedi hayatının teminatı olan din ve imanına sahip çıkmayan kimse acaba ne için yaşar? Koca bir ömrü, ancak oyun oyuncak olan aldatıcı dünyanın peşinde koşarak tüketmek ne büyük zavallılıktır. Halbuki ecel ne bir an ileri gider, ne de bir an geri kalır (Âl-i İmran: 145). Batıl ve boş davaların zebunu olup kendine yazık edenlere ne kadar acınsa azdır.

IV- MESELENİN MİLLİ BOYUTU

Konuya bir de içtimai yönüyle, milli boyutuyla bakalım:

Esasen asırlar boyu devam eden hilal - haç mücadelesi, bize istikametimizin ne yönde olması gerektiğini ihtar etmektedir. Buna göre Müslüman Türk milletini tarihten silmenin bir safhası olan 'şark meselesi' bitmemiştir. Ecdadımız Osmanlıya 'hasta adam' diyenler, onların torun ve varisleri olan bizleri de ölü görmek, vatan topraklarımızı kendi aralarında pay etmek istiyorlar. Tehlike bu kadar büyüktür.

Ama ne acıdır ki biz milli idealini bilen, İslam davasının sorumluluğunu taşıyan insanlar yetiştiremiyoruz. İnsanımız geçim derdine düşürülmüş, bu ulvi davadan uzaklaştırılmıştır. Bu gidiş bizi millet olarak varlık yokluk badiresine sürüklemektedir. Ya olacağız ya da öleceğiz; tercihimizi buna göre yapmak zorundayız.

Dinine, inancına, akaidine ters düşmenin bedeli olarak yaşanmış Endülüs faciasını bir hatırlayalım. Hiç mübalağa yapmıyorum, bugün millet olarak bizim de gidişatımız Endülüsleşmeye doğrudur.

Şunu unutmayalım: Bir millet için kültürel yıkım, çöküşün en müessir sebebidir. Milleti millet yapan, öncelikle manevi unsurlardır. Bunlar da -bizim milletimiz için söylüyorum- en başta İslam, ahlak, milli ideal, bayrak, sancak, milli ve manevi değerlerimizdir. Toprak, nüfus, yer altı ve yerüstü zenginlikleri, bunlardan sonra gelir. Bunlara da maddi unsurlar denir. Bir milletin maddi unsurları tehlikeye düşse de, manevi unsurları sağlam ve onlara bağlılık da tam ise, eninde sonunda kurtulur. Ama bu aslî unsurlar dejenere olduğu zaman, bu sebeple zuhur eden kaybın telafisi pek mümkün değildir.

Bir diğer mühim gerçek de şudur:

Dünyada hiçbir millet veya devlet, kendi sonunu hazırlayacak bir gidişata müsaade etmez. Ama ne yazık ki bugün biz Müslüman Türk milleti olarak göz göre göre ve hızla manevi ve milli bir badireye sürükleniyoruz.

İslami ölçüleri ve istikameti korumakla sorumlu olan Diyanet, şayet dinlerarası diyalog, Ilımlı İslam ve tarihsellik gibi dış kaynaklı projelere alet olup destek vermeye devam ederse bu vahamet daha da hızlanır.

Yazılarımızda ortaya koyduğumuz üzere bugün yaşadığımız acı gerçek budur.

Ölçüyü koruması gereken kurum, Urfa ve Mardin'de olduğu gibi dinlerarası diyalog tuzağına düşerse, akaidi daha kim savunacak?

Bu sebeple Diyanet'in istikametini kaybetmesi, yediden yetmişe bütün bir milletin de savrulmasına sebep olur. Biz bu gerçeği anlatarak Diyanet müntesiplerini uyarmak istiyoruz. Bizim onlara şahsî bir garazımız, düşmanlığımız yoktur; olamaz da. Üstelik birçok yakınımız, dost ve arkadaşımız da bu camia içinde hizmet vermektedir. İstikamet üzere olan, ehl-i sünneti baş tacı eden kıymetli Diyanet personelini elbette ki işin dışında tutuyoruz. Bizim uyardıklarımız, İslam'ın tevhid akaidini ihlal ederek şirke bulaşmış muharref din mensuplarının tuzağına düşenlerdir.

Bu şartlar altında samimi müminlerin İslam'a daha da güçlü sarılmaları hayati önem taşımaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu tip bozulmalarda her Müslümanın, özellikle de ilimden biraz da olsa nasip almış olanların, imkan ve takatleri nispetinde hak ve hakikati savunmalarını emretmekte, bunu yapmayanlara lanet olduğunu haber vermektedir:

'Fitneler -veya bidatler- ortaya çıkıp da ashabıma sövüldüğü vakit, alimler doğru bildiğini açıklasın. Bunu yapmayan kimseye Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun. Allah onun ne ibadetini ne de tövbesini kabul eder.' (Deylemî, el-Firdevs, I, 321; Şatıbi, el-İ'tisam, s:65.)

Hiç kimsenin, hiçbir makam veya kurumun, dine yeniden şekil vermeye kalkışmaya hakkı yoktur. Buna asla duyarsız kalınamaz. Ama buna dair mücadele, mevcut şartlarda ilmî ve hukuki çerçevede yapılmalıdır.

Aldatılmış veya gaflete düşmüş kimselerin, devlet ve millet gemisini delmesine de müsaade edilmemelidir; çünkü hepimiz bu geminin içindeyiz. Bu geminin batması demek, vatanı ve milletiyle Müslüman Türk dünyasının kadim düşmanlarının iştihasına sunulması demektir. Mesele bu boyutuyla hem dinî ve hem de millidir.

Bu mücadeleyi vermek, 'din ve vicdan', 'fikir ve kanaat hürriyeti' çerçevesinde en tabii hakkımızdır. Allah'a hesap verebilmemiz, tarih ve millet önünde yüzümüzün ak çıkması için buna mecburuz.

Ezcümle biz mukaddesatımızın, akaidimizin, manevi ve milli değerlerimizin, milletimizin birlik ve beraberliğinin korunmasını istiyor ve bunları savunuyoruz.

Son olarak şu gerçeği de ifade etmeliyiz ki, bu vahim gidişat, ancak devlet iradesiyle durdurulur. Bu hususta gerekli tedbirler alınmalı; milleti millet yapan unsurların tahrip edilmesine müsaade edilmemelidir. Unutmayalım ki bu millet ancak yüce dinimize asliyetiyle sarılarak ve bundan beslenen milli ve manevi değerleriyle bütünleşerek ayakta kalabilir. Bunun şuurunda olarak hareket edilmelidir. Yarın çok geç olmadan…

Biz kendi uhdemize düşeni yapmak adına 'İslam'ı İmha Yolunda Döşenen Taşlar'ı anlatmaya kaldığımız yerden devam edeceğiz Allah'ın izniyle.