Geçti lorun pazarı kır dümeni kaymağa

Bir varmış iki yokmuş; Yaratan tek, yaratılan çokmuş. Yaratan’ın yaratıp da uzaya salıverdiklerinden biri de Dünya’ymış. Bu gezgin gezegen, hem kendi çevresinde hem de başka gezegenlerin çevrelerinde dolanır dururmuş. Dünya adlı bu gezgin gezegenin üzerinde pek çok ülke varmış. Bunlardan biri de üç tarafı denizlerle çevrili, dağları haleli, ovaları lüleli, ırmakları da küpeli bir hilal ülkeymiş.

Bu hilal ülkenin insanlarının yürekleri sevgi ve duygu yüklüymüş. Tek olumsuz yönleri kanmaya ve kandırılmaya meyyal oluşlarıymış. Öyle ki bu ülke insanının eline iki külah çekirdek verip kulağına da bir çift dualı söz söyledin mi “tamam”, der, çıkarı için dost görüneni gerçek dostu bilir, peşine takılır; kışın tipisine, davulun sesine, zurnanın tepesine aldırış etmeden ardından gidermiş. Gitmekle kalmaz yürekten bağlandığı ve düzgün gördüğü yamukların; sarayları, saltanatları, rahatları ve de uçan atları için her türlü fedakârlığı yaparmış. Çoğunluğu çıkar maskeli bu emici ve kemiriciler, yürekleri temiz ülke insanlarının duygularını sonuna kadar istismar eder, sonra da sazlarını kirişe asar, hükümleri ve dikimleri baki kalsın diye yasa üstüne yasa çıkartırlarmış. Yasa ile kalınsa iyi; inandırarak kandırdıklarına da birer fiş takar, onları kendilerince kurguladıkları müziğe ayak uydurarak oynamaya zorlarlarmış. Modern zamanların en gözde oyunu ise “Mış Mış Mış Hani Bana Alkış”, mış . Zokayı yutanlar toplu ama her biri tek başına “aman da aman ne güzel bu kaval”, der; der de kendilerine çizilen sahanın dışına çıkmamak koşuluyla çılgınca oyarlarmış. Oyuna ayak uyduramayanlar da saha kenarında alkışlamaya mecbur tutulurlarmış. Öyle, “ben alkışlamam demek” lüksü de yokmuş. Zira insanlarını mış mış oynatarak mankurtlaştıranların çıkardıkları yasalarla yönetilen bu ülkenin demir parmaklıkları çokmuş. Mankurtlarının büyük bir huşu içerisinde“Mış Mış Mış Hani Bana Alkış” oynamasını seyreden “Ağam olası Ömerler de “bu tablo benim eserim, ritminin her zerresinde vardır alın terim ve de fırça izlerim”, der bu arada da gemiciklerine yükledikleri konteynırlarını tıka basa doldururlarmış.

Bu durum; ne dedin usta! Etme adamı hasta. Laf gediğine girdi diye mi bu kaşıntın? Önce dinle, dinle de acılı köfteyi nasıl kokuttuğunu gör. Öyle Hz. Hüseyin’e ağlayıp Yezit ile iş tutma ayaklarını da bırak. Niye yüzün şekli değişti! Gerçeğin kılçığı nazik yerine mi battı. Bak, nereden nereye geldin; çapına, küpüne bakmadan başımıza usta kesildin. Seni köftehor seni! Nasıl olsa son-ucun değişmeyeceğini sen de biliyorsun. Öyle ya davanın maktulu iken mazlumu rolüne soyunmakla kalmayıp savcısı, mübaşiri, yaz kızımı, hâkimi olmaya kalkışırsan olanlardan ve olacaklardan kaşıntı duyman kadar olağan ne ola ki… Neyse doğmadan gün olmadan kaza biz yine dönelim konumuza.

Efendim, son yıllarda şirin bir o kadar da derin olan bu ülkenin saf insanlarının süzeklerini, bileklerini, dileklerini ve de belleklerini iyi etüt eden; sıfatlarını, zarflarını ve zaaflarını irdeleyen tarihi derinlikleri loş, bodur bilgili umut tacirleri, ülkenin başına yeni bir çorap örmek için bir büyük çalışma başlatmışlar. En büyük silahları slogan ve acılı soğan olan bu muhteremler, bastı bacak, kırıldı nacak, bizdedir en büyük açacak diyerek yola koyulmuşlar. İçeni uyuşturan, adsızlaştıran “Ak Köpüklü Âlâ Gazoz” adı altındaki fabrikalarının daha seri imalat yapması için kollarını yeniden sıvamışlar.

Bir yandan da yalan sarması, riya cacığı, takiye dolması, vurgun pilavı, soygun döneri ve guguk salatasından mürekkep yemekleri ile “yeni" lokantalar açarken bir yandan da menşei belirsiz etleri haşlayıp ürettikleri gazozlarla birlikte satışa sunmuşlar. Medyayı kullanmayı ve renkli reklamı ağababalarından öğrenen bu işletme sahipleri, kanmaya dünden meyyal bu ülke vatandaşlarını da ürettikleri gazoza alıştırmışlar. Lafla peynir gemisi yürütme olgusunu, diş dolgusuna getirip önce keselenmiş sonra da iki perçem üç tarakla kâkül ve zülüflerini düzeltme yolunu seçmişler. “Bal tutan parmağını yalar”, atasözünü de atalarına bağlılıklarının bir nişanesi olarak çerçeveletip aş evlerinin duvarlarına asılmışlar. Şimdilerde en büyük hedefleri; lor pazarından kaymak panayırına terfi etmekmiş.

Zurnadan peşrev olur mu? Seninki de soru mu? Zurnayı tanımayan peşrevi ne bilsin. Anası ağlayanın gözyaşını, ağlama numarasına yatanlar nasıl silsin? Her neyse hiçbir kuş kendiliğinden girmez kafese. Ne diyelim kendi karar vermişse. Gerçi karar vermek için de düşünmek gerekir ya! Zaten düşünse, düşünebilse… Ne dersiniz, sevgili kaval severler bu gidişle daha çok sağı solu yoklar ve de daha çok nane koklarız ya! Yine de biz, olanları ve de olacakları hayra yorup sözü delmelim; “Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler.”