Şairin dediği gibi  “Bülbül kovuldu mu dil bahçesinden / Gak gak, karga;  vak vak  kurbağa gelir”. Burada denildiği gibi bülbülün kovulmasından sonra  kargalar veya kurbağalar cemiyeti işgal edebildikleri/edebilecekleri  gibi  toplumun dil endazesi  bozularak da  dilimiz “kuşa” çevrilebilir.

“Bülbül kovuldu mu dil bahçesinden

Gak gak, karga; vak vak kurbağa gelir”

Şairin dediği gibi “Bülbül kovuldu mu dil bahçesinden / Gak gak, karga; vak vak kurbağa gelir”. Burada denildiği gibi bülbülün kovulmasından sonra kargalar veya kurbağalar cemiyeti işgal edebildikleri/edebilecekleri gibi toplumun dil endazesi bozularak da dilimiz “kuşa” çevrilebilir.

İnsan sosyal bir varlıktır. Münferit yaşaması mümkün değildir. Kısa süreli yalnızlıklara ihtiyaç olabilir. Fakat uzun bir süre insanın hiçbir kişiyle temas kurmaması onu insani olmaktan uzaklaştırır. İnsanın hem konuşmaya hem de dinlemeye ihtiyacı vardır. Sadece konuşmak veya sadece dinlemek gibi davranışlar normal kabul edilemez. Sürekli konuşan ve hiç dinlemeyen veya mütemadiyen dinleyen ve hiç ağzını açmayan insan tipi “normal” değildir.

Dilin çok farklı tanımları/tarifleri yapılmaktadır. En kısa şekliyle dili şöyle tanımlayabiliriz; Dil, insanların öncelikle yaşadıkları dünyadaki hemcinsleri ile yaşadıkları anı anlamlı kılmak için geçmişiyle/mazisi ile anlaşmasını temin eden ve böylece geleceğe ilerlemesine zemin hazırlayan bir çok önemli bir vasıtadır.

Yukarıda vermeye çalıştığımız tarifte “yaşadığımız dünya ve mazi ” ifadesiyle meselenin iki boyutu anlaşılmalıdır. Bunlardan birisi beynelmilel/milletlerarası boyutu diğeri milli boyutudur. Meselenin milletlerarası boyutunda yabancı dil vardır. Yabancı dil meselesi bir başka makale konusu olarak ele alınması gereken cesamette/boyutta olduğundan burada kısaca şunu hususun altını çizmekte fayda görülebilir; yabancı dil kesinlikte öğretilmeli ve öğrenilmelidir. Ancak yabancı dilden önce “tanıdık” dil yani kendi öz dilimiz doğru dürüst öğrenilmeli ve aynı kıvamda dilin sağlıklı yaşanması hususunda gerekli hassasiyet/ihtimam gösterilmelidir.

Herkesçe bilindiği üzere dil bir milletin en önemli ortak paydalarından birisidir. Yani bir millet o müşterek noktaya dayanarak birlik ve beraberliğini kuvvetlendirir ve devam ettirir.

Bir milleti diğer toplumlardan ayıran bir unsur daha vardır; irfan/kültür. İrfan/irfanın/kültürün de bir çok tanımları yapılmaktadır. Doğrusu ve orijinali “irfan” olan irfan/kültürü, bir milletin davranış biçimi, tavrı şeklinde tarif etmek mümkündür. İrfan, bir anlayış ve kavrayış demektir. Anlamak ve kavramak için ihtiyaç duyduğumuz en önemli araç/vasıta kavramlar/ıstılahlar/tabirlerdir. İşte bütün mesele burada düğümlenmektedir. Bir teşbih/benzetme yapmak gerekirse kavramlar/ıstılahlar vücudumuzdaki uzuvlarımız/organlarımız (el, ayak, göz, ağız, dil, diş, dudak vs) gibidirler. Bunlar sakatlandığı zaman veya hareket kabiliyetini kaybettiği zaman, normal bir hayat söz konusu olamaz.

İrfan/kültür ile dil arasında etle tırnak, can ile ten gibi adeta birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir ilişki ve münasebet vardır. İrfan/kültür veya irfan kısa zamanda oluşan değerler değildir ve olamaz. Uzun bir zaman sürecinde ve yavaş yavaş/tedricen teşekkül eder. Uzun ve yavaş teşekkül eder derken irfanın/kültürün “tedrici” yönüne dikkatleri çekmek istiyoruz.

İrfan//kültür dediğimiz olgu, kendiliğinden oluşmadığı gibi insansız da düşünülemez. Zaten kainatta dünya adını verdiğimiz gezegenin/seyyarenin anlamlı hale gelmesinde temel faktörün insan olduğu bilinen bir gerçektir..

Yukarıda irfanı/kültürü “bir milletin davranış şekli” olarak tanımladık. Eğer irfan/kültür, bir milletin davranış şekliyse o halde yaşayan bir olgudur. Peki bir irfana/kültüre can veren unsur nedir? Bir irfanın/kültürün yaşabilmesi için öncelikle iki “gıdaya” ihtiyacı vardır. Bunlardan birisi mensup olduğu milletin diliyle bütünleşmiş olması diğeri de farklı bir irfanla/kültürle sağlıklı bir temas içinde olması. Şimdi bu iki önemli hususu kısaca ifade etmeye çalışalım.

Bir kültürün yaşaması ve yaşatması için mensup olduğu milletin diliyle bütünleşmiş olmalıdır. İfade edilmek istenen meselenin biraz daha sarahatle/açıklıkla anlaşılabilmesi için tersinden bakalım; yani bir toplumun kültürü kendi diline yabancı olabilir mi? Normalde olmaz ancak yapılmak istenebilir. Nitekim bizde olduğu gibi. Şöyle örneklendirerek anlatmaya çalışalım; Topkapı Sarayına girdiğimiz zaman hissetmiş olduğumuz duygu veya Milli Mücadele döneminin kalbi olan ilk meclis binasının içine girip o mütevazı sıralara oturduğumuzda içimizde şekillenen duygu ile yabancı bir turistin aynı mekanları gezdiğinde hissettiği duygu arasında acaba ne kadar fark vardır veya fark var mıdır?

Portrelerinde gücün/kuvvetin simgesi olan kılıcı değil muhabbetin/sevginin rumuzu olan çiçeği tercih eden Fatih Sultan Mehmed’e baktığımızda bizde hangi “anlamlı” duygular teşekkül etmektedir. Avnî mahlasıyla yazmış olduğu şiirlerini okuduğumuz zaman acaba hangi duygusunu paylaşabiliyoruz. (devam edecek)