Devlet ve millet

Geçen yazımızda şöhret olmaya hevesli genç “siyaset teorisyeni”nin “yeni devlet kurma”ktan dem vuran beyanları üzerinde durmuştuk.

Bugün biraz da kavramsal düzeyde ele alalım isterseniz konuyu...

TDK sözlüğünde “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık” olarak tanımlanıyor devlet.

Bu tüzel varlığın yönetim organlarından söz edilirken de kısaca devlet tabiri kullanılıyor.

TDK sözlüğü örnek olarak Mahmut Şevket’ten “Devlet hizmetinde epeyce ileride sayılanlardan olsa gerek” cümlesini almış.

Tabii devlet kelimesinin zihinlerde uyandırdığı başka çağrışımlar da var.

Talih, azamet, saadet, makam, mevki gibi…

Bizim gibi geleneklerine bağlı toplumlarda bir kutsiyet de atfedilir devlete…

Anadolu insanının nazarında mahalle bekçisi bile “devlet”ti bir zamanlar.

Öttürdü mü düdüğünü, esas duruşa geçilirdi.

Şimdilerde devleti temsil eden valiyi, kaymakamının bile itibarı erozyona uğradı.

Bu erozyonda “devlet”i ele geçirmeyi hedefleyen o malum yapının ilk göz diktiği yerlerin o mevkiler ve makamlar olmasının da etkisi var tabii.

İbni Haldun, mülk ile devlet kelimelerini birbirinin yerine kullanıyor.

İbni Haldun’a göre kan ve nesep bağının ortaya çıkardığı “asabiyye” olgusu güçlü olan göçebe topluluklar yerleşik hayata yöneldikçe bir yönetim ihtiyacı ortaya çıkar ve bu topluluklar arasında mücadeleyle, savaşla, cesaretle, zenginlikle veya başka yeteneklerle gücünü kanıtlayan egemen bir iradeye ulaşır.

İbni Haldun’un devlet teorisinde hükümdarın özel bir yeri vardır. Alttan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya bir yapılanma daha çok öne çıkar.

Bu teoride dönemin devlet yapılarının yansıması vardır.

İbni Haldun’a göre asabiyye zayıfladıkça, adaletten sapılıp zulüm idarenin otoritesini tesis için bir yöntem olarak seçildikçe ve mali yapı bozuldukça devletin yakılması da kaçınılmaz olur.

Asabiyye ve mali yapı güçlü olup adil bir yönetim sergilendikçe de umrana ulaşılır.

Yani medeni bir devletin yolu, siyaseten ve maddeden güçlü olmanın yanısıra adil bir yönetimden geçer.

***

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu İbni Haldun’un teorisini tam olarak yansıtmaz.

Zira ilk kurulan bir devlet değildir.

Yani göçebe toplulukların yerleşik hayata geçişi ile oluşmuş köklü bir devlet geleneğinin devamıdır Türkiye Cumhuriyeti.

Bu yeni devlet, eski cihan devletinin küllerinden doğarak inşa edilmiştir.

Milli mücadele neticesinde şehit kanıyla kurulmuştur.

Buna rağmen Hüdainâbit bir yanı da yoktur.

Ankara’daki Meclis ilk toplandığında İstanbul’daki Meclis-i Mebusanın devamı gibidir.

Gündemin ilk maddesi, Meclis-i Mebusanın işgal güçlerince dağıtıldığı sırada gündemde olan ağnam vergisi ile ilgili kanun, Büyük Millet Meclisinin de ilk gündem maddesi olmuştur.

Dualarla açılan Meclis’in, İstanbul’un işgal güçlerinin elinde oluşu sebebiyle Ankara’da toplandığına vurgu yapılmış, padişahın düşman elinde esir olduğundan söz edilmiştir.

Bu yüzden saltanatın kaldırılmasına kadar olan döneme “üçüncü meşrutiyet” diyenler olmuştur.

Yani Ankara Meclisi fiilen yeni bir devletin temel organı gibi görev yapsa da kağıt üstünde de olsa hukuken Osmanlı Devletinin Meclisi gibi çalışmıştır.

Yani “devlet” tektir.

Lozan anlaşması ile Osmanlı Devletinin hukuki varlığı sona erdikten sonra yeni devletin adı konmuştur:

Türkiye Cumhuriyeti.

Eskiden “padişah” ve “halife” kavramları “devlet”le özdeş iken, yeni devlette “kuvvetler birliği” ilkesi benimsendiğinden “devlet”i meclis ve hükümet temsil eder olmuştur. Halk fırkasının kurulmasından sonra da “parti” hepsini kapsayan bir nitelik kazanmış, “parti” ile “devlet” özdeş hale gelmiştir.

Ta ki çok partili hayata geçene kadar.

Daha doğrusu fiilen demokratik düzenin tesisine kadar.

1950’dan sonra mücerret devlet kavramı gücünü zihinlerde muhafaza etmekle birlikte hakimiyet gerçek anlamda millete geçmiştir.

15 Temmuz’da ise millet devletine sahip çıkmış; bu toprakların gerçek sahibi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.

Allah bu milleti yeni bir devlet kurmak zorunda bırakmasın.