Derdini Marko Paşa'ya Anlat

Yöneten ile yönetilenler arasında duvarlar olmaması, vatandaşın etkin bir şekilde yöneticilere isteklerini, şikayetlerini iletmesi ve bunlara çözüm bulunması, demokratik hukuk devletinin temel özelliklerinden biridir. Vatandaşının dertleriyle dertlenmeyen, kısık seslere kulağını tamamen kapatan yönetimlerin muvaffak olamayacaklarını tarih bize birçok kez göstermiştir. Sosyal devlet olmanın gereği olarak; ekonomik ve toplumsal konularda yurttaşlarının tümüyle ilgilenmek bir lüks değil, zorunluluktur. Devlet adamlarıyla yurttaşları arasına örülecek duvarlar, yurttaşların seslerinin yöneticilere ulaşmaması aynı zamanda çok sesliğe engeldir. Demokrasinin ve hukukun olduğu yerde vatandaşın sesinin her sesten daha değerli olması bir realitedir. Vatandaşının sesine, derdine kulak vermeyen idarecilerin görevlerinde başarılı olamayacağı da su götürmez bir gerçektir. Madem vatandaşın derdi, sesi dedik, Marko Paşa’dan bahsetmeden bu konuyu geçmek olmaz. Osmanlı’da vatandaşın dertlerini dinlemesiyle meşhur Marko Paşa’yı anlatalım biraz.

  1. yüzyılın Payitahtında, derdi olan vatandaşların çözülemeyen sorunlarını dinlemesiyle ve çözüm bulamamasıyla meşhur, nam- ı diğer Marko Paşa. Asıl adı Marko Apostolidis olan Marko Paşa, 1814 yılında bugün Yunanistan sınırları içerisinde yer alan Syros Adası’nda doğdu. İlk ve orta öğrenimini Syros’ta tamamlayarak, ailesiyle birlikte geldiği İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’yi bitirerek askeri hekim olarak mezun oldu. Mezun olduktan sonra cerrahi klinikte muallim muavini olarak göreve başladı. Osmanlı’da cerrahlığıyla meşhur olan Marko Paşa, Mirliva yani günümüzün rütbesiyle Tuğgeneral olan ilk doktor olmuştu. Sultan Abdülaziz döneminde hekimbaşı olarak yükselişini sürdürdü. 1871 yılında bugünkü adıyla İstanbul Tıp Fakültesi olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de ders nazı olarak görev yaptı. Aynı zamanda Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyetinin kuruluşunda büyük çaba sarf etti. Meclis-i Âyan üyeliği de yapan Marko Paşa, 1888’de Burgazada’da vefat etmiş, Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri ve öğretmenlerinin katıldığı bir cenaze merasimiyle Kuzguncuk’ta ebedi güzergahına defnedilmişti.

Hayatı boyunca hep sosyal faaliyetlerin içerisinde yer alan Marko Paşa, renkli bir kişiliğe sahiptir. Hem doktor, hem asker, hem ders nazırı ve hem de ayan meclisi üyesi olarak her daim vatandaşların derdini dinlemeyi kendine yegane görev bilmişti. Dert babası olan Marko Paşa, elbette herkesin derdine çözüm üretemiyordu. İşte bugün deyim olarak kullandığımız ‘’Anlat derdini Marko Paşa’ya’’ ifadesindeki nev-i şahsına münhasır özelliği buraya devreye giriyordu. Derdini dinlediği ama çözümü konusunda elinden bir şey gelmeyeceğini anladığı kişilere karşı, onları bıktırana kadar sorduğu; ‘’Onu anladık da şimdi sen tam olarak ne demek istiyorsun?’’ ya da ‘’Anladık ama ne?’’ sorularıyla meşhur oluverdi. Bu konu hakkında anlatılanları doğrular bir şekilde Marko Paşa’nın torunu Despina Anats şunları ifade söylemiş: “Marko Paşa için kullanılan “Derdini Marko Paşa’ya anlat” deyişinin neden söylendiğine dair elimde iki cevap var. Bunlardan biri Marko Paşa Osmanlıca’yı iyi bilmediği için gelen hastalarına devamlı ‘Anlaşıldı. Fakat ne demek istiyorsun?’ derdi ve çözüm üretemezdi. Bunun üzerine ‘Derdini Marko Paşa’ya anlat’ deyişi çıktı. Bir diğeri ise Jön-Türkleri şikayete gelen Rumları yine ‘Anlaşıldı, fakat ne demek istiyorsun?’ diyerek bıktırıp geri çevirirdi. Şikayete gelenler dertlerine çözüm bulamadan geri dönerdi. Marko Paşa’nın hastaları uzun uzun sabırla dinleyip onlara manevi huzur ve rahatlık verdiği söylentisi gerçek değil.” Dert babası olan Marko Paşa, kaderin bir cilvesi olsa gerek; başhekim olduğu dönemde sarayda yapılan fazla harcamalardan ötürü sorumlu tutulmuş ve hakkında tahkikat başlatılmıştı. Açılan mahkeme sonucunda 2 bin lira ödemeye mahkum edilmişti. Mali durumu bunu karşılamaya yetersiz olan Marko Paşa, suçsuz olduğunu belirten bir savunmayla Sultan II. Abdülhamid’e mektup yazmıştı. Ömrü bu mektubun cevabını görmeye yetmeden Marko Paşa vefat etmişti.

Yönetici olmak, yönetmek bu hayattaki en zor işlerden biridir. Yönetici olmak demek, yaptığı her davranıştan ötürü, söylediği her sözden ötürü değerlendirilmeyi de birlikte getirir. Aynı zamanda yönetici olmak adaletli olmayı, hukuka saygılı olmayı, hakkı hak bilip adaletle hükmetmeyi, batılı batıl bilip ondan uzak durmayı gerektirir. Yöneticiye göre vatandaşın sesi kısıktır. Bu yöneticinin sahip olduğu erklerin doğal bir sonucudur. İşte buradaki ince çizgiyi ayarlama, yönetilenler ile yönetenler arasındaki ilişkiyi belirler. Yurttaşın sesine kulak veren, gücün ve kibrin sesine esir olmayanlar her daim eserleriyle güzel anılır. Yurttaşın sesine kulak vermekte hukukla, adaletle olur. Hukuk devletinde vatandaşlar; hukukun tek olduğunu, hukukun kişiye ve makamlara özel olmayacağı bilincindedir. Adalet iki tarafı birbirinden keskin kılıca benzer. Bir tarafı hakkın tarafı, diğer tarafı batılın tarafı. Adaletin, hukukun telafisi olmaz. Adalet etkin bir şekilde ve ivedilikle haklıyı ve haksızı ayırandır. Tarih bize göstermiştir ki en güçlü iktidarlar, halkın sinesinden gelen, sırtını halkın asil bağrına dayama lütfuna mazhar olanlardır. Halktan öte bir güç yoktur. İşte bu kudrete sahip olan halkın sırtını dayayacağı, kendini güvende hissedeceği yegane şeyde, adil, adaletli bir hukuk sistemidir. Yıllar sonra gelen adaletin adil olduğundan bahsetmek mümkün müdür? Zira geç gelen adalet, adalet değildir…